"Yazıklar olsun o namaz kılanlara." (Maun, 3)
Ayet-i Kerimenin Anlamını Bağlamında Tespit veya Halet-i Ruhiyyenin Anlamaya Etkisi:
Kur'an-ı Kerim mealleri üzerinde öteden beri bir takım eleştiriler dile getirilir, 'kadim' kitabın başka dile çevrilmesinin imkanı üzerinde ortaya çıkmış tartışmalar kötü örnekler görüldükçe yeniden hatırlanır, meal ile ilahi kitabın irtibatı bir çok yönden tartışılır. Tartışmanın bir kısmı en azından Türkçemiz için geride kalmış, yüzlerce meal yayınlanmış, halen yayınlanmaya devam etmektedir. Kaba bir gözlemle denilebilir ki, meallerin önemli bir kısmı birbirinden etkilenmiş, birbirlerinin hatalarına iştirak etmiş, bir çoğu iktibas sorunuyla malul meallerdir. Galiba bir çok mealin yapılmasının yegane saiki 'adım mütercimler arasında zikredilsin' düşüncesidir.
Mealler üzerinde bir çok akademisyen görüş beyan etmektedir, kişisel olarak dikkatimi çeken bir hususu bir ayet-i kerime örneğiyle ele almak istiyorum: Dikkatimi çeken husus ilahi kitabın nazil olma sürecini dikkate alarak ayet-i kerimeye anlam verebilmenin imkanı meselesidir. Her ne kadar nazil olma sebebi veya vakti kısaca bağlam kadim kitabın bükün anlamını belirlemiş olmasa bile en azından birinci anlamı tespitte bunu hesaba katmamak vahyin tedrici gelişindeki yorum imkanlarını hesaba katmamak demektir. Bu meyanda dikkatimi çeken ayet-i kerimelerden birisi Maun suresinde zikredilen 'Yazıklar olsun namaz kılanlara, onlar namazlarından bihaberdir, insanlara riyakarlık ederler, yardımları engellerler' mealindeki ayet-i kerimedir.
Bu ayet-i kerime namaz kılan insanlar başka bir iyiliği ihmal ettiklerinde ve namazın ruhunu anlamadıklarında ilk akla gelen uyarı ayetlerinden birisi olarak okunur. Böyle bir ihtimal her zaman mümkündür ve ilk bakışta burada bir çelişki veya yanılgı yoktur: Dindarlık bir bütünsellik iktiza eder, bir ibadeti yerine getirdiğinizde öteki ibadetler tazammun yoluyla o ibadetçe içerilir, nihayetinde ibadet -zorunlu olmasa bile- bir ahlaka yönlendirir. O zaman herhangi bir ibadet yerine getirilirken başka bir takım beklentilerin ortaya çıkması insanın kendi kendini muhasebe etmesinin nedenleri arasında başat bir rol üstlenir. Fakat Maun suresindeki ayet-i kerimenin bu bağlamlarda zikredilişinde ciddi bir mesele ortaya çıkar, en azından meallerde sorun daha açık bir şekilde kendini gösterir.
Maun suresinin nazil olduğu evrede henüz namaz farz değildi, daha doğrusu bugün bildiğimiz formuyla namaz bir ibadet olarak emredilmiş değildi. O zaman ayet-i kerimeye anlam verirken 'namaz' desek bile başka bir anlamda namaz demek gerekir. Nazil olan ilk ayet-i kerimelerde Hz. Peygamber'in namazından söz edilir, bunlardan birisinde 'namaz kılanı engelleyen' diye Mekkelilere (Ebu Cehil) atıf yapılır (bir çok başka örnek verilebilir). Halbuki burada tikel bir eyleme 'namaz' demek ile bileşik bir yapıya, Hz. Peygamber tarafından talim edilen ibadetler bileşimine namaz demek arasında fark olmalıdır.
