İslâm’ın Mekke Döneminde İbadet ve Ahkâm Yok Muydu?
"De ki: Ey kâfirler, ben sizin ibadet ettiğinize ibadet etmiyorum." (Kâfirûn, 1).
Âyet-i kerîmeyi okuyunca akla gelen ilk husus bir iddianın reddedilmesi sadedinde Hz. Peygamber'e böyle bir emrin gelmiş olabileceğidir. Öyle görünüyor ki nübüvvetin ilk yıllarında Mekkeliler Hz. Peygamber ve ona iman edenlere 'aynı şeye ibadet ediyoruz' benzerinde bir söz söylemiş, âyet-i kerîme ise İslâm ile Mekkelilerin ibadet hayatlarını 'tefrik (furkan)' etmek üzere bu hükmü beyan etmiştir: Ben sizin ibadet ettiğinize ibadet etmiyorum! En sonunda ise sizin bir dininiz benim ise bir dinim var; sizinki size, benimki bana tarzındaki bir ifadeyle söz konusu 'tefrik' açık hale gelmektedir.
Mekke'de nazil olan âyet-i kerîmelerin genellikle iman üzerinde odaklandığı, kıyamet ve ölüm bahisleri gibi görece 'soyut' bahislere atıf yaptığı; Medine'de nazil olan âyet-i kerîmelerde ise ibadetler, toplumsal meselelerin belirtildiği söylenir. Doğrusu bir dinin yayılma sürecinde 'soyut' olandan somuta doğru bir gelişmenin ortaya çıkması anlaşılması güç bir meseledir; daha çok somut olandan soyut olana, daha sonra da tam soyut konulara doğru bir terakkiyle dinin insanlara ulaştığını düşünmek gerekir. Bu nedenle 'cemaat' ortaya çıktıkça hükümlerin geldiği hakkındaki yaklaşıma tereddütle bakmak yerinde görünüyor. Bu alanda yazı yazan hatta görüş beyan edenlerin hareket ettiği nokta ise âyet-i kerîmelerin içerdiği hükümlere göre bir sıralama yapmış olmalarıdır. Bu bakımdan söylediklerinin haklı tarafı olabilir. En azından toplumsal düzenle ilgili hükümler Medine'de gelmiş, namaz hicretin hemen öncesinde farz kılınmış, oruç Medine'de ikinci senede farz kılınmış, hac en son farz kılınmıştır vs.
Peki Müslümanlar ilk başta ibadet olarak ne yapıyorlardı? Bu soruya olumsuz olarak cevap vermek, dinin talim ve tedrisinin tamamen pratikten yoksun olarak gerçekleştiğini düşünmek anlamına gelerek dinin doğasına aykırı bir durum ortaya çıkartacaktır. Bir bilgi ve talim meselesi olarak dindarlık, bilimlerin öğrenilme sürecine benzer bir yol takip eder: Önce daha basit ve görece şeklî konular öğrenilir, insan zihni ve idraki geliştikçe ise daha soyut konulara doğru ilerlenir. Dinde bu pratik alan -mesela kadim bilim geleneklerinde metafiziğe hazırlık için öğrenilen doğa bilimlerine karşılık gelen kısım- ibadet hayatına tekabül eder. Bu bakımdan pratiklerle eğitilen insan idraki daha soyut konulara hazırlanır, onları anlayabilecek hale gelir. İslâm'da dindarlığın gelişim seyri böyle gerçekleşmiştir. Meselenin ikinci yönü ise bilhassa ibadetlerin Medine'de belirlenmiş olduğu kabulü, İslâm'ın öteki dinî geleneklerle bilhassa Yahudilik ile ilişkisinde ciddi bir sorundur. Uzun zamandır oryantalist araştırmacılar tarafından dile getirilen bu türden -İslâm önceki dinlerin eklektik bir tarzıdır şeklindeki- iddialar günümüzde de dile getirilmektedir. Bu iki sorunun çözümü, İslâm'ın bir din olarak gelişim seyrinin anlaşılmasında belirleyici rol oynayacaktır.
Önce yukarıdaki tespiti tekrar edelim: Mekkeliler Hz. Peygamber ve Müslümanlar için 'aynı şeye ibadet ediyoruz?' demiş olabilir mi? Öyle görünüyor ki iyi niyetle böyle bir söz söylemiş olabilir ve bu sayede Mekke'de dinî hayatta ortaya çıkan bölünmeyi izale etmek istemiş olabilirler. Çünkü onlar bu süreçte Müslümanların da kendileri gibi pratik bir ibadet hayatına sahip olduğuna, aynı ibadetleri yaptıklarına, Kâbe'ye aynı şekilde baktıklarını vs. görüyorlar, bu nedenle de 'ibadet hayatı aynı' diyorlardı. Onlar Hz. Peygamber'i, peygamber olarak kabul etmemiş olsalar bile Kâbe'deki hizmetleri yapan, Mekke'nin geleneksel dinî hayatını sürdüren zümrelerdi. Onlar Müslümanları takip ediyor, onların dinî hayatlarına şahitlik ediyor, belki de saygı duyuyor, aynı ibadetleri yerine getirdiklerini gözlemliyor, bu nedenle de 'aynı şeye ibadet ediyoruz, o zaman niye bölünme ortaya çıkıyor' diye düşünüyorlardı.
