"Okuyacaksınız, okutacaksınız; Kürsüde, minberde, mektepte ve üniversitede. İlmin en büyük ibadet olduğunu halka öğreteceksiniz."
Nurettin Topçu, 7 Kasım 1909'da İstanbul Süleymaniye'de doğdu. İlk nüfus kaydında adı Osman Nuri olup Erzurumlu bir ailenin çocuğudur. Dedesi Osman Efendi, Erzurum'un Ruslar tarafından işgali sırasında orduda başarılı bir topçu olduğu için kendilerine Topçuzâdeler lakabı verildi. Aileden İstanbul'a ilk yerleşen babası Ahmed Efendi, Erzurum'da iken tahıl alım satımı ve canlı hayvan ticaretiyle uğraşmış, daha sonra Çemberlitaş'ta kasap dükkânı işletmiştir.
Nurettin Topçu'nun çocukluğu Süleymaniye'de ve Birinci Dünya Savaşı yıllarında taşındıkları Çemberlitaş'ta geçti. 1922 yılında Büyük Reşid Paşa Numune Mektebi'ni bitirdi. Bu sıralarda küçük bir sandıkta kitap ve gazete biriktirme merakı vardı. Mehmed Âkif'in bazı şiirlerini talebelerine ezberleten Türkçe muallimi Nâfiz Bey, Nurettin Topçu'da hayatı boyunca sürecek Âkif sevgisini aşıladı. Orta öğrenimine Vefa İdâdîsi'nde devam etti; birinci sınıfta iken babasını kaybetti. Lise tahsilini yaptığı İstanbul Erkek Lisesi'nde felsefeye meyletti ve 1928'de bu okuldan mezun oldu.
AVRUPA'DA EĞİTİM HAYATI
Avrupa'da öğrenim görmek amacıyla girdiği imtihanı kazanarak Hamdi Akverdi, Vehbi Eralp, Ziya Somar, Enver Ziya Karal gibi şahıslarla birlikte Fransa'ya gitti. Önce Fransızca öğrenmek için Aix Lisesi'ne kaydedildi. Görüşlerini benimseyeceği ve uzun zaman mektuplaşacağı aksiyon (hareket) felsefesinin kurucusu Maurice Blondel'i bu sırada tanıdı.
İki yıl sonra Strasburg Üniversitesi'ne geçerek felsefe öğrenimi gördü, ahlâk kurlarını tamamladı, sanat tarihi lisansı yaptı. 1930-1933 yıllarında aldığı sertifikalar lisans diplomasında rûhiyat ve bedîiyat, umumi felsefe ve mantık, muasır sanat tarihi, içtimaiyat ve ahlâk, İlkçağ sanat ve arkeolojisi şeklinde belirtilmiştir.
Kendisinden önce Paris'e gelen Ali Fuat Başgil, Remzi Oğuz Arık, Ziyaeddin Fahri Fındıkoğlu, Cevdet Perin, Bedrettin Tuncel, Samet Ağaoğlu, Ömer Lutfi Barkan ve Besim Darkot'la tanıştı. Bunlardan Remzi Oğuz ve Ziyaeddin Fahri ile Türkiye'ye döndükten sonra yakın münasebetleri ve dostlukları olmuştur. Bu arada Louis Massignon, Hıristiyanlığa geçip papaz olan Girit asıllı Türk Paul Molla, o yıllarda Paris'te bulunan A. Adnan Adıvar ve eşi Halide Edip'le tanıştı. Adıvar'dan sonra Massignon'a Türkçe dersleri verdi.
İSLÂM TASAVVUFUNA DOĞRU İLERLEDİ
Blondel üzerinden başlayan mistik ilgileri Massignon etkisiyle İslâm tasavvufuna, özellikle vahdet-i vücûd felsefesine doğru gelişti. Tezinde ve ahlâk felsefesinde izleri görülen Hallâc-ı Mansûr'un, Yunus Emre ve Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî'nin eserlerini okumaya bu yıllarda başlamış olmalıdır. Hıristiyan mistisizmi ve ahlâkı konularında Blondel ve Paul Molla'dan faydalanmış bulunması muhtemeldir.
"Hiçbir çarem, hiçbir kuvvetim, hiçbir silâhım kalmamıştı. Nereye gideceğimi bilmeksizin kendimi sokağa attım. Arabaların sanki hiç yol bırakmayarak şehri tıka basa dolduran bu evlerde nasıl dinlenirler, nasıl düşünürler, nasıl yaşarlar? Bu evlerde hiç kafaları çalışan yok mudur? diye sayıklıyor, bir yandan da:
"Yol evden belâlı, ev yoldan beter!"
mısra-ı bercestesini mırıldanıyorum. Ne kadar mırıldandım bilmiyorum."
Avrupa'ya tahsile giden Türkler arasında ahlâk üzerinde çalışan ilk öğrenci ve Sorbonne'da felsefe doktorası veren ilk Türk Nurettin Topçu'dur. Tezini bitirdikten sonra Fransa'da kalması yönündeki teklifleri kabul etmeyip 1934 yazında Türkiye'ye döndü ve 29 Eylül 1934'te Galatasaray Lisesi'nde felsefe öğretmeni olarak göreve başladı; sosyoloji dersi okuttu.
Bu arada baba dostu Hüseyin Avni Ulaş'ın kızı Fethiye Hanım'la iki yıl sürecek bir evlilik yaptı. Lise müdürü Behçet Gücer'in bazı öğrencilere geçer not vermesi isteğini geri çevirdiği için düğün günü İzmir Lisesi felsefe öğretmenliğine tayin emri geldi. 6 Mayıs 1936-31 Ekim 1937 tarihleri arasında askerliğini yaptı.
HAREKET DERGİSİ İLE BAŞLAYAN YOLCULUK
İzmir'de bulunduğu yıllarda Hareket dergisini yayımlamaya başladı. İlk sayılardaki yazıları hayatı boyunca izleyeceği düşüncelere hazırlıklı olduğunu göstermektedir. Derginin 4'üncü sayısında yayımlanan ve Cumhuriyet'i kuran kadroyu eleştirdiği ileri sürülen "Çalgıcılar" yazısından dolayı 1939 yılında İstanbul Vefa Lisesi felsefe öğretmenliğine nakledildi.
Burada dört yıl çalıştıktan sonra 1943'te Denizli İsmet İnönü Lisesi'ne tayin edildi. 4 Ekim 1944'te İstanbul Erkek Lisesi'ne nakliyle birlikte sürgün hayatı sona erdi. Arada Vefa ve Haydarpaşa liselerindeki öğretmenlikleri dışında emekliliğine kadar on sekiz yıl burada çalıştı.
Bu arada Bergson'la ilgili teziyle felsefe doçenti unvanını aldıysa da, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi kurullarınca kadroya tayin edilmedi. Yalnız bir süre Hilmi Ziya Ülken'in kürsüsünde ahlâk dersleri verdi. Ayrıca Robert College'da tarih, İstanbul İmam-Hatip Okulu'nda psikoloji, felsefe, din psikolojisi ve dinler tarihi öğretmenliği yaptı. 1960 ihtilâlinden sonra bu ek görevlerine son verildi. 1974'te yaş haddinden emekli oldu.
