Bugün Almanya'da Türkiye karşıtı olmayan söylem bulmak neredeyse imkânsız. İçinde üç milyon civarında Türk barındırmasına rağmen durum bu. Sanki o seçmen kitlesini veya en azından önemli bir kısmını hiç önemsemeyen bu liderler, en azından popülizm adına olsun söylemlerini yumuşatma ihtiyacı dahi duymuyor. Bir yandan entegrasyon lafları ederken diğer yandan da ülkede yaşayan Türkleri ötekileştiren, onların önceliklerini ve değerlerini göz ardı eden söylemler hâlâ ön planda.
Eğer Almanya gerçekten Türkleri topluma entegre etmek istiyorsa, siyasi liderlerinin Türklere karşı bu kadar umursamaz olmaması gerekirdi. Fakat maalesef biliyoruz ki Almanya entegrasyon derken çoğunlukla asimilasyonu kast ediyor. Almanya'da entegrasyon hiçbir zaman çok kültürlü bir yaşam anlamına gelmedi. Bir tarafın kendi kültürel özelliklerinden vazgeçtiği ve çoğunluğa uyum sağladığı bir formun adıdır entegrasyon.
On yıllardır değişmeyen Alman zihniyeti kendi toplumunu düzenli ve yekpare bir yapıda tahayyül ettiğinden ve bu yapıya uymayanları simetriyi bozan anomaliler olarak gördüğünden, onlardan ciddi anlamda rahatsız oluyor.
İTİRAF EDİLEMEYEN DİASPORA RAHATSIZLIĞI
Esasen şunu artık açık açık konuşmak lazım. Alman medyası ve siyasetçileri Erdoğan'a kin kusarken, büyük oranda Almanya'da rahatsızlık duydukları Türk nüfusa siyasi doğruculuk nedeniyle söyleyemediklerini ifade ediyorlar. Yoksa sıradan bir Almanın günlük yaşamı içinde Erdoğan'ın hiçbir yeri ve anlamı yok. Olması da imkânsız. Ondan neden nefret ettiğini de bilmez. O sadece kendisine sunulan portreyi bilir. O portre ise bilinçli bir biçimde Alman toplumunun sinir uçlarına dokunacak ve onları tedirgin edecek kavramlarla çiziliyor. Erdoğan Almanların aslında rahatsız oldukları Türk nüfusunun bir benzeri ve onun lideri olarak sunuluyor. Erdoğan'a benzeyen ve toplumun simetrisini bozan bu 'ayrık otları' ya uyum sağlamalı ya da Almanya'yı terk etmeli.
POGROM GÜNCEL BİR 'ÇÖZÜM' DEĞİL
1930'larda, 1940'larda bu 'sorunlar' için çok daha hızlı ve kesin 'çözümler' vardı: Yahudiler, Çingeneler ve tüm diğer 'asosyaller' genel Alman toplumuna uyum sağlayamadığı için ayıklanmıştı. Şimdilerde böyle bir çözüm tabii ki kimsenin aklından geçmiyor. Ama 16 Nisan referandumundan sonra Almanya'da duyulan ifadeler ciddi anlamda nefret ve dışlama içeriyordu. Referandumda yüksek oranda 'evet' oyu çıktıktan sonra, 'evet' oyu verenlerin Almanya'yı terk edip Türkiye'ye gitmesi gerektiğini söyleyenler çıktı. Alman medyası, siyasetçisi ve hatta toplumu "Ya bizim istediğimiz oyu ver ya da burayı terk et" diyor. 'Evet' oyu verenlerin de kendilerince gerekçeleri olabileceği fikri hiç akıllarına gelmiyor. Onların da 'evet' oyu vererek Alman toplumu içinde kendi değer ve doğrularıyla varlığını sürdürmesi kabul edilemiyor. Ya değişmesi gerekiyor ya da gitmesi. Başka bir çözüm tatmin edici görülmüyor.