Bütün ibadetler genellikle tikel bir eylem (-sizlik) üzerine kuruluyken namaz tikel ibadetlerden oluşan bileşik yapı olmak özelliğiyle ötekilerden ayrışır. Bu itibarla namaz ibadetler bileşimidir ve onun her bir parçası müstakil ibadettir. Namazı oluşturan parça ibadetler Kuran-ı Kerim'de müstakil ibadet olarak zikredilen eylemlerdir. Bu meyanda secde (edenler), rüku edenler, ayakta veya oturarak zikredenler veya tespih edenler, hamd edenler namazdan bağımsız olarak zikredilir. O zaman namazı ele alırken parça-tikel namaz ile bileşik namazı ayırmak gerekir. Maun suresinde veya Alak suresinde zikredilen bileşik namaz değil, namazın bir parçası olmalıdır. Bu anlamıyla da namazı sadece Müslüman olanların kıldığını düşünmek gerekmez. Kabe'nin etrafında ifa edilen çeşitli ibadetler İbrahim Peygamber'den beri devam eden bir Hanif dini uygulamasıydı. Bu merhalede henüz Müslümanlık ile Hanif dininin ibadet ve rükünler düzeyinde ayrıştığına tanık olmuyoruz. Böyle olunca Mekkeliler 'namaz kılmak' veya öteki ibadetlerde Müslümanlar gibi kabul ediliyor, onların ibadetlerindeki tikelliğe dikkat çekiliyor. Namazı anlamayanlar ve kendilerine yazık denilenler bu şekilde namaz kılan Mekkeliler olmalıdır (birinci anlamda). Onlar bu ibadeti kendisi için ifa ettikleri Allah ile insanları eşit görmeyi emreden Allah'ı bir kabul etmiyor, üstün ve seçilmiş toplum olduklarını düşünerek ibadeti bir seçkinlik göstergesi ve bir imtiyaz olarak icra ediyorlardı )Hacla ilgili bir hususta bu konu beyan edilir, Mekkeliler öteki insanlarla aynı şekilde haccetmezler). Ayet-i kerime bu tikel ibadeti (namazın ilk hali) anlamsızlaştırmıyor, ona büyük bir değer bahşederek insanların dikkatlerini namazın dönüştürücü imkanlarına çekiyor: Bu namazı kendisi için kıldıkları Tanrı öteki buyrukların da sahibidir, onların yoksulları himaye etmelerini emreden Rableridir.
Burada iki hususa daha dikkat etmek gerekir: Birincisi surede geçen veyl kelimesinin anlamına öteki ise infakı engellemek eylemine! Veyl kelimesini bir kınama, aşağılama eylemi olarak okumak mümkün olsa bile kelime Tanrı'ya izafe edildiğinde anlamının müspet bir içerikle değişebileceğini akla getirmek gerekir. O zaman kast edilen daha çok uyarı, bir şeye değer vermenin istilzam ettiği şefkatli bir insanın kendisine yazık etmesi, insanın kendisinin ve ibadetinin değerini takdir edememesi gibi bir anlatım olabilir. Dikkatimizi çekmesi gereken ikinci konu ise herhangi bir şekilde kötülük yapmak ile iyiliği engellemek arasındaki bariz farktır. Kötülük yapmak her insan için mukadder bir durumdur, bir Müslüman da bunu yapabilir, hatta sıklıkla yapabilir. Fakat iyiliği engellemek sadece bir kötülük değil, iyiliğin varlığını ortadan kaldırmak ve ona inanmamaktır. Bu bakımdan ayet-i kerime bir Müslümandan değil daha çok inançsızdan ve buyruğu reddeden, geleneksel olarak ibadeti yerine getirse bile özünde ilkeyi inkar edenden söz eder. Çünkü yoksullara iyilik yapmayı engellemek, bir hayrın önüne bilinçli bir şekilde geçerek ona mani olmak, hayrın hayır olmadığını kabul eden birisince yapılabilir. Halbuki Tanrı o hayrı hayır olarak belirlemişti.
Dinde bu iki seviye mutlaka ayrıştırılır: Birincisi 'avam' denilen insanın tavrı kabul edilirken ikincisi özne haline gelerek toplumu yönlendiren, inançta veya inançsızlıkta 'taraf' olan kimsenin durumudur. Ayet-i kerimede 'engelleyenler' denildiğine göre kast edilenler, yaptıkları ibadeti boşa çıkartacak şekilde, Tanrı'nın buyruklarını yok sayan, onlara iman etmeyen, emirlerini sadece bir gösteriş, kendi üstünlüklerini izhar eden bir ritüel haline getirenlendir.
İnsanları kafir kılan şey, günahları değil, 'iyiliği engellemek' ifadesiyle beyan edilen bu reddediştir.
Ekrem Demirli