Kısa süren bir hastalıktan sonra 10 Temmuz 1975'te vefat etti. Ertesi gün Fâtih Camii'nde kılınan cenaze namazının ardından Topkapı Kozlu Kabristanı'nda defnedildi.
BÜTÜNCÜL DÜŞÜNCE DÜNYASI
Fransa dönüşünde çocukluk arkadaşı Sırrı Tüzeer vasıtasıyla Nakşî Hasib Efendi (Yardımcı) ve Abdülaziz Efendi (Bekkine) ile tanışan Topçu, hayatı boyunca etkileneceği Abdülaziz Efendi'ye intisap etti. Celâl Hoca'dan (Ökten) İslâmî ilimler, İslâm tarihi, kelâm ve felsefe yönünden faydalanmış, daha sonra İmam-Hatip Okulu'nun kuruluşu sırasında programların hazırlanmasında onunla beraber çalıştı.
Fikrî ve siyasî faaliyetlerini Türk Kültür Ocağı ve Milliyetçiler Derneği'nde sürdüren Topçu Millî Türk Talebe Birliği, Aydınlar Ocağı ve Türkiye Millî Kültür Vakfı'nın bazı faaliyetlerine katıldı; seminer ve konferanslar verdi; fetih-Fâtih, Mehmed Âkif ve Çanakkale anma toplantılarının yapılmasına öncülük etti.
"Bir taraf ruhtan habersiz, öbür taraf aydınlığa düşman."
1960 ihtilâlinin ardından Ali Fuat Başgil'le birlikte Adalet Partisi'nin kuruluş çalışmalarına katıldı ve 1961 seçimlerinde Konya'dan senatör adayı gösterildi. Ancak cumhurbaşkanlığı seçimi esnasında Başgil'e yapılan muamele ve Süleyman Demirel'in parti başkanlığına getirilmesi sırasında takınılan tavırlar yüzünden bu çevreyle münasebetlerini kesti.
FİKİR HAYATINDAKİ 'HAREKET' ANLAYIŞI
Nurettin Topçu'nun coğrafya olarak Anadolu'yu, tarih ve kültür olarak Selçuklu-Osmanlı tecrübesini merkeze alan, buradan en geniş ve belirleyici daire olarak İslâm'a ve özellikle tasavvufa intikal eden, Batı dünyasına ve insanlık tecrübesine uzanan bütüncül bir düşünce dünyası vardır. Meselelere ahlâk üzerinden yaklaşır. Cumhuriyet devri Türk felsefecileri ve aydınları arasında ahlâk konusunda en çok yazı kaleme alan ve bu alandaki vurgularını bütün hayatı boyunca sürdüren kişi Nurettin Topçu'dur.
Doktora tezinde geliştirdiği isyan ahlâkı fikri Blondel'in, bazı bakımlardan Immanuel Kant ve Henry Bergson etkileri taşıyan hareket felsefesinden ilhamla determinist, rasyonalist, sosyolojist, pragmatist ahlâk anlayışlarının karşısında bir düşünce, bir tez olarak teşekkül etmiş ve gelişmiştir. Çıkardığı derginin adının Hareket olması doğrudan bu çizgiyle alâkalıdır.
YENİ BİR 'İNSAN, MİLLET, DEVLET' MODELİ
İlk yazılarından itibaren bir taraftan Osmanlı-Cumhuriyet modernleşmesini hesaba katarak fakat onu aşmayı hedefleyerek tenkitçi bir bakış açısıyla yeni bir insan, millet, devlet modeli inşa etmeye çalıştı. Diğer taraftan bunların o günün şartlarında ve tarihten gelen sağlam zeminler üzerine oturmasını mümkün kılacak bir rönesans fikri, bir tarih, ilim, sanat, ahlâk, felsefe, tasavvuf ve din anlayışı geliştirmeye yöneldi. Metafiziği dışlayan felsefî temayüllere karşı çıktı; duygu, akıl, sezgi ve aşk kavramlarını yeniden yorumlayıp ahlâk ağırlıklı bir felsefe kurdu.
"Bize, bir lütuf gibi saadet bağışlayan değil, bizde mesuliyet şuuru yaratan insan lazımdır. Saadet, bizdeki iradenin yarattığı deruni bir aydınlık olmalıdır. Bize, kin ateşi içinde kuvvetle hak kazanan değil, hakikat aşkıyla hakkını yaşatan insan lazımdır. Bize "firdevs-i aladan ve bunca sevdadan" vazgeçmiş hak âşıkları lazımdır. Hakiki saadet ve hak (birinin) elinden alınır bir meta değildir."
Kendisinden önce başlayan Anadolu milliyetçiliğini İslâm merkezli bir yoruma taşıdı, bunu yaparken Turancılığı, ırkçılığı ve topraktan tamamen kopuk milliyetçilikleri, İslâmcılığı eleştirerek, modernizmin katı ölçütlerine boyun eğmeden Batı, Doğu ve İslâm medeniyetlerini mukayeseli şekilde ele almayı denedi. Kapitalizm, komünizm, sosyalizm, kültür ve medeniyet, sanayileşme, kuvvet ve teknoloji meselelerini büyük ölçüde dönemindeki yaklaşımlardan farklı bir üslûp ve muhteva ile tartıştı.
Türkiye'nin kapitalist ekonomik sisteme ve ahlâk anlayışına, bunların üzerinden Amerikan sempatizanlığına doğru kaymaya başladığı Demokrat Parti iktidarının ilk yıllarından itibaren İslâm/Anadolu sosyalizmini savundu. Maarif, mektep ve din eğitimi konularını özellikle işledi; bir hareket adamı olarak yaşama zevkini bırakıp yaşatma aşkına gönül verecek, sabırlı ve azimli, gösterişsiz çalışan, ruh cephesinin "maden işçileri" olacak idealist bir nesil yetiştirmek için çaba gösterdi.
TOPÇU'YU ANLATAN ÜÇ KAVRAM: 'İSYAN, HAREKET, İRADE'
Topçu'nun özel anlam daireleriyle inşa ettiği, ahlâk telakkisini, felsefesini ve kapitalist dünya görüşüyle Cumhuriyetçilerin ideolojisine karşı muhalif fikirlerini dayandırdığı iç içe üç ana kavram isyan, hareket ve iradedir.
İsyan, mutlak itaate ulaşabilmek için tek tek anlamlı olan ara durakların (arzu ve ihtiraslar, aile, cemaat, örf ve alışkanlıklar, kurallar vb.) bağlayıcılığından ve onların kişiliği sınırlayıcı, hürriyeti daraltıcı, esareti kuvvetlendirici, insanı çürütücü etkilerinden sıyrılmayı, kendini aşarak daha üstün bir nizama, tabiatüstü âleme, birliğe ulaşmayı, Allah'a doğru yükselmeyi ifade eder. Ona göre, "isyan Allah'ın bizdeki hareketi"dir.
"Anadolu'nun kurtuluş savaşı, ruh cephesinde henüz yapılmamıştır."
