Prof. Uğur Derman

Padişah tuğralarındaki şekil inkılabına dair bilinmeyen bazı gerçekler - 1

Her Osmanlı pâdişahının -tahta çıkışından ayrılışına kadar- devleti temsîlen kullandığı hususî şekilli alâmete tuğra adı verilir. "Hükümdarın mühür ve imzası" mânasını taşıyan tuğra kelimesinin aslı "tugrag" olup, bu da "tug" kökünden gelmektedir. Tuğra için "yazmak" yerine "çekmek" fiili kullanılır; Dîvân-ı Hümâyûn'daki bununla vazîfeli kimselere nişancı, tuğrâî, tevkıî, muvakkî' ve Tanzîmat'dan sonra da tuğrakeş adı verilir. Dîvân dışında tuğra çekenlere ise tuğranüvîs denilir.

Aklâm-ı sittenin tevkî' çeşidi ile çekilen ve önceleri basit çizgilerden oluşan tuğranın ilk örneği Orhan Gāzi'de (saltanatı: 1324-1362) görülmektedir (Resim 1). Tuğralarda pâdişahın ismi babasınınkiyle beraber, Arapça söylenişe göre yer alır: "Pâdişahın adı bin baba adı". Zaman içinde buna şâh ve hân sıfatları, ayrıca el-muzaffer dâimâ (dâimâ muzaffer olsun) duâsı eklenmiştir.

Tafsilâta geçmezden önce, zamanla tuğrada doğan farklılıkları gösteren iki örnek vereceğiz. Osmanlı Devleti'nin son tuğrakeşi İsmail Hakkı Bey (Altunbezer, 1873-1946) Fatih Sultan Mehmed'in (saltanatı: 1444-1446,1451-1481) devrindeki tuğra üslûbuna göre çektiği bir tuğranın (Resim 2), XX. asır anlayışına göre çekilseydi (Resim 3) nasıl olması gerektiğini gösteren dikkate değer bir çalışma yapmıştır.

Tuğra, bilhassa XV. asrın sonlarından başlayarak, âdeta tezyinî bir mahiyet kazanmış, tamamını teşkil eden harflerin araları, çoğu zaman da üst tarafı -gelin duvağı misali- tezhib olunmuştur (Resim 4). XVI. asırda, her sahada olduğu gibi tezhib san'atında da zirvede olunduğu göz önüne alınırsa bunu tabiî karşılamak icap eder. Hattâ, tuğranın is mürekkebi yerine ezilmiş varak altınla çekilip, harflerin farklı renklerle tahrirlendiği de görülür (Resim 5). Bütün bu şaşaalı manzara, tuğranın biçim ve yapısındaki estetik noksanlığı muhakkak ki yüzyıllarca örtüp gizlemeğe yaramıştır. Bu minval üzere asırlar geçmiş, tezyinattaki gerileme, zamanın akışı içinde oldukça değişen tuğraya aksedince, kusurlar daha ziyade görünür olmuştur. Hele XVIII. asırda, tezhibsiz olarak yalnız mürekkeple çekilen tuğralarda veya taşa oyulan celî (iri) tuğra örneklerinde (Resim 6) eskiden mevcut cazibe ve zarafet de kalmamıştır. Bütün bunlara rağmen, yine aynı yüzyılda tuğraya bir ölçü getirme gayretine şahit oluyoruz. Bunu ilk defa tatbik edeni ve başlangıç tarihini henüz çözememekle beraber, kürsü (sere) ölçüsü esas alınarak dış beyza, iç beyza, zülfe isimleriyle anılan tuğra bölümlerinin buna uydurulduğu, aşağıdan yukarıya olan mesafenin de kürsü boyunun iki katı kabul edildiği anlaşılmaktadır (Resim 6).

Lâkin bütün bu çabalar da tuğranın âhengini sağlamağa yetmemiştir. Nihayet XIX. asrın ilk yıllarında, tuğra, halaskârına kavuşmuştur. Mustafa Râkım (1758-1826) adındaki bu hat dehâsının, tuğra üzerinde yaptığı değişiklik, maddeler halinde şöyle sıralanabilir:

a) Hat değişikliği: Tuğra, harf yapısı itibariyle, esas olarak tevkî' hattından doğmuştur, zâten bu kelime imza mânâsına gelir. Kamış kalemle yazıldığı için incelik ve kalınlık nisbetleri kalemin elde tutuluşuna göre bediî bir tenasüb ve muvazene gösterir. Râkım Efendi, sülüs ve celî sülüsde çığır açacak derecede nadir yetişen bir üstad olduğu için, tuğrayı teşkil eden harfleri kendi zevkıne göre teker teker ıslah ederek güzelleştirmiştir (Resim 7). Hâlbuki eski tuğra örneklerinde kalemin verdiği halâvet neredeyse fark edilmez (Resim 1-2).