ALMAN SİYASETİ TÜRK KARŞITLIĞINDA HEMFİKİR
Daha da kötüsü, bu neredeyse tüm toplum tarafından paylaşılan bir hissiyat ve fikriyat. Hristiyan demokratlar zaten hiçbir zaman Türk nüfusa yakın olmadı. Merkel baştan beri Türkiye'nin AB üyeliğine bile karşı olduğunu söyleyen bir siyasal kariyer inşa etti. En iyi ihtimalle imtiyazlı ortaklık olabileceği fikrini hiç değiştirmedi. Yeşiller ve sosyal demokratlar genelde Türklerin oy verdiği partilerdi ama bu partilerin de Türklere yönelik incelikli bir siyaseti yoktu. Türkler hep alternatifsizlikten bu partilere yakınlık gösteriyordu. Ama son bir yılda onlar da Türkiye karşıtlığında Merkel'in önüne geçmeye çalışıyor. Öte taraftan liberal parti liderliği zaten Türklere "Bizden uzak durun" diyor. Bunu da açık açık söylüyor.
Böyle bir siyasi yelpazeye içinde, Almanya'daki Türk seçmenin oy verebileceği bir partinin kalmadığı görülüyor. Söylem açısından, bu partilerin neredeyse hepsi ırkçı partiyle aynı çizgiye geldiler. Aslında bu partilerin hiçbiri Türk oyların önemsemiyor. Onlara yönelen bir siyaset ve söylem takip etmeleri durumunda genel toplumsal iradeden uzaklaşacaklarını ve kazançlarından çok kayıpları olacağını düşünüyorlar. Böyle olunca da ortaya bir alternatif çıkmıyor.
TÜRKİYE'NİN AB ÜYELİLİK MÜZAKERELERİNİ ASKIYA ALMAK
Tüm Alman siyaseti tek ses halinde Türk ve Türkiye karşıtlığına savruluyor. Televizyon programında kozlarını paylaşması beklenen Merkel ve Schulz, Almanya için projelerini anlatmak yerine Türkiye'nin önünü nasıl keseceklerini konuşur hale geldi. İktidara gelme ihtimali daha düşük olan Schulz daha bol keseden atarken, şansı daha yüksek olduğu için daha sorumlu açıklamalar yapmak zorunda olan Merkel bunun altında kalmamaya çalıştı. Schulz Türkiye'nin AB üyelilik müzakerelerini askıya almak gibi içi boş laflar ederken, Merkel mantıksız olduğunu bildiğinden, bu kadar ileri gitme ihtiyacı hissetmedi. Ama gümrük birliği anlaşmasının gündeme alınıp revize edilebileceği gibi tuhaf laflar etmekten de kendini alamadı. Bu ifadelerin Türkiye'de bir karşılığının olmadığının farkında olup olmadıkları bilinmez, fakat asıl hedeflerinin Alman toplumu olduğu çok belli. Toplumdaki Türkiye karşıtlığına oynamaları esasen güçlü bir gösterge: Alman toplumunun nasıl da dışlayıcı ve ötekileştirici bir yapıya sahip olduğunu ortaya koyuyor.
MESELE SADECE POPÜLİZM DEĞİL
Bu sıralar ötekileştirme sıralamasında Türkiye liste başı oldu. Hem Alman devleti hem de toplumu Türkiye'yi gündeminin başına koydu. Böylesi bir siyaset ciddi şekilde merak uyandırıyor: Almanya'nın neden öncelikle Türkiye konusunda bu kadar sertleştiği, neden Türkiye karşıtlığında öncü rol oynadığı tartışılıyor. Konuya dair çok sayıda açıklama bulunabilir. Bazıları bu karşıtlığın altında iç siyasi konjonktürün yattığını düşünüyor. Hem Türkiye'nin hem de Almanya'nın kritik seçim süreçlerinde olması, ilişkilerin gerginleşmesine neden oluyor fikri seslendiriliyor. Fakat bu açıklama çok tatmin edici değil. Popülizm siyasetin bu söylemi üretmesini gerektiriyor olabilir, fakat asıl önemli olan neden Türk karşıtlığının popüler olduğudur. Popülizm uğruna ve seçimlerde oy kazanmak için siyasetçiler böyle davranıyorsa, toplumda bu düşmanlığın bir karşılığı var demektir. Yani karşıtlık başka bir nedenden doğmuştur ve siyasetçiler bunu kullanmak ister.
KARŞITLIK YAPISAL OLABİLİR Mİ?
Böyle olunca dış faktörlere bakmak daha anlamlı hale geliyor. İki devletin son dönemdeki uluslararası siyaset alanındaki gerilimi iç siyasetlerine yansıyor demek daha doğru olacaktır. Seçimler bitse de bu karşıtlık kısa sürede bitecek gibi görünmüyor. Uluslararası konjonktürde anlamlı bir değişim olmadığı müddetçe, bu iki ülke gerilmeye devam edecek.