İsyan ahlâkını anarşizmden ayıran şey ebedî ve âlemşümul merhamet nizamına bağlı olması, sonsuz kuvvete itaat ve teslimiyetle neticelenmesidir. Ahlâkî vasfını taşıyan her hareket insan açısından bir anarşizm, ilâhî irade karşısında ise bir itaattir. Bir hareket, ancak kendi içerisinde başkaldırdığı nizama karşılık yeni ve zorunlu olarak daha üstün bir nizamın iradesini taşıyorsa isyan adını alabilir. İçe ve dışa doğru mücahede ve mücadelelerle gelişen ve mutlak itaate doğru seyreden isyan aynı zamanda özgürleştirici, kişilik kazandırıcı bir hareket, ahlâkî bir eylemdir.
ŞAHSİYETİ ÖNE ÇIKARAN BİR BAKIŞ AÇISI
Genellikle milliyetçilik ve muhafazakârlık toplumun yerleşik değerlerini, örf ve âdetleri, devlete itaati bir şahsiyet olarak insandan ve hürriyet fikrinden daha üstün bir yerde konumlandırır, Durkheim-Gökalp çizgisini takiben vazifeyi öne çıkararak sosyal determinizme bağlı cemiyet adamı yahut iyi vatandaş arar. Topçu şahsiyeti geri plana iten bu yaklaşımın kişi ve toplumları sürü haline getireceğini, sonuçta hem tarihi hem de bugünü eleştiri süzgecinden geçirme teşebbüslerini engelleyeceğini ileri sürer. Ona göre cansızlar, bitkiler ve hayvanlara mahsus özellikleri bünyesinde barındıran insan eşref-i mahlûkat olma özelliklerini bir ferdiyet ve şahsiyet olma çabası içinde kazanır.
Topçu'nun hareket ve irade kavramlarıyla irtibatlı şekilde tercih ettiği şahsiyetçilikte ise insan kendi hür iradesiyle bağlandığı inançlar, ruhî münasebetler ve yüklendiği mesuliyetlerle kendinin ve cemiyetin içinde eriyip kaybolmaktan kurtularak büyük, bölünmez bütün bir varlık olma imkânını elde edecektir.
Kendine yeterli bu insan kendine inanmış, azmi sonsuz, iradesi demirden, ihtirası ilâhî bir insandır. Bütün ömürleri boyunca aynı iman ve kanaatin sahibi olan büyük adamlar devirlere, zaruretlere göre değişmedikleri gibi cemiyetlere göre de değişmezler, çünkü cemiyetten daha kuvvetlidirler; bu sebeple cemiyeti kendilerine uydurarak sürüklerler, sürükleyemezlerse onunla çarpışırlar.
NURETTİN TOPÇU DÜŞÜNCESİNDE TASAVVUF
Nurettin Topçu'nun düşüncesinde tasavvuf ve özellikle vahdet-i vücûd telakkisi, İslâm'ın tercih edilebilecek meşrû yorumlarından ilki olmaktan daha ötede şahsiyeti öne çıkaran kuvvetli bir isyan, irade ve hareket fikri taşıması dolayısıyla kelâm ve fıkha dayalı yorumların önüne geçirilmiştir. Bu tavır eş zamanlı olarak istisnaî bir duruşa ve yoruma işaret etmektedir.
Topçu'nun yaşadığı dönemde ve bir önceki devirde yeni Selefî hareketin de etkisiyle tasavvuf ve tarikatların teşkil ettiği zihniyet dünyası ve yaşama biçimi itikadî bakımdan bozucu ve dağıtıcı, felsefî açıdan sıradan ve derinliksiz, sosyal ve kültürel yönden pasif, donuk ve meskeneti besleyici, İslâm toplumunu geriletici, dışarıdan gelmiş bir düşünce ve yaşama biçimi olarak değerlendiriliyordu.
Topçu'ya göre yerleşik İslâm (kelâm) yorumunun Allah ile eşyanın ve insanın varlığının birbirinden kopuk iki ayrı varlık biçimi olarak kabul etmesi, aynı şekilde Allah'ın iradesiyle insanın iradesini (küllî irade ile cüzî iradeyi) kategorik açıdan birbirinden ayırması dinî tecrübeyi zaafa uğratmış, insanın yücelmesinin önüne set çekmiştir.
"Bir olan varlığı Allah ve kâinat diye ikiye bölüp iki görme hali ruh için şaşılıktan başka bir şey değildir. Ancak fert fert eşya, şekiller ve tek tek varlıklar Allah olamaz. (…) Vahdet-i vücûd gözünde Allah'ı kâinat dışına esirgemek O'nu dosdoğru tanımamaktır. (…) Hakiki İslâm inancına göre her şeyde gözüken Allah'ı her şeyden ayrı düşünmek tezada düşmektir."
Aslında bütün âleme yaygın olan bir irade ile ona iştirak eden insanın ruh yapısı söz konusudur. İnsanın şuur kazanması ve insanlığının yükselişi bu iştirakin anlaşılmasıyla ve bu yolda ilerlemesiyle mümkündür. Aksi halde sadece bütünden ayrılmış ve benliğine mahkûm olmuş insandan bahsedilebilecektir. Amacına ulaşabilen gerçek ve tam irade fertten başlayan, aile ile devleti yani otoriteyi isteyen, millet ve insanlık basamaklarından geçerek Allah'a ulaştıran iradedir. İnsan, damarlarından sızan iradeyi kendi eseri zannetmekle yanılıyor. Hakikatte irade birdir. O istek halinde âleme yaygın kudretin insandaki adıdır. İslâm tasavvufu, Kur'an'dan kalp ilmini çıkaran bir felsefedir.
Modern Avrupa ilim ve felsefesi hatta akılcılığı, sınırları ve Türk kültürüyle irtibatları yerinde ve doğru çizilmek şartıyla üst bir anlam ve değere sahiptir. Onun için yarınki Türk cemiyetini yoğuracak ruh, eski Asya'nın hikmetiyle Kur'an'daki ilhamı kendinde birleştirdiği halde Garp'ın dört asırlık ilmine hayran, zihniyetine sahip, felsefesine âşina olacak Anadolu dervişinin ruhu olacaktır. Modern ilim anlayışının ısrarla eleştiri konusu yapılması gereken yönleri pratik fayda ve menfaat anlayışı üzerinden hakikat aşkını öldürmesi, izâfîlik üzerinden sonsuzluk ve ebedîlik kavramının zaafa uğratılması ve nihayet ilmin tekniğe ve kuvvete indirgenmesidir. Bu sebeple pozitivizm, pragmatizm ve sosyolojizm hakikat düşmanı üç felsefedir. Çünkü pozitivizm hakikati deneylere, pragmatizm menfaatlere, sosyolojizm cemiyete teslim etmektedir.
NURETTİN TOPÇU'NUN METAFİZİK İLGİSİ
Nurettin Topçu'nun metafizik ilgileri onun düşünce dünyasının tabiatı kadar hümanist, pozitivist ve seküler düşüncenin etkisi altında ortaya çıkan ve katılaşan metafiziği dışlayıcı felsefe doktrinlerine ve entelektüel temayüllere muhalefetiyle de alâkalıdır. Metafiziğin "eski devre ait bir şey, karanlık ve anlaşılmaz bir fikir, dinin öz kardeşi, bir vehim" gibi ifadelerle tasvir ve reddedilmesi, 1930'lu yıllarda Tanrı ve ruh bahislerinin ders kitaplarından çıkarılması gibi teşebbüsler, insanın daha üstün bir akla yönelip kendini aşması ve yücelmesinin yolunu kapatmakla kalmamış, hakikati araştırmayı sınırlandırarak felsefeyi de fakirleştirmiştir.
