Yaratmak, Yönetmek, Tekrar Var Etmek: Allah ve Âlem İlişkisi Üzerine

Yayınlanma Tarihi: Ocak 17, 2025 11:51 Güncelleme Tarihi: Ocak 17, 2025 14:20

"Benim rabbim her şeye yaratılışını veren ve hidayet edendir." (Tâhâ, 50)

Hz. Mûsâ'nın nübüvveti sürecinde muhatap olduğu en önemli figür Firavun değildi. Bununla birlikte hafızamızda en çok olanlar Firavun ile mücadelesinde yaşanan hadiseler olmuş, en büyük cihadı 'zalim muktedire hakikatin söylenmesi' diye tanımlanan hadîs-i şerifteki gibi, Hz. Mûsâ tüm zamanlardaki zalimlerin ve diktatörlerin prototipine karşı hakikati söyleyen insanların 'ideal örneği' kabul edilmiş, dinin tebliği ise güçlü zalime karşı zayıfların doğal taraftarı olduğu bir hak(-ikat) mücadelesi olarak telakki edilmiştir. Vakıa Firavun hayatının ilk evresinde önemli bir rol oynamış olsa bile o, Hz. Mûsâ'nın 'nübüvvet' sürecinde birkaç hadiseyle sahnede gözükür, daha sonra yerini iştahlı firavunlara, başka bir anlatımla zulüm yoluyla kendisini çoğaltan 'mazlum' firavunlara bırakarak Nil'de boğulur. Bu kez de Hz. Mûsâ tebliğini kabul etmekle birlikte onun gereklerine sabırla karşılık vermek yerine kestirmeden Firavun gibi güçlü olmak hayali kuran kavmiyle mücadele eder. Hiç kuşkusuz zulüm diye tabir edilen süreç, aynı zamanda bir karşılaşma, tanışma, talim ve tedris tarzıdır: Bu tarz ile insanlar uygulama yolu gibi bir yolla zulmü öğrenir, ondan nefret eder gibi gözükseler bile, bir yaşama yolu olarak zalime öykünürler. Bu meyanda başta zulme karşı koyarken daha sonrasında ise onu benimserler. Bu itibarla 'zulüm' yani haksız ve abartılı bir baskı yoluyla insanlara tahakküm etmek mazlumlar için başka çıkış nadiren bırakabilen bir ikna yöntemidir.

Hz. Mûsâ'nın Firavun ile konuşmaları çeşitli âyet-i kerîmelerde farklı şekillerde aktarılır. Bunun nedeni birden çok görüşmenin olmuş olmasıdır. Allah "Firavun'a gidin, o azmıştır. Ona yumuşak söz söyleyin." (Tâhâ, 43-44) diyerek tebliğ etmek göreviyle kendilerini gönderirken Hz. Mûsâ acziyetini itiraf etmiş, bir suç ile terk ettiği şehre dönmesindeki güçlükleri hatırlamıştır. Tebliğ görevinin kendisi her zaman zor olsa bile Firavun'a ve toplumuna tebliğ, görünüşte başka zorluklar içeriyordu. Hepsinden önemlisi burada tarih ve hafıza, tebliği daha işin başında bozabilir, bunun neticesinde de dinin tebliği ve Tanrı değil, toplumsal travmalar veya psikolojik süreçler öne çıkabilirdi. Hz. Mûsâ'nın dualarını bu istikamette düşünmek gerekir. Başka meyanda Hz. Mûsâ "Ben nefsime zulmettim, (beni nefsime bırakma)" (Kasas, 16) der gibi bir duayla iltica etmişti Allah'a. Kuşeyrî'nin söylediğine göre, yaklaşık bir yıldan daha fazla süren bir gayretin ardından Firavun'a ulaşabilen Hz. Mûsâ 'azgın' Firavun'a rabbini hatırlatır, "Sana Rabbinin elçileriyiz" (Tâhâ, 47) diyerek rab ile kul arasındaki en yakın ilişkiye 'ikinci tekil şahıs' zamiri (rabbike) üzerinden dikkat çeker: Biz (yalnızca) elçisiyiz, bizi dikkate alma. Sen rabbini hatırla demek istedi. Tebliğin zaten amacı da budur: Sadece Rabbin hatırlanması, O'nun tespihi, O'na hamdin hatırlanması. Firavun "Sizin rabbiniz kimdir?" (Tâhâ, 49) diye garip bir soruyla karşılık verir. Halbuki sorması gereken şey, illa soracaksa, "Benim rabbim kimdir?" olmalıydı. Yanlış soru sormakla 'azgın' olduğunu gösteren Firavun bu sayede istihza ve tebliği reddini göstermiş oldu. Bununla birlikte denizde boğulurken sorduğu soruyu hatırlayacak, "Ben Harun ve Mûsâ'nın rabbine iman ettim" (Yûnus, 90) diyecekti.

