Hz. Yakub oğlu Yusuf'a 'anlatma rüyanı, sana tuzak kurarlar' diyerek takdir karşısında tedbirin durumunu göstermiş, ikinci cümlesiyle yani 'şeytan insana düşmandır' diyerek ise imanın tezahürü olan ferasete hakkını vermişti. Feraset bir şeyi olduğu hal üzere idrak etmek anlamına gelen nebevi bir ahlaktır. Hz. Peygamber 'müminin feraseti karşısında dikkatli olun, çünkü o Allah'ın nuruyla bakar' derken müminler için feraseti -veya onunla aynı anlamda kullanılan basiret- aklın ideal hali olarak açıklamıştı. Feraset iman etmiş aklın dünya ve hadiselere bakışıdır, o bakışı etkin kılan ise bütün zıtlıkların kaynağı olan Allah'ın nurudur. Bu itibarla feraset, zıtlıklarda tecelli eden vahdeti idrak etmektir diye tanımlanır.
Kelime kökeninden hareketle sonuca varmak mümkün müdür? İbnü'l-Arabi'nin söylediğine göre feraset, fers (at) veya iftiras (ata binmek, süvarilik) kelimeleriyle ilgilidir. Arada güçlü bir dil bağı olmasa bile, bir yakıştırma -veya işari yorum sayabileceğimiz- anlam ilişkisi fark edilir. Fers yani at sembolik olarak insan arzuları veya bedeni demek iken iftiras yani süvari olmak ise ata binmek, onu yönetebilmektir. Burada sözü edilen şey akıl ile beden, ruh ile nefs ve aruzlar arasındaki ilişkidir. Akıldan beklenen şey, nefse hakim olmak, sınırsız ve tehlikeli arzularını dindirebilmektir. Bu bakımdan ruh veya akıl bir süvari gibi atı doğru bir istikamete götüren kişidir. Atın arzusuna göre değil, aklın bilgisine göre hareket edebilen kişi hayat hikayesinde muvaffakiyete ve selamete kavuşarak rüyanın tabirine ulaşır.
İman ile ortaya çıkan feraset ile filozofların aşina oldukları feraset (akılcı feraset) arasında bir takım ilişkiler ve farklılıklar vardır. Filozofların meleke ve tecrübelerle ulaştıkları feraset, fizyonomi ile karakter arasında kurulan ilişkileri açıklar. Bu tarz ferasetin örneklerini Erzurumlu İbrahim Hakkı'nın Marifetname'sinde okuruz. Buna ilm-i kıyafe yani biçimsel ve şekil özellikleri ile insanın sabit huyları arasındaki ilişkileri tespit sanatı denilir. Özellikle hükümdarlara tavsiye kitaplarında bunlara yer verilir. Dini bir kavram olarak feraset ise bunun ötesinde, yer yer onu bozan bir ahlaki seviyeye işaret eder. Bunun nedeni dinin amacının dünyevi bir iktidar veya kar ve zarar ilişkisinin ötesinde başka bir şey olmasıdır. Dinde amaç bir insanın iyi veya kötü huylu olduğunu düşünerek ona karsı tedbir almak değil, gerçeği olduğu hal üzere idrak ederek, hem insanın kendisi hem mümin kardeşi için en hayırlı olanı elde edebilmek için gayret harcamaktır.