Topçu, bütün Batılılaşma tarihini kuşatan kültür-medeniyet ayırımı meselesini yeniden ele alan düşünürlerden biridir. En önemli vurgusu bu ayırımın yüzeyselliğine dair olanıdır. Ona göre evrensel denilen ve büyük ölçüde bilim ve teknoloji üzerinden tanımlanan medeniyet zorba ruhundan ve kapitalist bağlamından ayrı ele alınamaz. Bu çerçevede bilim ve teknoloji, hakkın yerine geçen kuvvetin hâkimiyetinin ve insanla tabiatı tahrip eden sanayileşmenin, sömürünün kaynağıdır.
"İnsanlığı hakiki çehresiyle tanımak için küçük görünen, kalabalığın alkışını toplayamayan, lakin gözyaşından doğan eserlere bakın. İnsanlık kaba gözlerle görünmeyen bu şuur hareketleriyle ilerlemiştir. Bugünkü insanlık Ramses'in, Sardanapal'in, İskender'in, Sezar'ın, Haccac'ın, Cengiz'in, Napolyon'un ve Lenin'in eseri değildir."
Kapitalist sistemi güçlendiren ve insanı esarete sürükleyen teknolojik gelişmeleri insanlık adına ilerleme diye göstermek büyük bir yanlışlıktır. Ağır sanayi söylemlerinin meşrû bir savunma ve atılım hamlesi olarak takdim edildiği, fabrika bacaları ile minarelerin yan yana zikredilip resmedildiği o yıllarda Topçu'nun bu fikirleri muhafazakâr kesim tarafından fantezi veya kalkınma karşıtlığı gibi sathî düzeyde anlaşılmıştır. Demokrat Parti iktidarının ilk yıllarından itibaren savunmaya başladığı İslâm sosyalizmi (Anadolu sosyalizmi, milliyetçi sosyalizm) düşüncesi de bir ekonomik sistem tercihi olmaktan ziyade bir hak ve ahlâk meselesidir.
Bu duruş Topçu'nun dilinde kul hakkının yoğun biçimde ifadesidir. Burada Türkiye'nin ve sağ kanadın dış politik tercihlerinde Amerika Birleşik Devletleri'ne yakınlaşması ve liberal ekonomiye doğru gitmesine yönelik ciddi bir muhalefet ve tenkit söz konusudur. Onun ifadesiyle, "Hakikatte bu dava İslâm'ın özünde barınan hak davasıdır. Sosyalizm, çiğnenmesi halinde Allah'ın da affetmeyeceğini bildirdiği kul hakkının müdafaasıdır". Bu çerçevede liberalizm devletin anarşiyi himayesi veya gücünü başıboşluğu himaye için kullanması, varlık sebebi büyük sanayi ve kapitalizm olan, din ve mâneviyat karşıtı komünizm ise bir reaksiyon hareketi olarak zulme karşı zulüm mânasına gelir.
MİLLET VE MİLLİYETÇİLİK MESELELERİ
Millet ve milliyetçilik meseleleri, Topçu'nun eserlerinde hem isyan ahlâkıyla irtibatı olan ferdiyetin yükselip sonsuzluğa uzanması süreçlerinin bir parçası, hem de Türkiye'nin modernleşme döneminde kendini yeniden anlamak ve tanımlamak için yıllardır tartıştığı önemli bir problem ve bir eleştiri konusu olarak yer alır. Ziya Gökalp'in Turancılık davası ile başlayan maddeci ve ütopik milliyetçiliğin Cumhuriyet döneminde kaba maddeci ve realist milliyetçiliği doğurduğunu düşünen Topçu, İslâmcıların dini milletten ayıran gayretlerinin de ayrı bir zihin karışıklığına sebebiyet verdiğini ileri sürer.
"Hayat duraksadığı yerde ölüm başlıyor demektir. İslam dini, kaç asırdır duraksamakta olduğundan tehlike büyüktür. Bu tehlikeyi önleyecek olan, asırlarca İslam'ın ruh ve adalet mefkûresini her kavimden daha samimiyet ve daha büyük bir kuvvetle yaşatmış olan Türk milletinin ve Anadolu'da hiçbir zaman ölmeyen İslam ruhunun, bu memleketin şuurlu çocuklar elinde İslam'ın ruh ve ahlâkını, bir fikir ve felsefe hareketinin temelleri üzerinde tekrar canlandırmaya çalışmaları onu kalp ve düşünce mevzuu yapıncaya kadar bu yolda cihad açmaları olacaktır."
Anadolucuların Türk milletini ve milliyetçiliği tarif için Malazgirt Savaşı ile başlattıkları bin yıllık tarih vurgusunu ve toprak/vatan olarak Anadolu ısrarını paylaşan Topçu bu çizgiye belirleyici ve kuvvetli bir unsur olarak İslâm'ı ve tasavvufu ekler. Ayrıca bu ruhçu milliyetçiliğin temellerinin Melikşah, Mevlânâ, Yunus, Fâtih ve Yavuz gibi Türk siyaset ve mâneviyat ikliminin büyükleri tarafından atıldığını söyleyerek milleti ve milliyetçiliği yeni ortaya çıkmış bir hadise gibi yorumlayanları aşmak ister. Topçu 1950'li ve 1960'lı yıllarda milliyetçiliğin antikomünistlik ve Amerika/kapitalizm taraftarlığıyla paralel hale gelmesine de sert bir şekilde karşı çıkmış, bunu "doktrinsiz ve kanaatsiz bezirgânlık" diye adlandırmıştır.
DEVLET VE SİYASET FİKRİ
Topçu'nun devlet ve siyasete ilişkin fikirleri şahsiyet olarak insan ve millet üzerinden inşa edilmiş gibidir. Hegel'in, "Devlet ilâhî iradenin yeryüzünde gözükmesidir" cümlesini eserlerinde birkaç defa zikreden Topçu, "milletin şuuru, millet iradesinin gözüktüğü yer" diye nitelendirdiği devleti ferdiyetin yüce Allah'a ve sonsuzluğa doğru hareketinin bir durağı, bir menzili şeklinde telakki eder. Devleti meydana getiren üç temel öğe birlik halinde bir halk kütlesi, vatan toprağı ve idare edici iktidardır.
Dolayısıyla devlet tek başına varlık alanına çıkabilen ve anlamlı hale gelen müstakil, kendinden bir vâkıa, bir varlık değil ferdin ruhunda harekete başlayan, milleti oluşturan ve ilâhî iradeye kavuşmak için hamleler yapan iradenin fertten Allah'a götüren yoldaki bir durağıdır. İnsanın yükseliş çizgisi yukarıdan aşağıya, Allah'tan insana doğru hâkimiyet kavramı etrafında tezahür eder. Bu aynı zamanda bir siyasî kavram olan egemenlik fikrinin Allah'ta temerküz ettiğini ve oradan âleme, devlete, insana yayıldığını gösterir. Yükseliş çizgisi aşağıdan yukarıya, insandan Allah'a doğru itaat ve teslimiyet kavramları etrafında şekillenir.
