'Hevasını ilah edineni gördün mü?' Furkan, 43
Bir ayet-i kerimenin iki farklı istikamette okunuşunun/yorumunun ne bereketli neticeler ortaya çıkartabileceğinin nefis örneklerinden birisi bu ayet-i kerimenin İbnü'l-Arabi tarafından okunuşudur. 'İbnü'l-Arabi' deyince akla ayet-i kerimenin zâhir anlamına mukabil bâtın anlamını bularak zahirin ikincilleştirilmesi gelmemelidir; aksine bir metafizikçi ayet-i okursa, onun bütün veçheleriyle birlikte insan terakkisinin farklı mertebelerine nasıl eşlik edeceğini hatırlamak gerekir. Bilebildiğim kadarıyla ayet-i kerimeyi müspet anlamıyla ele alan kimse yoktur; hakim anlayış ayet-i kerimeye menfi anlam yükleyerek 'hevaya taparcasına itaat edenler' için uyarı olarak okumaktır. İbnü'l-Arabi'nin ana akımdan ayrılmasına gerek yoktur; haddi zatında 'alim' sufi olarak ana akım üsluptan uzaklaştığı çok olsa bile, ana akımın duyarlılıklarından hiçbir zaman ayrılmamıştır. Bu nedenle herhangi bir ayet-i kerimeye getirebileceği yorumlar -üsluptan kopsa bile- duyarlılıktan yoksun kalmaz. Peki şeyh-i ekber ayet-i kerimeyi nasıl okudu da bize yepyeni pencereler açtı?
İbnü'l-Arabi'nin varlık-değer anlayışı var olanın evvelemirde herhangi bir değere konu olmayacağı ilkesinden hareket eder: bir şey var olunca -'eşyada aslolan ibahadır' ilkesi muktezasınca- iyi veya kötü hükmü almaz. Hiç kuşkusuz var olmak bir iyiliktir fakat metafizik iyilik ahlaki iyilik ile bir sayılamaz. Bu durumda bize yöneten ana güç olan heva gücünün de haddi zatında kötü veya yanlış olmasından söz edemeyiz. Bir şeyin kötü veya yanlış olması ikinci varlık durumuna kıyasla ortaya çıkabilen 'nispi' durumdur. Heva gücünü 'kötü kılan' ikinci varlık durumu ise öte dünyanın varlığı ile bu varlığı kendisinden öğrendiğimiz şeriattır. Şeriat gelince bize başka bir var olma tarzını bildirdi, heva gücümüzün 'aceleci' tavrının o varlık tarzıyla çeliştiğini de gösterdi. Bu durumda heva gücümüzün önüne çelişkiyi koyarak bizi iradeli varlık kıldı. Artık iradenin önündeki büyük sorun 'hemen olanın' hazzı ile 'daha sonra ve uzun vadede olanın serinliği' arasında kalmış olmasıdır. İradenin öteki-sonrakini tercihi zordur; lakin buna mecburdur ve dini hayat insanın böyle bir mecburiyetinden başlar. Dini hayatta bu mecburiyeti ortaya çıkartan teklif, yani insanın ilahi iradece yükümlü kılınmasıdır. Artık insan isteyerek veya istemeyerek mutlaka yola çıkmaya mecburdur: ahlaklı olmak insan için tercih değil mecburiyettir.
MECBURİ/TEKLİFİ İBADETTEN GÖNÜLLÜ VE İŞTİYAKLI İBADETE
İbnü'l-Arabi'nin ayet-i kerime yorumu nefis terbiyesindeki iki aşama üzerine kuruludur: Her iki aşamada nefis bir şeye tutkuyla bağlanmıştır ve normal şartlarda da tutkuyla hareket edecektir. Daha doğrusu tutkular nefsimizi –ben- yönlendirerek onu hazları elde etmek üzere harekete geçirir. Birinci aşamada acil arzularımız tarafından yönlendirilen nefis behemehal ve istekle hazları elde etmek için çabalar; başaramamaktan başka korkusu yoktur. Ancak şeriat hükümleriyle birlikte nefis çelişkiye düşmüştür: iki buyurgan irade arasında mütereddit kalan nefis yapmak istediği ile yapması gereken arasında bocalar kalır. Din hükmünün gelmesi heva gücünü değersizleştirir ve insanın tümel var oluşu için tehlikeli kılar. Bu durumda nefsin tereddüdü ulvi gayeler ile behimi duygular arasında kalmakla ilgilidir. Şeriat ona 'yapma' derken heva 'yap' der; şeriat yap derken bu kez heva bazen yap bazen yapma der. Her iki durumda da hazzı elde etme güdüsü vardır ve her iki durumda da insan için çelişki devam eder. İnsanın en çetin 'hicreti' arzularını terk etmesiyle birlikte mağarasını terk edişidir. İradeli olmak bir şeyi yapmak veya arzuyu yerine getirmekle ilgili değil, terk etmek ve bırakmada ortaya çıkar. Bir alışkanlığı bırakmaktan daha çetin ne olabilir? Nefs 'alışkanlık' mağarasından çıkmakla aydınlanır.
İbnü'l-Arabi nefsin terakkisinin tedricen kolaylaştığını söyleyerek baştaki soğukluğun yerini hazza bırakacağı anın geleceğini müjdeler. Daha önce hevaya istekle ve arzuyla itaat eden nefs bu kez Allah'a istekle ibadete başlayacaktır. Öyle bir an gelir ki Allah'ı hevasını sever gibi sever, onu dinler gibi dinler, onnu sözüne uyar gibi uyar. Haddi zatında ibadetlerin tasnifinde bu kategori mevcuttu ve tasavvuf bu ibadetler üzerinden riyazet ve mücahede yöntemini şekillendirmişti: tatavvu (gönüllüce) ve nafile ibadetler. Nafile ibadetler farz ibadetlerin zaman ve mekana göre çoğaltılmasından ibarettir. Bu ibadetlere nafile denmesi destekleyici olmalarından kaynaklanırken tatavvu (gönüllü) diye isimlendirilmeleri ise 'gönüllüce' ve istekle yapılmalarından kaynaklanır. Hadis-i şeriflerde insanın ibadetler sebebiyle yaşayacağı terakkiden söz edilir: 'Kul Allah'a farzlarla yaklaşır, sonra nafile ibadetlerle yaklaşmayı sürdürür, ta ki Allah onu sever. Allah kulu sevince onun gören gözü, duyan kulağı olur vs.' Bu durumda insan Allah'a ibadet etmeyi, sözünü dinlemeyi, O'nu anmayı büyük bir haz ve arzu ile yerine getirir; hatta sürekli bir özlemle ibadete koşar.
Bu durumda ibadetteki niyette söylenen 'Allah rızası' tabirinin anlamı değişir: Daha önce –teklifi ibadette- 'Allah'ı razı etmek' anlamına gelen 'Allah rızası için' tabiri yeni süreçte 'Allah'tan razı olmak' anlamına gelerek ibadetlerdeki niyetin anlamını tahkim eder. Bir mümin Allah'a O'ndan razı ve memnun olduğu için 'teşekkür' sadedinde ibadete başlayınca, dindarlık tamamlanmış demektir. Allah onun hevası ve tüm arzusu haline gelmiştir.
La-maksûde ve la mahbûbe illellah!