Hz. Mûsâ Firavun'un sorusuna cevap vermiş, uluhiyetin temel niteliği olan yaratma fiilinden Tanrı-alem irtibatını hatırlatarak "Her şeye yaratılışını vermiş olan" demiş, sonra da "(her şeye) hidayet edendir" (Tâhâ, 50) demişti. Hiç kuşkusuz "Sizin rabbiniz kimdir" sorusu başka bir bağlamda Hz. Mûsâ'ya "Senin rabbin nedir (mahiyeti sormak)" sorusu gibi değildir. "Rabbin nedir?" sorusu daha teolojik, daha şaşırtıcı, soru soranda hem kurnazlık hem de bilgi olduğunu gösteren bir soruydu. Fakat Hz. Mûsâ her iki soruya da aynı tarz cevap vermiş, Hz. Peygamber'in bir hadîs-i şerifinde "Allah'ın zatı üzerinde düşünmeyin" diye buyurduğu gibi, zât-ı ilâhiyye hakkında değil, insan ve âlemle nispeti, irtibatı üzerinde, kısaca O'nun fiilleri üzerinde konuşmadan başka bir yol almadığını göstermek üzere dikkatini ilâhî fiillere vermişti. Buna göre Tanrı ancak fiilleriyle konuşulabilir, Tanrı ancak âlem ve insan dünyasındaki tecellîleri üzerinden idrak edilebilir.

Hz. Mûsâ'nın verdiği cevabın devamı daha dikkat çekicidir: Açıklamanın hareket noktasının 'er-Rab' ismi olduğunu hesaba katmak gerekir. Rab bir şeyin sahibi, onu yöneten ve idare eden, onun adına iyi ve faydalıyı meydana getiren (muslih/ıslah eden) bir isimdir. Hz. Mûsâ'nın sürekli bu ismi kullanmış olması -ilâhî emir gereği- konuşmanın rab ve rububiyet, metafizikçilerin yorumuyla, merbûb (rabbin kulu) üzerinde gerçekleşmesini temin etmiş olmalıdır. Firavun da halkına "Ben sizin en büyük rabbinizim." (Nâzi'ât, 24) diyerek bu ismin fiil alanına taaddî etmekle (ölçüyü aşmakla) yoldan çıkmıştı. O zaman burada seçilen ismin rab olmasıyla konuşmanın şekillendiğini hatırda tutmak gerekir: "Benim rabbim her şeye yaratılışını vermiş olandır." Bu âyet-i kerîmeyi, her şeyi yaratmış şeklinde düşünmek mümkün olduğu gibi aynı zamanda 'halk' içine dahil olan tüm özelliklerini veya yarattıktan sonra gerek duyduğu şeyleri vermek anlamında da alabiliriz. Hilkat veya halk, Tanrı ile insan ve âlem ilişkisini belirlemede ilk akla gelen eylemdir. Tanrı yaratan, insan ise yaratılan olarak ontolojik bir ilişkide tecellî eder: Nazil olan ilk âyet-i kerîmede "Yaratan rabbinin adı" (Alak, 1) denilirken Hz. İbrahim'in Allah'a dönüşünü anlatan âyet-i kerimede "Gökleri ve yeri yaratan" (En'âm, 79) denilir. Hz. Mûsâ bir yandan rab isminin çoklu anlamına dikkat çekerek Tanrı ile âlem arasındaki çok yönlü ilişkilere dikkat çekerken öte yandan yaratmak ile rububiyet arasındaki ilişkiyi tesis ederek dini en güçlü ve gerçek zeminde inşa etmiştir. Bunun için ikinci bir kelime daha kullanır, o da "(sümme) hedâ" yani "hidayet etti, rehberlik etti" gibi karşılanabilecek bir tabirle Allah ve insan ilişkisinin yeni bir yönüne dikkat çeker. Lakin Firavun'un bunun ardından sorduğu soruya bakınca, kelimenin 'hidayet' anlamından başka bir anlam taşıyabileceğini, tedbir etmek, bilfiil var etmek ve varlığını korumak anlamına gelebileceğini söyleyebiliriz. Çünkü Firavun bu açıklama üzerine "Peki önceki toplumlar ne oldu?" (Tâhâ, 50) gibi kendince inancın en çetin bahislerinden birini sormuş oldu. Hz. Mûsâ bu soruya cevap verecektir fakat öncesinde şunu hatırda tutmak gerekir: Bir âyet-i kerîmede "…Benim rabbim sırât-ı müstakîm üzeredir." (Hûd, 56) denilir. Bu âyet-i kerimenin başında ise "Her şeyin perçeminden tutan odur" denilir. Bu ve benzeri âyet-i kerîmeler yaratma kadar yaratma ile birlikte tedbir etmek, yönetmek, varlığını sürdürmek gibi hallerde de Tanrı'nın bizzat bulunduğunu anlatır. Şu halde baştaki âyet-i kerîmeyi "rabbim yaratan ve varlığı koruyandır" şeklinde düşünmek mümkün ise Firavun'un sorusuyla verilen cevap anlamlı olacaktır. O zaman Hz. Mûsâ rabbin iki ismini birden zikretmiştir ki dinî düşünce geleneğinde bu durum deizme yönelik bir reddiye diye okunur: el-Hay ve el-Kayyum! Allah el-Hay ile hayat verirken el-Kayyum ile varlığını korur, yani varlığı için gerekli olan yardımı yapar. O zaman biz "yarattı ve hidayet etti" ifadesini bu iki isim anlamında arayabiliriz.