Devleti inşa edecek ve taşıyacak temel kavramların ilki devlet varlığının esaslı unsuru olan otoritedir. Bu otorite yüce Allah'tan insan şahsiyetine doğru inen hâkimiyet ve irade kavramlarıyla irtibatlıdır. İkincisi merkeziyetçilik olup adalet ve mesuliyet prensipleri etrafında gelişerek bir hukuk ve ahlâk nizamının adı olmaktadır. Üçüncüsü halkın bütün ihtiyaçlarına uzanan, onları karşılamaya çalışan, mesuliyet iradesiyle birlikte kul hakkını merkeze alan hür bir totalitarizme dayanmış olmasıdır. Yalnız devletin otoritesi ve kuvveti milletin otoritesi ve kuvvetinden bağımsız değildir.
Otoritenin kurucusu devlet olmakla beraber olgunlaşması ve devamlılığı otorite iradesini milletten alması ile imkân dâhiline girer. Bugün sivil toplum kuruluşları denen ve "devlete bağlı bulunmayan organizasyonlar" diye tarif edilen, Topçu'nun ise "sosyal teşkilât" dediği yapılar İslâm ve Selçuklu-Osmanlı tecrübesinde devletin içinde yer almaktadır. Vakıflar bunun örneğidir.
Milletin siyasî iradesiyle devletin siyasî iradesi arasında Batı'da olduğu gibi bir otorite zıtlaşması, bir menfaat çatışması problemi yoktur. Sadece bir derecelenmeden bahsedilebilir. Halka dayanan, halk tarafından kontrol edilen, ancak halkın üstünde duran ve onun dileklerini Allah'ın iradesine bağlayan kuvvet en iyi hükümettir. Mesuliyet iradesini Allah'tan almayan ve halkın karşısında sorumluluk tanımayan bir idare haklı ve âdil bir milliyetçilik rejimi olamaz. Millet fertlerini Allah iradesine bağlayıp yaşatacak iktidar Hakk'ın hâkimiyeti ve halkın hükümetidir.
Nurettin Topçu'nun sistematiğinde hürriyet ve eşitlik kavramları adalet ve mesuliyete göre ikinci derecede bir yere sahiptir. Çünkü hürriyet tabii değil sosyal bir hadisedir. Cemiyetin içinde bir anlam kazanan hürriyetin bir üst düzeye çıkabilmesi için insanda tabii olarak var olan hareket ve düşünce ile irtibatlanması gerekir. Bu durumda da hürriyet müstakil değil bağımlı bir kavram haline gelir.
"Yıkamam, iftira edemem, yalan söyleyemem, zulmedemem. İşte bendeki bu muhteşem aczin ilahi adı hürriyettir!"
Hürriyet, "hiçbir kayıt ve şarta bağlı olmadan her istediğini yapabilmek" diye tanımlanırsa bu, insanlar için duyuların ve bedenin hürriyeti veya bir iradeye değil içgüdülere tâbi olan hayvanlar dünyasının hürriyeti olabilir. Burada bir şuur aranmadığı gibi ideal olarak da gösterilemez. İnançsızlık ve liberal eğilimlerin ortaya çıkardığı hürriyet kavramı bir hile değilse anarşiden başka bir şey olamaz.
NURETTİN TOPÇU'NUN ESERLERİ
Topçu'nun doktora ve doçentlik tezleriyle felsefe grubu için hazırladığı ders kitapları dışındaki eserleri çoğu sağlığında olmak üzere makalelerinden derlenerek hazırlanmıştır. 1997-2005 yılları arasında kitaplarına girmemiş makaleleriyle doktorasının tercümesi, yayımlanmamış romanı ve bazı yazıları dahil bütün eserleri Ezel Erverdi-İsmail Kara tarafından tekrar yayıma hazırlanmış ve yirmi bir kitaplık bir külliyat halinde Dergâh Yayınları arasında basılmıştır (burada kitapların ilk baskıları ile redaksiyondan sonraki ilâveli baskılarına işaret edilmiştir; madde içindeki atıflar son basımlara aittir): Conformisme et Révolte-Esquisse d'une Psychologie de la Croyance (Nurettin Ahmed adıyla, Paris 1934; tıpkıbasımı, Ankara 1990), Garbın İlim Zihniyeti ve Ahlâk Görüşü (1955, 1970'ten sonra Kültür ve Medeniyet'in içinde), Mehmet Âkif (1873-1936)-20. Ölüm Yıldönümü (1957, Ali Nihad Tarlan'la birlikte; Nihad Sami Banarlı, Ferruh Bozbeyli, Uğur Kökden ve Peyami Safa'nın yazıları ile ilâveli 2. bs., 1961), Türkiye'nin Maarif Davası (1960, 1997), Komünizm Karşısında Yeni Nizam (1960, 1970'ten sonra Ahlâk Nizamı'nın içinde), Ahlâk Nizamı (1961, 1997), Yarınki Türkiye (1961, 1997), Büyük Fetih (1962, 1998), Var Olmak (1965, 1997), Varoluş Felsefesi-Egzistansiyalizm (P. Foulquié'den derleme, 1967, son düzenlemede Varoluş Felsefesi-Hareket Felsefesi'nin içinde), Bergson (doçentlik tezi, 1968, 1998), İradenin Davası (1968, son düzenlemede Devlet ve Demokrasi ile birlikte, 1998), İslâm ve İnsan (1969, son düzenlemede Mevlâna ve Tasavvuf'la birlikte, 1998), Devlet ve Demokrasi (1969, 1998), Kültür ve Medeniyet (1970, 1998), Mehmed Âkif (1970, 1998), Mevlâna ve Tasavvuf (1974, İslâm ve İnsan'la birlikte, 1998), Milliyetçiliğimizin Esasları (1978), İsyan Ahlâkı (doktora tezi, Conformisme et Révolte'un tercümesi, çev. Mustafa Kök-Musa Doğan, 1995, sonradan bulunan Nurettin Topçu'nun kendi tercümesiyle karşılaştırılarak 2. bs., 1998), Varoluş Felsefesi-Hareket Felsefesi (1999), Millet Mistikleri (Portreler, 2001; ilâveli 2. bs., 2009), Amerikan Mektupları-Düşünen Adam Aramızda (2004). Ders Kitapları: Sosyoloji (1948, 2001), Psikoloji (1949, 2003), Felsefe (1952, 2002), Mantık (1952, 2001), Ahlâk (Orta 3, Emin Işık'la birlikte, 1975), Ahlâk (Lise 1 ve Lise 2, 1976; ikisi bir arada, 2005), Din Psikolojisi Bahisleri (haz. A. V. İmamoğlu, Erzurum 1995, İslâm mecmuasında yayımlanan din psikolojisiyle ilgili makalelerin toplu neşri; bu makaleler son neşirde İslâm ve İnsan-Mevlâna ve Tasavvuf kitabına ek olarak alınmıştır).
