Tarikatlarda eğitim ve öğretimden söz edilince akla menkıbevi anlatımlar gelmelidir. Öteki din bilimlerine göre abartılı üslupla anlatılan menkıbeler çetin ve karmaşık konuları geniş kesimlere ulaştırmada başarılı bir yol olmuştur. Haddi zatında bunu din bilimlerinin bir başarısı saymak gerekir. Ahlaki içerik ve mevize/öğüt vermek yönü baskın gelen menkıbelerde hakikat ikincilleşir. Tasavvuf metinleri arasında önemli yer tutan tabakat literatürü başta olmak üzere, birçok metinde menkıbelere özel yer tutar; sanki hakikat menkıbelerde kendini 'abartıyla' saklamış gibidir. Menkıbeler bize iyi yaşanmış örnekleri anlatırken hep bir amaç taşır: dinleyenin anlatılanların yoluna katılması! Yola girmedikten sonra menkıbenin bahsettiği insanları ve hayat hikayelerini bilmenin ne anlamı olabilir ki? Bununla birlikte doğru yorumculuk menkıbelerin abartı üzerine kurulu olmadığını gösterebilir. Vakıa menkıbeler soyut ve çetin hakikatlerin muhayyile ürününe dönüştürülmesiyle insanlara ulaştırılmasını sağlar. Bu sayede hakikat insanlık belleğine yerleşerek güçlü ahlaki referans haline gelebilir.
Menkıbeler arasında birisi var ki söylediğim konuya en iyi örnek sayılabilir: Sözünü etiğim menkıbe Hz. İbrahim ile ona konuk olan Mecusi arasındaki hikayeyi anlatır. Hz. İbrahim'den aktarılan hikayelerde 'ziyafet' önemli bir yer tutar. Onun en bariz vasfının 'yemek ikramı' olması dinin insana anlatmak istediğiyle insanın beklediği arasındaki çelişkiyi sergiler. Din insanlığa ne söylerse söylesin insan her zaman ekmek ve ziyafet bekler! Kur'an-ı Kerim'de Hz. İbrahim'in misafirperverliğini anlatan örnek hikaye vardır. Lut kavmini helak etmek üzere gelen misafirleri ağırlarken onlara besili hayvan ikram eder; ellerini yemeye uzatmadıklarında fark eder onların melek olduğunu! Menkıbelerden birisinde Mecusi İbrahim'in misafiri olur. Tam yemeye başlayacakken Hz. İbrahim peygamber Allah'ın adını zikretmesini talep eder ondan veya benzer bir şey söyler. Adam Mecusi olduğunu söyleyerek Hz. İbrahim'in talebeni reddeder. Bunun üzerine İbrahim bir mecusiye yemek ikram edemeyeceğini söyleyerek adamı nezaketle gönderir. Adam da inancına sadık kalarak yemek için inancını bırakmaz: ekmek mühim olsa da inançtan değil. Ardından Allah İbrahim'i Mecusi sebebiyle ikaz ederek şöyle der: 'Ben bir ömür inancına bakmaksızın onu yedirdim içirdim; sen bir vakit yemek veremedin.' Hiç kuşkusuz Hz. İbrahim Allah hakkındaki hamiyeti ve gayreti sebebiyle böyle davranmıştı; lakin hamiyeti ifrata vardırarak dinin ve ahlakın ilkelerini ihlal eden insanlara örnek olmak üzere Allah kulunu bir kulu için ikaz etmişti.
Bu menkıbe geniş bir coğrafyada tarih boyunca anlatılmış, nesiller onunla terbiye edilmiş, dinin evrensel ilkelerini en iyi gösteren örneklerden sayılmış, vakıflar, hastaneler, yardım kurumlarını ortaya çıkartan aklı şekillendirmiştir. Böyle bir menkıbenin ardından söz konusu kurumlarda hizmet verirken insanın inancına bakmamak, onun inancı, dili, uyruğuyla ilgilenmemek söz konusu olamaz. Peki bu menkıbenin kaynağı nedir?
Hz. İbrahim'in İki Duası: Takva Sahiplerine İmam olmak ile Herkesi Rızıklandırmak
İnsanların Peygamber telakkisi ile vahiyde onların anlatılışı farklılık arz eder. Sünni gelenek peygamberden söz ederken onların ilahi bilgiyle yönlendirilmesiyle hatasız ve masum olduklarını kabul eder. Ayet-i kerimelerde ise Peygamberin davranışlarının tashihi, onlara doğru yolun gösterilmesi sıkça zikredilir. Bunun örneklerden birisi Hz. İbrahim'in Kabe'nin inşasının ardından yaptığı duada geçer.
Hz. İbrahim Kabe'yi inşa ettikten sonra oğluyla birlikte dua ederken şöyle der: '(Allah dedi) Ben seni insanlara imam yapacağım; İbrahim ise 'Neslimden de' deyince Allah 'benim vaadim zalimleri kapsamaz' buyurdu.' (Bakara, 124). Bu dua peygamberden beklenebilecek en nefis dua örneklerindendir. Çünkü 'takva sahibi olanlara imam olmak' her şeyden önce üstün değer olarak takvayı görmek ve bildirmek demektir. Din asaleti, kıymeti ve üstünlüğü takvaya bağlayarak 'Allah katında en keremli olan takva sahibi olandır' buyurmuştur. Haddi zatında Kabe'nin inşasının anlamı da budur: Kabe her türlü toplumsal derecelenmeyi anlamsız kılarak hakiki üstünlüğü takvada görmeyi temsil eder. İnsan Kabe'ye bunun için gider, haccın anlamı budur: takva dışında bütün üstünlük tarzlarını ayaklar altına almak! Allah duaya mukabil 'sözüm zalimleri kapsamaz' deyince anlıyoruz ki Allah onun neslinden zalim olanları da getirecek, peygamber ailesi olmak insana herhangi bir değer katmayacaktı. Değer ölçütü olarak takvaya inanmak bireyselliğe inanmak da demektir; insanın değeri yok ise –ki o da takvadır- taşınan değerle kıymet kazanamaz. Hz. Peygamber kıyamette bütün nispetler anlamını yitirir, takva bağı geride kalır derken bunu anlatır.
Allah'ın uyarıyla İbrahim ikinci duasını daraltır: Bütün neslini veya insanları değil de sadece takva sahiplerini katarak 'iman edenleri rızıklandır' (Bakara, 126) diye dua etti. Allah Teala Hz. İbrahim'in 'edeben' yaptığı daraltmayı tashih ederek 'iman etmeyenleri rızıklandıracağını' anlamında söz söylemiştir. Çünkü birinci duadaki takva sahiplerine imam olmak ile rızık, beslenmek birbirinden ayrı hususlardır. Birinden mahrumiyet ötekinden mahrum kalmayı iktiza etmez. Bu iki duada dile gelen hususlar, İslam'ın evrenselliğini anlamak bakımından hayati öneme sahiptir. İslam insanın yaşama hakkı başta olmak üzere, onun beslenmesi, düşünce hürriyeti, nesil hürriyeti gibi haklarını teminat altına alarak onları herhangi bir şekilde tartışma konusu yapmamıştır.