Bu yaklaşımı teyit edebilecek deliller arasında bazı âyet-i kerîmeler de zikredilebilir: İlk âyet-i kerîmede "Namaz kılanı engelleyeni gördün mü?" (Alak, 9) veya "Yazık olsun kıldığı namazdan habersiz olanlara" (Mâ'ûn, 5) veya "Rabbin için namaz kıl" (Kevser, 2) gibi âyet-i kerîmeleri bu meyanda hatırlamak gerekir. Bütün bunlar, Hz. Peygamber'in ve sahâbesinin 'namaz' (salât)' adı verilen bir ibadeti yerine getirdikleri kadar Mekkelilerin de 'salât' ibadetinde onlara iştirak ettiğini gösterir. Burada 'salât' ibadetini hangi anlamda yorumlarsak yorumlayalım vakıa değişmez: Bu ibadetler Mekkelilerce bilinen, onların da az çok yerine getirdiği ibadetlerdi fakat onlar 'anlamlarını' idrak etmedikleri için kendilerine ve ibadete yazık ediyordu.
Peki bu ibadetler nereden geliyordu? Hiç kuşkusuz bu ibadetler ve ahlâkî kurallar uzun bir süreden beri Mekke'de hâkim olan Hanif dini ile onu getiren Hz. İbrahim'den geliyordu. Başka bir anlatımla İslâm (nasıl ki Hristiyanlık, Yahudilik ve Tevrat'ın çerçevesi içinde doğduysa) Hanif dininin içinde doğdu, o dinin emir ve yasaklarını reddetmeksizin onlara göre pratiklerini oluşturdu, zaman içinde ise tedrîci bir şekilde bu dinden uzaklaşarak müstakil hükümler getirdi. Bu ayrışma sürecinin en somut göstergesi ise hicretin tamamlandığı eylem sayılabilecek Kâbe'den başka bir istikamette ibadetin yerine getirilmeye başlanmasıdır. Vakıa İslâm'ın bir din olarak mahiyetini anlamada herhalde en önemli hadise 'Kâbe'den hicret' etmekti. Kâbe'den yüz çevirmekle İslâm, Hanif dini ile arasındaki 'geleneksel' bağı koparmış, Mekkeliler ve Kâbe'yi dinin merkezi sayanların gözünde 'kâfir' haline gelmişti. Gerçekte Müslümanların Kâbe'den sonra nereye döndüklerinin hiçbir önemi yoktu, Kudüs'ün ikinci Kâbe olması da mühim değildi. Burada bir yerden 'kopmak' -tıpkı bir mağaradan çıkarcasına- başka bir şeye veya yere yönelmeyi önceleyen bir eylem olarak İslâm'ın reddedişini ifade eden simgesel bir anlam taşır. Kâbe'den yüz çevirene kadar İslâm'ın 'şeriatı' Hanif dininin kuralları olmalıdır. İşte 'aynı şeye ibadet ediyoruz' tarzındaki bir değerlendirmenin dayanak noktası burasıdır.
Fakat âyet-i kerîmede mühim bir konu daha vardır: İslâm bu Mekkelilere 'kâfir' derken ne demek ister? Bunların bir kısmının muvahhit olduklarını düşünmek mümkündür. Mekke'deki her insan, bilhassa hanifler tevhit akidesini benimsiyordu. Buna rağmen onlar kâfir idi. Çünkü İslâm ile birlikte kâfir kelimesinin anlamı Tanrı'yı inkâr eden veya O'na ortak koşan değil, öncelikle nübüvveti inkâr eden demekti. İslâm'ı dinî geleneklerden bilhassa da içinde doğduğu Hanif dininden ayrıştırıp zaman içinde o dini 'mensuh (geçersiz)' kılan ayırıcı ilke, nübüvvetti. Bu nedenle Allah peygamberine "De ki onlara: Ey kâfirler"(Kâfirûn, 1) demesini emretti. Çünkü gerçekte kâfir Hz. Peygamber'i 'peygamber' saymayan olduğu gibi Müslüman olmak ise onu peygamber etmekle ikmal olan bir eylemdi. Bu süreçte kelime-i tevhidin ikinci kısmı yani "Muhammed (sav.) Allah'ın Peygamberidir" düsturu İslâm'ı bir din kılan esas ilkeydi.
Medine'de İslâm'ın kendi ibadetlerini belirlemiş olması ise İslâm'ın Hanif dinî geleneğinden ayrışma sürecini ortaya çıkartır. Bu şekilde İslâm, namazı önceki dinlerdeki namazlardan ayrıştırarak kendi formel yapısıyla farz olarak belirlemiş; orucu, zekatı ve öteki emirleri Hz. Peygamber'in uygulamasıyla farz olarak emretmiştir. Bu süreci bir kelimenin kavrama dönüşmesi gibi yeni bir varlık anlayışı dahilinde önceki yapının çözülerek yeniden inşası gibi düşünmek mümkündür.
Ekrem Demirli
Yasal Uyarı: Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Turkuvaz Medya Grubu'na aittir. Kaynak gösterilse dahi köşe yazısı/haberin tamamı özel izin alınmadan kullanılamaz.
Ancak alıntılanan köşe yazısı/haberin bir bölümü, alıntılanan habere aktif link verilerek kullanılabilir. Ayrıntılar için lütfen tıklayın.