Edebî Eserleri: Taşralı (hikâyeler, 1959, 1998), Reha (roman, 1999). Broşürler: İnkılap-İrtica (1951), Çanakkale (1952), Din ile Kinin Mücadelesi (Malatya hadisesi üzerine, 1952), Son Hadiseler ve Biz (Milliyetçiler Derneği aleyhine yürütülen kampanyalar üzerine, 1953), Şehit (1959). Broşürler son neşirde ilgili kitaplara girmiştir. Nurettin Topçu'nun makale ve yazılarının yayımlandığı belli başlı dergiler (makale adedi yoğunluk sırasına göre): Hareket, Komünizme Karşı Mücadele, Düşünen Adam, Türk Yurdu, Şule, Bizim Türkiye, Büyük Doğu, Sebîlürreşâd. Gazeteler: Akşam, Yeni İstanbul, Yeni İstiklâl, Son Havadis, Hürsöz (Erzurum).
Topçu, Hareket dergisindeki bazı yazılarında "Nizam Ahmet" ve "Osman Asyalı" takma adlarını kullanmış, ayrıca dergi adına "Hareket" imzalı birçok başyazı yazmış, herhangi bir isim belirtilmeyen tercümeler ve mektuplar yayımlamıştır.
40 Yıl Sonra Nurettin Topçu, Nurettin Topçu bize bugün ne söyler?, Türkiye Yazarlar Birliği, Ankara, 2016.
Nurettin Topçu'nun kaleminden birkaç makalesini siz değerli okuyucularımıza sunuyoruz:
KALBİN EMİRLERİ
Bizde gizlenmiş bir Allah sesi var; ona kalp diyoruz. Onun yapısı arzu ve haset olan etle, zulüm ve kuvvet olan kemikten başkadır. Onlara büsbütün yabancı olan kalp, çok kere aşk ve hayranlıktır. Her adımda acılara ulaştırdığı için hayata dost olur. Bunca acının da yetmediğini, elemin elem doğurmasından sarhoş olduğunu söyler. Bazan da o merhamettir. Aklın nefretle nisyana attığını, unutarak bir köşesinde kararttığını her yad edişte eriyen kalp değil midir? Geçmişte yaşanan elemlerle aziz ve rahim olan da kalp değil midir? Akın dıştan tanıyanı içsel kaynaşma yaparak tanıyanla tanınanı aynı ışıkta birleştiren de kalptir. Pascal'ın dediği gibi, "kalbin öyle akılları var ki akıl onlardan hiç habersizdir." Filhakika kalp ile tanıdıklarımızdan çoğu kere aklın haberi olmuyor. Akıl daha başlangıçta iken, kalp işini bitiriyor bile. Akıl bekliyor ki duyumlar alınsın, deliller toplansın, öncüllerden sonuç çıkarılın. Tenkid harekete geçsin; tercihler yapılsın; gerçekle zaruretin üzerinde durulsun. Kalp ise içten bir temas ve bir işaretle çoktan bu mesafeyi aşmıştır.
Kalbi anlamayan zavallıların hayrette kaldığı bu yetinin, sonsuzluğa uçuran ilham kanadı olduğunu niceleri söylememiş mi? O bizde ilahi lutf olan sezgi kuvvetidir. Kalp, dostluğun tükenmek bilmez kaynağıdır. Verdikçe verme ihtisasını artırır, sevdikçe sevme iştiyakını taşırır. Kalp, sonu olmayan gençliktir; korku bilmeyen ölümsüzlüktür. Korkusuz yaratıldığı için onun kini ve kıskançlığı da yoktur. Sonsuzlukda yaşadığından fani hazları ve ezici istekleri tanımaz. Mukaddesatın kaynağı kalptir ve ancak bir kalp huzurunda hürmet duyulur. Tövbe, aklın sapkınlıklarından kurtularak kalbe sığınmaktır. İbadet, kendi kalbine çevrilmektir; bedenin ve bütün isteklerin kalbe dolmasıdır. Kalp ile yapılmayan ibadet, faydasız bir yorgunluktur; belki bir alışkanlık ve kor bir itaattir. Allah'a açılan kapı, kalbin kapısıdır.Kalpler, Allah'ın göründüğü yerdir. Kalp, gerçek imanın yoludur. Kalp ile günah işlenmez. Din ilmi, kalp ilmidir. Taassup kalbe garazkarlıktır; onun başladığı yerde din biter. Kalp ile okunmayan Kur'an'dan kim ne anladı? Kur'an'da, sonsuzluğu dolduran kalbi bulmayan, büyük Kitab'ı hiç anlamamıştır.
Cenneti, fani isteklerden sıyrılmış saf kalpte aramayıp da bazı beden hareketlerinin karşılığı olarak satın almaya hazırlananlar, hiylekar bezirganlara benzerler. Onlar, kalpteki cennet neşvesini hiç bir zaman tatmayacaklardır. Taassup sahipleri gibi, bütün ömrünü kalbinden habersiz geçiren hüner ve zeka adamları yok mu? İşte onlar, kanları donmuş, kaskatı kesilmiş ölü ruhlardır. Kalbin keşifleri, aklın buluşları gibi dört basamaklı ve sınırlı değildir; onun namütenahi dereceleri vardır. Her şeyden şüphe edilir, kalpden şüphe edilmez. Herşeyi kırmak caiz olur, kalbi kırmak cinayettir. Fetihlerin en güzeli, kalplerin fethidir. Rousseau tabiatta kendi kalbini buluyordu. Ne mutlu kalbini bütün alem yapanlara! Son nefesine kadar kalbini aklın şerlerinden koruyabilen insan, insanların en bahtiyarıdır. İnsanın asıl hüneri, kalbini kullanabilmektir; kalbin emirlerine uymasını bilmektir. Dünya, kalbin emirlerine asi şeytanlarla doludur.
Bu şeytanların işareti sana akılsızlık gibi geliyor. Bu ise senin zaif oluşundandır.
Siyaset denilen, dostluğa karşı kullanılan zeka, kalblerin katledilmesinden başka bir şey midir? Kurnazın kazandığı fani bir nesne, kaybı ise kalbin kucakladığı bütün bir kainattır. Kalpsizlikle elde edilen kazanç, kayıpların telafi edilmez olanıdır. Kurnaz ne bilir neyi kaybettiğini.
Kalbin, insanlardan çektiği bunca çilelere rağmen insan oğluna hizmetten usanmayışının hikmetine şaşacaksın belki. Bu insan sürüsünün sefaleti içinde hiçe eşit değersizliğini bildiği halde onun, başı yere eğik, küçülmüş halini alçalış sanma sakın. O bilir ki hayâ hikmetle beraberdir; hizmetse kalbin en büyük emridir. Kalbin akıl almaz fedakârlığına ne isim vereceksin?
Nefsine ait korkularınla başkalarına çevrilen zaafların seni şaşırtmaya yeter. Açlarla sefillerin yanında olmanın sevincini sen ne bilirsin? Kalbin dilinden anlarsan onu murada ermiş bir kalbe sor. Kalp dilinden anlamayanlarla bütün bir ömür boşuna konuştun. Bu insanlar arasında beni bunalmış görürsen, onda kalp sözü duymadığındandır. Bilgi kalbe diken olduktan soma, dikenden sakınan gül olmak daha iyi idi. Vay güllerle, ağaçlarla, kurtlarla, kuşlarla konuşamayanların haline! Rüzgârların, derelerin ve dağların dilinden anlamayan, cehennemi uzak bir akıbette aramasın sakın. Kalbin emirleri bir zorbadan, bir zenginden, bir hasetten alınır mı sanırsın? Onun emirleri nazenin bir ağaçlan, hıçkıran bir kuştan, ağlayan bir dereden alınır.