Böyle bir gerilimin iki tarafından bahsedince akla hemen farklılıklar geliyor. Almanya ile Türkiye'nin neden anlaşamadığı ve neden farklılaştığı soruluyor. Farklı gündemlere sahip oldukları varsayılıyor. Ancak bu açıklama biçimi de sorunlu. Mesela "Almanya Türkiye'nin AB macerasının sürmesini istiyormuş", "demokratikleşmeyi destekliyormuş." Öte taraftan Türkiye başka hedeflerin peşindeymiş. Esasen Almanya ile Türkiye'nin birbirini itmesi, farklı hedeflere odaklanmalarından kaynaklanmıyor. Aksine ikisi de benzer hedeflere odaklandıklarından birbirlerini itiyorlar.
Hem Almanya hem de Türkiye değişim istiyor: Türkiye eski kategorilerin değişmesini isterken, Almanya Erdoğan'ın değişmesini istiyor, fakat Türkiye yirmi yıl önceki Türkiye değil. Alttan geldi ve yükseldi. Gayri safi milli hasılası kişi başına 2500 dolar civarından sıçradı ve üç katına yükseldi. Bu göz ardı edilemez bir değişimdir. Tek başına bu bile birçok şeyin göstergesidir. Aynı zamanda Türkiye'nin silah sanayi ve havacılık gibi lokomotif sektörlerdeki büyüme gayreti meyvelerini vermeye başladı. Bunların her biri için ayrıntılı hesap yapılabilir. Ancak göz ardı edilemeyecek gerçekler var. Türkiye'nin hızla büyüdüğü ve yeni bir kategoriye doğru ilerlediği ortada. Türkiye bu kategoriye geçince, Almanya'nın motor görevi gördüğü AB'nin kenarındaki bir figüran olmayı kabul etmiyor. AB müzakereleriyle terbiye edilen bir ülke olmak istemiyor. İleriye doğru bir değişim talep ediyor.
ALMANYA YENİ DURUMU KABULLENMEK ZORUNDA
Almanya ise geriye dönük bir değişim istiyor. Türkiye'nin eskiden olduğu gibi yumruk mesafesinde kalmasını arzuluyor. Tarih boyunca olduğu gibi, Almanya'nın Ortadoğu siyasetindeki kullanışlı bir araç olarak kalmasını tercih ediyor. Almanlar Türkiye'yi hep bir geçiş güzergâhı olarak görme eğilimindedir. Doğu Avrupa'ya yayılırlar ama Türkiye'den geçmek isterler. Doğu Avrupa Almanya için 'yaşam alanı' iken Türkiye araçtır. Polonya, Çek Cumhuriyeti ve diğerleri işgal edilirken veya AB'ye eklemlenirken, Türkiye ya İngiliz sömürge imparatorluğuna zarar vermeyi hedefleyen demiryolu güzergâhıdır ya savaş içinde Almanya'nın yükünü azaltacak doğu cephesidir ya da Suriyeli göçmenlere karşı tampon bölge. Türkiye ve Erdoğan bu zihniyete meydan okuyor. İşte bu yüzden Almanlar Erdoğan'ı istemiyor. Onun yerine bir Enver Paşa koymak istiyor. Ama göz ardı ettikleri bir gerçek var. Birinci Dünya Savaşı öncesinde küçülme eğilimine girmiş bir Türkiye vardı. Bugün ise eğilim büyüme yönünde. Dolayısıyla değişim de çok büyük bir ihtimalle onun beklediği yönde, yani ileri doğru bir değişim olmak zorunda. Gerçi Almanlar Erdoğan gidene kadar bu gerilimin süreceğini açıkça söylemekten çekinmiyor, ama değişimin doğasını anlamak zorunda kalacakları bir gün gelecektir. Karşılarında zayıflayan bir Türkiye olmadığını gördüklerinde, kontrol etmek yerine kabul etmek zorunda kalacaklardır. Her ne kadar Almanya güçlü ve zengin bir devlet olsa da, Türkiye'nin iç siyasetini belirleyebilecek bir yetkinliğin çok altında. Bu nedenle, biraz sancılı da olsa Almanya bu yeni ilişki biçimine zamanla alışmak zorunda.
[İstanbul Ticaret Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler bölümün öğretim üyesi olan Doç. Dr. Hasan Basri Yalçın aynı zamanda SETA strateji araştırmaları direktörüdür]