"Sana tâbi olayım, bana sana öğretilen bilgiyi öğret. (Hızır dedi ki): Sen bana sabır gösteremezsin."
(Kehf, 66)
Hz. Mûsâ ile Hızır hikayesi, sûfîlerin Kur'ân-ı Kerîm'de en dikkat çektikleri kıssaların başında gelir, bunda tereddüt yoktur. Üstelik bu konuyu Hz. Mûsâ'nın geçen hafta sözünü ettiğimiz 'mecmau'l-bahreyn' yani insanın kemali anlamında yorumladığımız büyük yolculuğu ve arayışı üzerinden değil, zahir ile bâtın kavramlaştırmasıyla şeriat bilgisi ile ledün bilgisi arasında tesis ettikleri karşıtlık üzerinden Hızır'ın ehemmiyeti açısından kurarlar. Haddizatında tasavvufun dini hayat gelenekleri dahilinde meşruiyet ararken sıkça atıf yaptığı metinlerin başında bu kıssa gelir ve tasavvuf açısından burada durum gayet barizdir: Büyük peygamber Hz. Mûsâ (ki o esnada henüz peygamber olup olmadığını bilmiyoruz ve daha önemlisi Hızır ile neden görüşmek istediğini de bilmiyoruz) yabancı bir insanın peşinden gidip ona tâbi olmak ve 'ledün' ilmini öğrenmek için ona talebe olmaya niyetlenmiş ise tasavvufun insanlara söyleyebileceği çok mühim bir iş vardır. Bu itibarla kıssa, tasavvuf için en önemli meşruiyet kaynaklarından biri olarak okunabilir, zahir ile bâtın karşıtlığı en açık şekilde bu hikayede dile getirilmiştir denilebilir.
Müslümanlar Hz. Peygamber'in hayatında Hz. Mûsâ'nın, Hızır'ın, Hz. Şuayb'ın, Hz. Harun'un yahut Hz. Îsâ'nın hayatındaki Hz. Zekeriya, Hz. Yahya ve Hz. Meryem gibi örneklerle karşılaşmaz. Binaenaleyh Hz. Peygamber kelimenin hakiki anlamıyla bir ümmidir. Bununla birlikte Hızır ikinci, üçüncü asırlardan itibaren Müslüman toplumun maneviyatının meçhul bir şahsiyeti olarak tasavvufi hayatın birçok meselesinin en önemli dayanak noktası haline gelmiştir. Hızır'ın Müslüman toplumda nasıl bir yer teşkil ettiği ve bu yerin hangi süreçlerde ortaya çıktığı üzerinde pek bilgimiz yoktur. Lakin öyle veya böyle tasavvufun din bilimleri yaklaşımında zahir ile bâtın kavramlaştırmasını yerleştirip de görünenin ardındaki görünmeyeni 'hakikat' sayarak ona yolculuğu amaç edinmekle birlikte Hz. Mûsâ ve Hızır karşıtlığı esaslı bir yer kazanmış görünmektedir. Öte yandan bu meseleye yani görünen ile görünmeyen arasındaki (zahir ile bâtın) ilişkisinin önce karşıtlığa, daha sonra da zahirin salt bir araç haline getirilip önemsizleştirilmesiyle (ibâhîlik biraz bu nedenle güçlenmiştir) birlikte tasavvuf en iddialı evresine girdiğini düşündü. Hz. Mûsâ bile kendisine zahirin ardındaki bâtını öğretmek için 'lüdünni bilgi' sahibi mürşide muhtaç ve onun 'şeriat' bilgisi buna sabır göstermeye elverişli değil ise tasavvuf vazgeçilmezdir, fakat ancak seçilmişlerin varabileceği bir yol olmalıdır.