Nurettin Topçu
"BİR BEN VARDIR BENDE BENDEN İÇERİ"
Yunus Emre
Sırtımızda sanki ağır bir yükle dünyaya geliyoruz. Sanki adımlarımızı köstekleyen bir zincir var. Yolumuzun üstünde bir biri ardı sıra sıralanan hedeflere doğru içimizden itilirken belirsiz şüphelerimiz, korkularımız da var. İşte bu sırtımızdaki yük, ayaklarımızdaki zincir, bu şüpheler!. korkular, bizi dünyada karşılayan yaşamak korkusudur.
Bütün bu engellere rağmen bunların hepsine göğüs veren "var olmak iradesi" hayata söz veriyor. Bütün tehlikeleri göze alarak "ben varım" diyor. Benliğin aleme kendini bu ihbarı bir ihtar gibidir. Bunda "işte ben geliyorum, sen benim istediğim gibi olacaksın" diyen bir şiddet şeklidir. İnsan, var olmak iradesini henüz hayatı hücrenin için de yaşarken, hürriyetini kazanmıştır. Benlik, kendi kendisini idrak ettiği anda bu idraki sade kendini bilmekten ibaret değildir. Onda hem bilmek hem de istediği gibi olabilmek kudreti vardır. Yani hem kendini bilir, hem de kendinin hür olduğunu bilir. Ancak bu hürriyet, var olmak iradesinin şuur halinde gözükmesidir.
İşte bu var olmak iradesidir ki zaruri olarak içerisine atıldığı bir dünyada çeşit çeşit engelleri yenerek ilerler. Ve varlıkları kendine mâl etmek ister, yani o, her adımında daha fazla var olmak ister. Benliğimiz büyür, sessiz bir ırmakken bir çağlayan, bir şelâle, coşkun bir nehir olur. Önce sadece var olma isterken, sonunda her şeye sahip olmak ister.
Bizde ilk olan bu hayati benlik. Kendini başka benliklere karşı koyar, yaşamak için başkasını yaşatmamak hırsındadır. Sade eşyayı ve varlıkları değil, hatta kâinatı kendi benliğine katmak ister ve bu, kendisi için derece derece zaruret haline gelir. İnsanın içinde doymaz bir canavar peyda olur. Bu canavar, zekâyı peşine takınca zaptolunmaz bir kuvvettir. Harp ediyor, teknik yaratıyor, serveti kazanıyor, fetihler yapıyor, insanları esir ediyor.
Benliğin en büyük zafer alâmeti ve bayrağı gururdur. İnsan gururu, sade büyük ve beyinsiz saadet sahiplerinde bulunan bir nesne değildir. Hepimizde bulunan, mesleğimizde, aile hayatımızda, otoritemizde, bilgimizde ve dehamızda bile dalgalanan, bu kubbenin altında tüten, neşeli tebessümlere kadar sinmiş bulunan zehirli bir iksirdir. O, var olmak iradesinin çocuğudur. insan onunla mesut yaşar ve onunla zehirlenir.
Gençlik gururludur, benliği geçiş ümit ufuklarına yayıldığı için kavi olan, hakim olan gururudur. Benlikleri çiğnemeye muktedir bir benliğin sahibi olduğu için en büyük mağrurlar, hükümdarlar, hakimler, zalimler ve fahişeler değil midir? Bunların hepsinde benlik, başka benlikleri imha kudretini kendinde bulduğu için kendine inanıyor var olmak iradesi sonunda insanda başkalarına imha kuvveti oluyor. Böylelikle insan acayip bir dilem karşısında bulunuyor: Yaşama için var olmak iradesini kullandı, var olunca da başkalarının varlığına musallat oluyor. Başka bir deyişle: Hakkımızdı, varlığı istedik, varlığı elde edince başka varlıkları yok etmek istiyoruz.
İkisinden birini fedaya imkân yok. Ne yapacağız? Şüphe yok ki insanın saadet sandığı sarhoşluğu benliğindeki azametten taştığı gibi mezara kadar kendisi ile beraber götürdüğü bedbahtlığı da bu benlik yüzündendir. Her hadise de varlıkla yokluk arasındaki mesafenin hiçliği, bize sefaletimizin ihtarı oluyor. İnsan sefaleti ile çarpıştıracak yerde sefaletini yalnızca alarak onu terennüm etmesini bilmelidir. Böylelikle elde edilen sabır, en güzel ve kurtarıcı sanattır. Kuvvet olan, parti olan, kin ve hile olan, desise ve riya olan gururun hayranlığı ile mest olan insan, sefaletinin son basamağındadır. Artık ona saadet yoktur. Ve bu yüzden benliği canavarlaştırmıştır.
Düşmanlık iki canavar benliğinin çarpışmasıdır. Cinsi iştihaya bağlı kıskançlık, yine benliğin canavarlaşmasıdır. Servet hırsı da esasında aynı cinstendir. Muvaffakiyet müsabaka, harp hep saadet ümidini kaybeden benliklerin canavarlaşıp şahlanmasıdır.
İnsan olan benlik sayesinde, yani şuur ve hürriyetimizin birlikte çalışmaları ile bir büyük kapının ta eşiğine ulaşıyoruz. Bu kapıyı açabilen orada bir başka benlik buluyor. Sonsuzluktan bize sunulan bu ilahi emanet sayesinde azaptan kurtulmak, murada ermek, varlığı sevmek kabil oluyor. Sonu yolan varlıkların aleminde sonsuzluğun muradına erdiren bu ilahi emanet elde edildikten sonra, insanın sanatı eski hayati benliğini teşkil eden hırsların, tahakküm zevklerinin heveslerin ve iştihaların birer birer terk oluyor. Var olmak iradesi ile kucakladığı aleme ve bu alemin varlıklarını terk eden insanın bu sanatı, zamanla kedinde tabii hal oluyor. Bu oluğunluk halinde kıskançlıkları ve hevesleri tahakkümleri ve hasetleri terk ediyoruz.
Lüksten ve iştihalardan uzaklaşıyoruz. Neşeyi ve kederi unutuyoruz. Yalnız ilahi neşeden haz duyuyoruz. Bize ben dedirten ne varsa, şehvet, şöhret diye ne varsa hepsini terk ediyoruz. Sade göğsümüzdeki kalbin çarpıntısına minnetle ve varlık karşısında duyduğumuz hayretle baş başa kalıyoruz. Benlik dediğimiz var olmayacak olan bir şeyin fazla varlığından minnettar ve bütün varlıklara hizmetkâr olarak yaşamak bizde şevk oluyor. Kalbimize sık sık soruyoruz: daha ben de ne varsa söyle terk edeyim?
