Herhalde zayıflığımız bizi tutunmaya mecbur ediyor, tutamazsak kaybederiz, belki yok oluruz diye endişeye gark ediyor. Tutununca zayıflığımız ortadan kalkmıyor, bunu biliyoruz, fakat zayıf olsak bile tutunduğumuz şeyin bize verdiği güç ile yaşamanın yolunu buluyoruz. İnsan bir düşününce hayatında ne kadar çok tutunma ve tutma arzusu olduğunu fark edebilir; el, avuç gibi tutan organlarımıza izafe ettiğimiz gücü fark edince, tutunmak ile güç arasındaki ilişkiyi daha iyi fark ediyoruz. Klasik psikoloji insanın eşya ile ilişkisini belirlerken onun tutma kuvveti kadar itme kuvvetini iki temel güç olarak ele alır: İterek ve çekerek nesnelerle ilişki kurar, zayıf varlığımızı bizden daha güçlü bir dünya içinde sürdürmeye çalışırız. Psikolojinin parçası olan ahlak ise nefsin güçlerinin ifrat ve tefrit hallerini düzenleyerek itidali anlamayı hedefler. Güçler belirli nedenlerle aşırı gidebilir veya bize zarar verecek derecede geride kalabilir; akıl güçlerimizi düzenleyen yasaları tespit ederek mutedil bir hayatın serinkanlılığında bizi yaşatmak ister.
İnsanın güçlerindeki bozulma öyle tuhaf bir sergiler ki tutmak ile itmek aynı belirsizliğe bizi taşır, iterken sanki tutuyor gibi veya çekerken-tutuyorken itiyor ve uzaklaştırıyor gibi olur. Dini ahlakın itmek-çekmek güçlerimizdeki tutumu vakıa ile ideal arasında gerçekçi bir zemine oturur, insanın ezelden ebede doğru intikal eden büyük serüvenindeki fayda ve zarar ilişkisi üzerinden ona bazen arzularıyla ters düşeceği yeni bir itmek ve çekmek ilişkisi gösterir. İtmek ve çekmek rastgele bir eylem değildir, bunu belirleyen şey, hiç kuşkusuz özde içgüdüsel görünüşte ise aklen fark ettiğimiz fayda ve zarar telakkimizdir. Dindarlığın ilerleyen mertebeleri içgüdüsel olanı aşarak 'akıl', bilhassa da iman ederek kalbe dönüşen akılla fayda ve zararı fark etmenin yolunu bize gösterir.
Hemen bütün kadim ahlak sistemlerinde insanın kontrolsüz bir alışkanlığı haline gelerek ömrü tüketebilecek olan 'itmek' ve 'çekmek' meselesini tahdit ve tanzim etmek genel bir kuraldır. Allah'a iman etmekle başlayan dini hayat ise insanın bu güçlerini nasıl düzenleyeceğini O'ndan öğreneceğini taahhüt etmesini iktiza eder. Bunun yanı sıra ibadetler, itmek ve çekmek güçlerimizin itidalini hedefleyerek bizi bağımlılık ve yersizlikten özgürlüğe taşımak ister. Bu itibarla zekat dünyayı kendimize doğru çekmemize bir sınır koyarak malın bizi boğmasına karşı bırakarak özgürleşmedir. Bu itibarla zekat vermekle amaçlanan şey, insanın sürekli kendisine çekmek istediği mal ile arasında şahsiyet bariyerinin çekilmesidir. Tüm ibadetlerin bileşimi olarak namaz, 'itmek ve çekmek' arasında kaybolan dikkatimizi huzurda ayağa kalkarak yeniden toplamak, Ben'e, dünyaya ve öteki insana Tanrı huzurunda yeni bir gözle bakabilmektir. Hac algıları aşamayan kimliklerimizi ortaya çıkartan itme ve çekmelerimizi reddederek öteki dünya bilinciyle beriki dünyadaki kar-zararı tanzim edebilmektir. Oruç yemek-içmek ve cinsellik gibi kendilerini olmazsa olmaz diye dayatan bedenin kar-zararını itekleyerek ruhu geri çağırmaktır
BIRAKABİLMEK CESARETİ VE İDRAK
Elimizdeki her ne olursa olsun onunla yapabileceklerimiz sınırlıdır; zaten bir şeyi elimizde veya avcumuzda tutarken onu sınırlamış, onu tanıma cihetimizi daraltmış oluruz. Elimizdeki asa ise ona dayanırız, onunla koyunlarımızı güderiz, yolumuzu açarız vs. Biz sınırlı amaçlar ve beklentiler için bir şeyi elimize alırız, başka bir şey de beklemeyiz. İnsan, Hz. Musa'ya söyleneni okuyunca şunu düşünmeden edemiyor: Kaç şeyi elimizdeki asaya döndürmüş, ne kadar da çok asamız olmuş, asa haline getirirken ne kadar çok şeyi yitirmişiz? Belki de bütün bildiğimiz asalar, asaya dönen şeylerden ibarettir. Asa olmayan neyimiz vardır ki hayatımızda? Gerçekte adet ve alışkanlık mağarasında yaşayan bir insan için her şey bir asa olabilir, her şeyi asa haline getirerek sınırlı amaçlarının aracı kılabilir insan. Mesela insan için bedeni bir asadır, hazlar üzerinden ilişki kurarız bedenle; değerler veya akılımız da bir asa olabilir, öteki insanlar en çok bir asadır. Öyle ki insan için ailesi, çevresi, hatta dini ve inandığı bütün kutsallar, kar ve zarar üzerinden ilişki kurulan asa haline gelebilir; en çok da mukaddes değerler, dindarlık asaya dönüşmeye müsaittir. İnsanın yapıp ettikleri bir asa haline gelir, onları elinde ve avucunda tutmak, onlarla birtakım faydaları temin etmek ister. Bütün bunların en şaşırtıcı olanı ise insanın bizzat kendisinin asa haline gelmiş olmasıdır. Bir asa aramakla daralttığımız perspektifimizi kar ve zararı geçerek sınırsızlığa açmak, nesneleri ve hadiseleri gerçekte oldukları hal üzere seyre çıkabilmek cesareti göstermek, dinin insandan beklediği ahlaki yetkinlik düzeyidir. Başka bir ifadeyle mülkiyeti tutkusunun yol açtığı aşırı yakınlık ve uzaklık (itmek-çekmek) körlüğünü mutedil ve munis bir ilişkideki basirete döndürmektir dindarlık.
Hariku'l-ade yani alışkanlık ve mecburiyetlerimizi boşa çıkartan bir basiretle nesnelere ve hadiselere baktığımızda ise onların gerçek yüzünü keşfetmiş olacağız; elimizdeki asaların büyük bir ejderha veya başka bir şey olabileceğini fark ederek irkileceğiz. Bakacağız ki, nesneler üzerindeki perdeler gerçekte gözümüze çekilmiş perdelerdir. Allah, Hz. Musa'ya 'at elindekini' dedi, atınca ejderhaya dönen asayı görerek korktu. Bu mucizeden insana düşen, bırakmayı öğrenebilmek, bırakabilmek cesaretini gösterebilmektir.