Yakub peygamber, Yusuf'u ikaz ederken iki hususa dikkatimiz çekilir: Birincisi akrabalık ve yakınlık kötülüğe engel teşkil etmez. O zaman 'düşman' ve düşmanlık öteki insanın işi olmaktan çıkarak en yakına kadar ulaşır; öyle ki bunun daha ileri en büyük düşmanın insanın nefsi olmasıdır. Kardeşlerin birbirine tuzak kurmaları, birine gelebilecek ihsanlara haset etmeleri tabii, daha doğrusu beşeri doğamızın iktiza ettiği bir davranıştır. Bunu yok sayarak kan bağını iyi ilişkilerde yeterli görmek, hamaset ve cahiliye hamiyyesi diye isimlendirilebilir. Böyle demekle baba Yusuf'u kan kardeşlerine karşı uyarmış oldu, fakat aynı zamanda onu kardeşlerine karşı şartlamış da oldu. O zaman bu sözü iyi bir söz veya konuşma olarak kabul etmek gerekmez; Yakub peygamber, her insanın kendinden veya tecrübelerinden bildiği bir şeyi söylüyor. Fakat 'peygamber' Yakub'u ardından söylenen sözde görüyoruz, daha doğrusu iman feraseti akabindeki sözünde ortaya çıkıyor. 'Şeytan insan için açık düşmandır.' İlk sözüyle kardeşlerine karşı şartlanan Yusuf ikinci söz ile uyarıldı, onlara karşı kin tutmak veya kötü düşünmek yerine, kardeşliği ve insanlığı şeytana karşı korumak üzere teçhiz edildi. Feraset gerçeği bu şekilde görebilmektir, en azından ferasetin bir kademesi budur. Yakub'un sözünde suç ve kötülüğün şeytana atfedilmesi gerçeğin bir kısmını anlatır, tamamını değil. Yakub hadiseler arasındaki nedensellik bağını kırarak kötülüğün -görünür nedenden değil- ardındaki saikten olabileceğini düşünmeyi öğretti bize. Yusuf da bu şekilde karşılaştığı her hadiseyi zihninde ikiye bölerek görünen -gerçek ilişkisini tahlile alışacaktı: Kuyuya atılırken kardeşler ile şeytan, satılırken satıcılar ile şeytan, kadın ile sınanırken kadın ile şeytan arasında zihni ikiye bölünerek vesileler ile sebepleri tahlili öğrenecek, hadiselerde tükenmeden sebeplere terakkiyi öğrenecekti.
Gerçeği olduğu hal üzere görmek, duyunun yanıltıcılığından uzaklaşmakla başlar, daha sonra aklın derin mertebelerindeki yolculukla devam eder, en sonunda kalbin zıtları bir araya getirme kabiliyetiyle ikmal edilir ve gerçek 'zıtları cem özelliği' ile keşfedilir. Düşünmek ve anlamak duyu ile mücadele ederek başlarken birçok merhaleden geçebilmek için sabırla yürünen bir yoldur. Din, önce 'şeytan' diye görmediğimiz varlığı özne kabul etmemizi ister; gerçekte bu, duyunun egemenliğinden uzaklaşmamızın birinci merhalesidir. 'Şeytan mı yaptı' demek, gördüğümüzden tereddüde düşmemizi sağlayan birinci merhaledir. Yakub, Yusuf'a bunu söylemiş olmakla hadiselere gördüğüyle bakmamayı ve onları anlamak için bir taksim yapmayı öğretmiş oldu. Peki Yusuf buna nasıl ulaşacak, meselelere nasıl böyle bakacaktı? Yusuf duyuların etkilerinden ancak duyuların tahrik ettiği nefsini zabt ü rabt altına ulaşmakla kurtulabilir, gerçeği duyuların gösterdiğinin ardındaki bir nedende veya vesilede arayabilirdi. Feraset işte nefsin hakimiyetinden selamet bulan gözün bakışı, kulağın duyusu ve aklın düşünmesi demektir.
Peki duyguların etkisinden sıyrılan akıl ne görecektir? Hadiselerin faili olarak insanları değil de şeytanı mı yeterli midir? Elbette yeterli değildir. İnsanların yerine şeytanı fail görmek aşılması gereken bir merhaleden öte bir şey değildir. Nefsine hakim olan insan hadiselerin daha büyük bir nedenden ortaya çıktığını fark ederek, büyük bir sınav ve amaç üzere dünyaya ve hadiselere bakmayı öğrenir. Kardeşleri kendisiyle sınayan ve onu kardeşlerinin tuzağına düşüren Allah'tı. Yusuf bunu rüyanın sonunda fark edecek, hadiselerin gerçek anlamına o zaman ulaşacak, tabir o zaman bulunacaktı: Alemin tabiri Hak'tır.
Ekrem Demirli