Varlık canavar benlikten tamamen boşalınca her şeyi sevebiliyor. Kendinin olmayan bir şeyi kullanır gibi varlığa minnettar oluyor. Kendine bir fenalık yapanı affetmek, ona doyulmaz bir sevdanın tadını getiriyor. Bir musibete uğradığında sabretmek, onda hayati dalganın akışı kadar tabii oluyor. Gerçek saadet yolundaki insanın her adımı, yeni bir ülke kazanma hareketi değildir, belki kendi ülkelerinden bir kısmını daha terk edip çekilme hareketidir. Bunda zafer, elinde kendinin olan ne varsa terk edebilmektedir. Bir makaradan çekilen iplik gibi bütün dünya emellerini, aleme ait bütün istekleri kendinden ayırıp koşarak terk edebilen insan mesuttur.
Varlığının son huzmesi olan hayatı bile sırası geldiği anda "al emanetini" diyerek sahibine neşe içinde teslim etmesini bilen, ancak yaşanmaya değer bir hayatın sahibi sayılır. Emelsiz insan zayıftır diyeceksiniz? Asla, bedbaht mıdır dersiniz? Hayır. Asıl o gönlünü ve bütün varlığını sonsuzluğa bağladığı, ilahi vaadin sonsuzluğunda mesut yaşadığı için hepimizden ziyade mesuttur ve sonu olan mahdut alemin kuvvetlerini bırakarak sonsuzluğun kuvvetine bağlandığı için hepimizden daha kuvvetlidir. Ondaki yeis ve hüsran bitmeyen kuvvetin adı imandır.
Bizden bir şey istemediği için kini ile hasedi yoktur. Bizim hırslarımızla iştihalarımızın bağlandığı fani ve sefil unsurlara, bizdeki aczin ifadesi olan huzur ile istirahata bile ihtiyacı olmadığından bizimle paylaşacak, onu bize rakip yapacak ortada hiçbir şey yoktur. Onun varlığı en büyük kuvvet, duası en büyük kuvvet, hareketi ise sonsuzluğa denk manevi bir tahakküm oluyor. Filozof Bergson, bu kuvvetin sahibi olan Velilerden bahsederken şöyle söylüyor: "Onlar, arkalarından gitmek için bizi zorlamıyorlar. Bizden bir şey istemiyorlar. Öyle iken halk onları takip ediyor. zira onların bizzat varlığı bir çağırıştır."
İptidai insanlık beden sporları ile gençliğini yetiştiriyordu. Daha sonra sirklerle arenaların vahşi kahkahaları arasında gladyatörler veya vahşi kaplanlar alkışlandı. Hıristiyan ve İslam terbiyesi genç nesilleri, iptidai benlikten kurtarıp ilahi benliğe kavuşturduktan sonra yine benliğine irca etti. Tribünlerde kol ve bacak maharetleri alkışlamaktan kollar kopuyor.
Her yerde benliklerden taşan naralar beyinleri ürpertiyor. Beden sporları ile beden zevkleri ruh sporları ile ruh hayatlarına sanki son vermek istiyor. İnsanlık sarhoştur. Kolay kolay kendine gelmeyecek kadar sarhoş. Onu kendine getirecek hareket, temenni edelim ki insanlığın tarihinde daima görüldüğü gibi, bir büyük bela, büyük bir musibet olmasın.
Nurettin Topçu
Var Olmak kitabındaki son yazısı:
Âlem, üç şeyin mecmuundan ibarettir: Varlık, düşünce ve hareket.
Bunların hepsini kendinde toplayan insan, üç şeyin peşinde olmak için yaratılmıştır: Hakikatın, hayrın ve güzelliğin.
İnsan ruhunda bu üç şeye götüren üç yeti vardır: Zeka, duygu ve irade.
Zeka üç yerde kullanılır: Kazanmada, hilede, ilimde.
Duygunun üç dünyası vardır: Sanat, rüya ve sevda.
İrade, üç âleme sığınma kudretidir: Hemcinsine, kendi samimiyetine ve Allah'a.
Bu üç yetinin birlikte ve ahenkli olarak barındığı kalp, üç şeyin mahfazasıdır: Aşkın, ümidin ve imanın.
Üç şeyi sevmeyen ruh, ölü odaları gibi karanlıktır: Çocuğu, tabiatı ve zalimle kavîden başkasına itaati.
Üç kişiye acıyınız: Zenginlikten sonra fakir düşene, şerefli iken zelîl olana, cahiller arasında kalan âlime.
Üç nesneden her yerde kaçmalıyız: Yersiz şiddetten, açlık bırakmayan tatminden, kendimize çevrilmeyen tehditten.
Üç kişiden korkunuz: Merhametsizden, müraîden, mürtekipten.
Üç musibetten uzaklaşınız: Zulümden, zelzeleden, 'bilirim' iddiasında olan cahilden.
Üç kişiye el uzatınız: Hastaya, garibe, muhitinde anlaşılmayan bedbahta (bu yüzden kalabalığın arasında yalnız yaşayana.)
Üç türlü davranış kaba ve sahtedir: Kendini belli eden sanat, nümayişçi ahlak, kendine güvenen dindarlık.
Nurettin TopçuÜç şey saadetin sırrıdır: Tevazu, kanaat ve ölümün eşiğinde sık sık dinlenme zevki.
Dünya üç şeyle Cennet olur: Elden, dilden ve gönülden vermekle; Allah'ın kullarını ta'n etmeyip affetmekle; zalime zulmetmeyip hidayet yolunu göstermekle.
Üç kişi karanlıkta kalmıştır: Aşkından çok talâkatını kullanan, imanını iddia yapan, aklın meyvasından lezzet almayan.
Üç hâkimin hükmünde hata aranmaz: Kalbin, kaderin, ölümün.
Üç yerde insan kendini tanır: Tövbede, zalimin kahrı altında, son nefesinde.
Hayatın manası üç yerde hakkıyla anlaşılır: Aşk ile birleşen ümidde, vecd ile yapılan ibadette, yeri yurdu unutturan seyahatte.
Gözyaşının üç yerde lezzetine doyulmaz: Vuslatta, mağfirette, merhamette.
Üç yerde insan Allah ile sohbettedir: Kalabalıktan incinmeyen yalnızlıkta, bir ümidsizin yüzünü ümidle güldürdüğü yerde, zalimin zulmü kendinden şükür taşırdığı anda.
İnsanlar içinde kendini bilenler şu üç kişidir: Rüzgârı bile incitmeyenler, kendi adlarını söylemekten utananlar, Allah'ın emaneti olan insanlara katı katı gözlerle bakmayanlar.
Üç türlü insan Allah'tan uzaktır: Rahatlarını hesaplayarak hizmetten kaçanlar (hizmet ehli olmayanlar), duygulu olduklarını ileri sürüp de sefalet sahnelerinden uzak duranlar, sefil ruhlarda feyz arayanlar.
Üç türlü insan Allah'ı göreceğinden müjdelenmiştir: Saf kalpler, gecenin karanlığında güneşi bulanlar, ölümü, hayatta iken, bütün hareketleriyle birleştirmiş olanlar.
Üç şeyin hududunda durmasını bilmelidir: İsteklerin, aklın, hayatın.
Üç şeyden ayrılınca diğer üç şeye geçmede acele etmelidir: İnsanlardan ayrılınca ibadete, hareketten çıkınca huzura, dünyaya vedalaşınca uhraya.
Nurettin Topçu