Binaenaleyh tasavvufun bazen Hz. Mûsâ'nın 'kuralcı' yoluna mukabil Hızır'ın 'bâtın' yolu, bazen de satırlarla ve sözlerle aktarılana karşı 'gönle ilham edilen' sır ilmi olarak görülmeye başlanmasıyla birlikte Hızır ve benzeri 'meçhul' ve gizli insanlar tasavvufun gizeminde büyümüşlerdir. Meselenin en önemli kısmı ise hiç kuşkusuz "ricâl" kısmıyla ilgilidir. Sûfîler dini hayatta kurucu alanı ve teorik merkezi ricâl ve velilere dayandırınca 'zahir'in içi büsbütün boşaltıldı. Üstelik zahiri temsil eden bilginler özellikle de fakihler sûfîlere yakın oldukları ölçüde değerli görüldü (bu nedenle sûfîlere göre İmâm-ı Âzam 'Ca'fer es-Sâdık olmasaydı Numan helak olurdu' demiştir). Velhasıl Hızır'ın esas bir konu haline gelmesi de bu değişimle ilgili olmalıdır. Birçok veli ve tarikat mensubu Hızır'dan 'ledün bilgisi' öğrendiğinden söz etmeye başlamış, Hızır tarafından terbiye edilmek tasavvufun normal bir hadisesi olmaya başlamıştır. Bu durum tasavvufta mürşit merkezli silsileyi esas alan bir yöntemin yerleşmesini de görece tezyif etmiş görünmektedir (burada bir de Veysel Karanî konusu ele alınmalıdır ki o da yaklaşık aynı çerçevede yorumlanmış bir konudur).
Hikayeyi Hz. Mûsâ merkezli okuyarak Hızır'ı bir 'talebe' ve yardımcı haline getiren ise İbnü'l-Arabî ve onun etkiledikleriydi. Vakıa İbnü'l-Arabî meseleyi tam olarak Mûsâ kıssası gibi okuyarak Hızır'ı ona tâbi, bir nebi-veli ilişkisi olarak yorumlamış ve hikayenin de tamamen bu istikamette okunmasını savunmuştur. Fakat İbnü'l-Arabî'nin bu konudaki yorumlarının kendisinden sonrayı derinden etkilediğini ve sûfîlerin bu bahisteki tutumlarını değiştirdiğini söylemek zordur. Halihazırda yaygın tutum yukarıda bahsettiğim 'Hızır merkezli' ledün ilmi açıklamasıdır. İbnü'l-Arabî'ye göre Hz. Mûsâ büyük peygamber ve Hızır ise tâbi bir nebidir. Buna göre hikayenin Hızır ekseninde değil, Hz. Mûsâ ve onun şeriatı ekseninde okunması gerekir. Bu meseleyi daha sonra kendi özel kavramlaştırmasıyla 'söylenmiş olanda söylenmemişi bulmak' diye ifade etmiştir. Bu meyanda onun görüşünü destekleyen birçok hususa işaret etmek gerekir:
Karşılaşmanın başlangıcında Hz. Mûsâ ile Hızır'ın konuşma tarzı İbnü'l-Arabî'nin görüşüne uygun bir yorumla okunabilir: Mûsâ ona 'Allah'ın sana öğrettiği bilgiyi bana öğretmen için sana tâbi olayım mı?' dediğinde, bu cümle bir müridin veya talebenin mürşidine sorabileceği bir soru değildir. Çünkü burada bir talepte bulunuluyor, lakin bir 'şart öne sürülerek' talep ediliyor. Böyle bir soru bir kâmilin başka bir kâmile hatta daha noksan birisine sorabileceği bir sorudur. İnsanın kâmil olması, her işte bütün bilgilere vâkıf olmasını iktiza etmez. Bir bahisteki bilgisizlik, kemalin bir parçası kabul edilir ve kemale zarar vermez. Kur'ân-ı Kerîm'de Hz. Peygamber'e istişare etmeyi belirten ayet-i kerimeler bu eksende yorumlanır. Her insanın Tanrı ile arasında özel bir yön vardır ve bu yön bazen ötekinin bildiği hakikatin özel bir veçhesini anlatabilir. Bu bakımdan böyle bir talepte bulunmak Hz. Peygamber'in 'Allah'ım bilgimi artır' demesindeki gibi bir bilgi talebidir. İkinci cümle daha dikkat çekicidir: 'Sen bana karşı sabırlı davranamazsın' demek, bir mürşidin müride veya talebeye değil, bir insanın kendi üstünde olana söyleyebileceği bir cümledir. Çünkü ondan zımnen sabırlı olmasını talep ediyor ve bu konuda aciz kalarak 'umutsuz' durumu beyan ediyor. Üçüncü cümle ise Hızır'ın cümlesidir: 'Sana açıklama yapıncaya kadar bana soru sorma.' Hızır, Mûsâ'ya böyle neden dedi? Dedi, çünkü Mûsâ açıklama yapılması gereken üst bir makamdı, sadece bunun için müddet talep etti. Başka gerekçeler de tespit etmek mümkündür. Her hâlükârda Hızır'ın, Hz. Mûsâ'nın şeriatında saklı bir imkan veya özel bir yorum olduğunu düşünmek gerekir.
Ekrem Demirli