b) İstif değişikliği: Harflerin üst üste istif edilmesiyle vücuda gelen tuğra tertîbinin eski biçiminde, harf aralarındaki boşlukların âhenkli bir dağılma göstermesine dikkat edilmemiştir, bu yüzden okunmaları da güçleşmiştir. Halbuki hattatlığının yanı sıra figürist bir ressam olan Mustafa Râkım, muayyen şekilleri yazı ile doldurmakda dâhiyane bir ustalığa sahibdir. Bu sebeple, tuğradaki harflerin taksimatını da üstâdane bir tarzda yapmıştır. Yine o zamana kadar, hemen hemen düz bırakılan tuğları da muayyen bir nokta ölçüsüyle sola doğru yatırmakla görünüşe letâfet katmıştır (Resim 7).

c) Şekil değişikliği: Râkım Efendi, kendi devrinden önceki tuğralarda tabiîliğe aykırı, yayvan bir dolgunluk gösteren sere (kürsü) kısmını tâdil etmiş, tuğranın dış beyza, iç beyza, tuğ (elif), zülfc, kol (hançer) gibi isimler alan diğer bölümleriyle serenin riyazî münasebetini kāideye bağlamışdır (Resim 7).

Bütün bu değişiklikler, tabiidir ki bir hamlede olmamıştır. Râkım'ın bunu hangi tarihde gerçekleştirdiğini söylemek de güçtür. İstanbul'daki abideler üstünde nâdiren rastladığımız Sultan III. Selim tuğraları hep eski anlayışa uymakla beraber, bunlardan biri Râkım'ın getirdiği yeniliğe kısmen yaklaşmıştır. Eskiden, Üsküdar'ın Çiçekçi semtinde, ana caddedeki bir çeşmenin üstünde durmakta iken 1970'li yıllarda Saraçhanebaşı'ndaki Vakıflar İnşaat Eserleri Müzesi'ne kaldırılan -taşa mahkûk- bu tuğranın sağ tarafı kırıktır (Resim 8). Bu kırık tuğranın yenilenip yerine konulması ihtimalini düşünen Necmeddin Okyay (1883-1976), daha 1960'larda bu taşın üzerinden bastırılarak kağıda alınan kalıbı kurşun kalemle tamamlayıp bize bırakmışdı (Resim 9). Getirildiği çeşmenin -imza olmamakla beraber Yesârîzâde Mustafa İzzet Efendi'ye (ö.1849) âidiyeti bilinen- celî ta'lîk hattıyla kitabesi 1217/1802 tarihini taşıdığına göre, tuğranın da aynı yıla âid olduğu muhakkaktır. Râkım Efendi, demek ki bu sıralarda yenilik tecrübesine henüz girmiş bulunmakdaydı. Aynı üslûbu, daha yerleşmiş olarak, Sultan IV. Mustafa için çektiği 1223/1807 tarihli tuğrada görüyoruz (Resim 10). Nihayet, talebesi de olan Sultan II. Mahmud (1808-1839) namına çekdiği tuğralarda, Râkım kendisine yaraşan san'at gücünü göstermiş (Resim 11); hele 1230/1815'dan îtibaren tekâmülün zirvesine varmıştır. Bütün bu değişmeler sırasında kürsü (sere) yapısındaki farklar, kol uzunlukları, beyza, tuğ ve zülfelerde "en güzeli arama" gayreti dâima hissedilmekdedir. Topkapı Sarayı'nın giriş kapısı (Bâbü's-Selâm) üzerinde bulunan 1230/1815 tarihli Sultan II. Mahmud tuğrası bunun en açık örneklerindendir (Resim 7). Üç yıl sonra yazılmış olan ve (Resim 8) de görülen tuğra da aynı mükemmel tavrın bir devamıdır. Tuğranın sağ üst mevkıine pâdişahın ikinci ismini (veya mahlasını) sülüs hattıyla yazmak âdeti de Râkım'la başlar. Sultan II. Mahmud'un Adlî mahlası bu şekilde tuğralarında yer almışdır. Ancak, daha önceki devirde çiçek buketi ile tezyîn edilen bu kısmı (Resim 6), Râkım da başlangıçta çok küçük boyda tuğra koyarak denemiştir (Resim 13). Bu ihtişamlı anlayış içinde hat ve tuğradaki dehâsını sürdüren Mustafa Râkım 1241/1826'da vefat edince, talebesinden Haşim Efendi (ö.1846) aynı yolda tuğrakeşliğe devam etmiştir (Resim 14).