Bu açıklama üzerine Firavun'un "Peki önceki toplumlar ne oldu?" sorusuna dönersek, bu sorunun doğrudan konuyla ilgili olduğu söylenebilir. Çünkü el-Hayy ve el-Kayyûm isimleri bir şeyin -ve bütün âlemin- var olması kadar varlığını sürdürmesi ve daha sonra tekrar yaratılmasıyla ilgili isimlerdir. Haddizatında dini 'din' kılan şey, ölüm sonrasında bir açıklama getirmiş olmasıdır. Halbuki önceki toplumlar topraklarda çürüyüp gitmiş tarih olmuştu. O zaman konuyla irtibatlı olarak soruyu yeniden sorarsak şöyle deriz: Geçmiş toplumların er-Rab ismiyle veya el-Hayy ve el-Kayyûm isimleriyle ilişkisi nedir? Soruya Hz. Mûsâ'nın verdiği cevap bize metafizik teorilerle yorum yapma kapısını açar. Hz. Mûsâ "Onların bilgisi rabbimin katındadır…" (Tâhâ, 52) dedikten sonra "Rabbim yanılmaz ve unutmaz" demiştir. Bunun anlamı, yaratılış da dahil olmak üzere, her şeyin hakiki yerinin ilâhî bilgi olmasıdır. "Her şeyin ilâhî bilgide bulunması" tabiri metafizik bir yorum iktiza etmez. Fakat her şey orada 'bir bilgi' veya 'bilinen' olarak bulunmuşsa o zaman bu bir metafizik yorum iktiza eder: a'yân-ı sâbite! Metafizikçilerin bu yorumu geçerli kabul edilirse, Hz. Mûsâ âlemde tecellî eden fiilleriyle (yaratmak-korumak-yönetmek-tedbir etmek) başlayan konuşmayı Tanrı'nın bilgisindeki hakikatlere varmakla bitirmiş, sonuç başa bağlanmış, Allah hakkındaki bilginin sınırını bize göstermiştir.

Ekrem Demirli

Yasal Uyarı: Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Turkuvaz Medya Grubu'na aittir. Kaynak gösterilse dahi köşe yazısı/haberin tamamı özel izin alınmadan kullanılamaz.
Ancak alıntılanan köşe yazısı/haberin bir bölümü, alıntılanan habere aktif link verilerek kullanılabilir. Ayrıntılar için lütfen tıklayın.
>