Râkım'la birlikte eski tarz tuğra da kalkmış; bu yolu benimsemiş olanlar, hattâ Mahmud Celâleddin (ö.1829) gibi yeniden ihyaya kalkışanlar (Resim 15) onun karşısında birer birer silinip gitmişlerdir. Estetik kudretinin bu dereceye yükselişiyle, tuğranın harf aralarına ve üstüne tezhib yapılmasma da artık gerek kalmamış, îcab ediyorsa bir yazı levhası gibi dört tarafından tezyîn edilmiştir. (Resim 13) için, Râkım'ın en fazla bezenmiş tuğrasıdır, denilebilir.

(Devâmı önümüzdeki haftaya…)

Prof. Uğur Derman

Resim 1: Orhan Gāzi'nin tuğrası


Resim 2: Fatih Sultan Mehmed'in devrindeki tuğra anlayışına göre İsmail Hakkı Altunbezer tarafından çekilen tuğrası

Resim 3: Fatih Sultan Mehmed'in, son devirdeki tuğra üslûbuna göre İsmail Hakkı Altunbezer tarafından çekilen tuğrası


Resim 4: Sultan III. Murad'ın tezhibli tuğrası


Resim 5: Fatih Sultan Mehmed'in tezhibli tuğrası


Resim 6: Sultan III. Mustafa'nın Topkapı Sarayı kapısındaki tuğrası (Bunun üstünde tuğranın bölümlerini harfler yardımıyla gösterelim: a-b: Kürsü (sere); c-d: Dış beyza; d-e: İç beyza; e-f: Zülfe; g: Tuğ (elif); i-j: Kol (hançer). Bu tuğrada, kürsü-içbeyza-dış beyza-zülfe boyları birbirinin aynı olduğu gibi, g-h: tuğra yüksekliği de bunun iki katıdır). Muzaffer kelimesi ظ (zı) harfiyle yazılması gerekirken, ض (dad) harfiyle yazılarak Osmanlı Sarayı'na yakışmayacak bir imlâ hatâsı işlenmiş, 250 yıldır tashihi cihetine de gidilmemişdir.


Resim 7: Râkım'ın Sultan II. Mahmud için çektiği Bâbu's-Selâm'ın üstündeki tuğra (1230/1815)


Resim 8: Mustafa Râkım'ın Sultan II. Mahmud adına çektiği 1233/1818 tarihli tuğra


Resim 9: Râkım'ın Sultan III. Selim için tertip ettiği kırık tuğra (Vakıflar İnşaat Eserleri Müzesi)


Resim 10: Aynı tuğranın Necmeddin Okyay tarafından tamamlanan şekli


Resim 11: Sultan IV. Mustafa için Mustafa Râkım'ın çektiği 1223/1808 tarihli tuğra


Resim 12: Sultan II. Mahmud nâmına Râkım Efendi'nin çektiği ilk tuğralardan


Resim13: Mustafa Râkım'ın Sultan II. Mahmud için tertib ettiği 1223/1808 tarihli tezhibli tuğra


Resim 14: Haşim Efendi'nin Sultan Abdülmecid tuğrası


Resim 15: Mahmud Celâleddin Efendi'nin 1225/1810 tarihli Sultan II. Mahmud tuğrası

Yasal Uyarı: Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Turkuvaz Medya Grubu'na aittir. Kaynak gösterilse dahi köşe yazısı/haberin tamamı özel izin alınmadan kullanılamaz.
Ancak alıntılanan köşe yazısı/haberin bir bölümü, alıntılanan habere aktif link verilerek kullanılabilir. Ayrıntılar için lütfen tıklayın.
X
Sitelerimizde reklam ve pazarlama faaliyetlerinin yürütülmesi amaçları ile çerezler kullanılmaktadır.

Bu çerezler, kullanıcıların tarayıcı ve cihazlarını tanımlayarak çalışır.

İnternet sitemizin düzgün çalışması, kişiselleştirilmiş reklam deneyimi, internet sitemizi optimize edebilmemiz, ziyaret tercihlerinizi hatırlayabilmemiz için veri politikasındaki amaçlarla sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız.

Bu çerezlere izin vermeniz halinde sizlere özel kişiselleştirilmiş reklamlar sunabilir, sayfalarımızda sizlere daha iyi reklam deneyimi yaşatabiliriz. Bunu yaparken amacımızın size daha iyi reklam bir deneyimi sunmak olduğunu ve sizlere en iyi içerikleri sunabilmek adına elimizden gelen çabayı gösterdiğimizi ve bu noktada, reklamların maliyetlerimizi karşılamak noktasında tek gelir kalemimiz olduğunu sizlere hatırlatmak isteriz.