Trump yönetimi, geçtiğimiz hafta kendi başkanlık döneminin Ulusal Güvenlik Stratejisini yayınladı. Washington DC'deki Ronald Reagan binasında yaptığı konuşmada, stratejisinin, dört ABD ulusal çıkarına dayandığını vurguladı. Beyaz Saray yerine Reagan binasını tercih etmesi bile başlı başına Trump'ın benimsediği vizyonu gösterir nitelikteydi. Ancak, Trump'ın vizyonu, Reagan Doktrinin iki kutuplu Soğuk Savaş'taki uluslararası sisteme yönelik sahip olduğu vizyondan oldukça uzak. Reagan, rakibi Sovyetler Birliği'nin küresel ölçekte nüfuzunu kırmak için amansız bir mücadele vermiş, nihayetinde de Sovyetlerin yıkılışını hızlandırmıştı. Trump ise sözde 'radikal İslam' ile İran arasında sıkışan son derece indirgemeci güvenlik belgesiyle Ortadoğu'da ABD'nin sonunu hızlandırıyor.
Ortadoğu'ya yönelik ABD politikası için Trump, hedefinin terörizmle ve "Cihatçı ideolojiyle" yüzleşmek, bu ideolojiyi gözden düşürmek ve en nihayetinde yenilgiye uğratmak ve ABD'ye yayılmasını önlemek" olduğunu söyledi. Ayrıca, Ortadoğu için İran'ı özel bir endişe kaynağı olarak gördüğünü dile getirirken, Obama döneminde hayata geçirilen İran eylem planını eleştirdi ve kendisinin geçtiğimiz ay ilan ettiği, İran'ı sınırlandırma stratejisini duyurmaktan dolayı övdü. Daha da ileri giden Trump, İran'ı bölgesel istikrarsızlığın temel suçlusu ilan ederek, Tahran yönetimini terörizme destek veren "haydut" devlet olarak ilan etti. İsrail'e yönelik ifadeler ise çok daha ilginçti: Trump, geride bırakılan yılların, Ortadoğu'da asıl sorunun İsrail olmadığını gösterdiğini savundu.
MUĞLAKLIK SİYASETİ
Trump'ın Ortadoğu'ya yönelik amacı yeterince açık olsa da, bu amaca ulaşmak için hayata geçireceği stratejinin ve bu stratejin yönteminin ve araçlarının neler olacağını kestirmek ise oldukça zor. Ancak kesin olmasa da bir sonuç çıkarmak mümkün gözüküyor. Ortadoğu, Amerikan merkezli geleneksel bölgesel düzenin karakteristik özelliklerini yitiriyor ve bölge hızla güç rekabetinin ve çatışmanın hâkim olacağı post-Amerikan (Amerikan sonrası Ortadoğu) bir jeopolitik belirsizliğe doğru yöneliyor.
Bu durum, baştan söylemek gerekirse, sadece Trump'ın siyaseti ve uluslararası ilişkileri yanlış yönetmesinden kaynaklanmıyor, aksine Ortadoğu'nun siyasi karakteri ve Amerikan merkezli liberal düzenin doğasının değişmesinden ileri geliyor. Bu aşamada, Trump'ın muğlak politikaları ve geleneksel bölgesel düzeni kökten sarsıcı hesapsız hamleleri, post-Amerikan Ortadoğu'nun ortaya çıkmasını hızlandırıyor ve Amerikan liderliğinin ve nüfuzunun daha hızlı erimesine yol açıyor.
Daha ilginç olanı ise, adına Trump Doktirini denilen Ulusal Güvenlik Strateji belgesinin, Amerikansız bir Ortadoğu'yu tahayyül etme konusundaki arzusu…
Bu duruma neden olan birkaç hususun altını çizmekte fayda var.
Birincisi, ABD aslında bu liderliğini Trump iktidarı ile birlikte kaybetmeye başlamadı. Obama'nın "geriden idare" stratejisi, ABD'yi bölgenin hegemonyası konumundan düşürdü ve Suriye iç savaşına yönelik muğlaklık yüzünden Rusya'nın Ortadoğu'ya dönüşüne zemin hazırlarken, Irak stratejisi ile de İran'a bölgesel ölçekte, rahatsız edici bir genişleme ve yayılma imkânı sağladı.Obama geriden idare ederken, kendi yönetimi altında parmağını hep terazide tuttu ve İran tarafının ağır basmasına neden oldu. Bu yeni durum 1979 sonrası statükoyu önemli ölçüde değiştirdi ve bölgeyi çok kutuplu güç dengesinden hızla uzlaştırarak Suudi Arabistan ve İran eksenli bir rekabete mahkûm etti.
İkincisi, Obama'nın özellikle ikinci döneminde ABD, bölgesel düzenin sütunlarını oluşturan geleneksel müttefikleriyle derin krizler ve ayrışmalar yaşadı. Türkiye başta olmak üzere, Suudi Arabistan hatta İsrail ve diğer bölgesel müttefikleri bu dönemde zemin kaybetti. Obama Doktrinin varsayımı, bölge içi güç dengesi sisteminin kendiliğinden oluşmasını sağlayarak ABD'ye yönelik maliyetin mümkün olduğunca azaltılmasıydı. Bu durumun istikrar getireceğine yönelik beklenti ise çöktü.
Trump ise, bu durumu düzeltmek bir yana nasıl idare edeceğine dair kararlı bir strateji bile hayata geçiremedi. Bir tarafta, geleneksel müttefiklerle yeniden iş göreceğim derken, PKK örneğinde olduğu gibi, müttefiklerinin "ulusal güvenliğini" tehdit eder hale geldi. Öte yandan, aşırı kırılganlaşan İran karşıtlığını daha da kaşıdı ve Körfezi bir savaş ile karşı karşıya getirdi. Daha da kötüsü, Arap isyanları ile yorgun düşmüş Arap sokağını sırf iç politika gerekçeleri ve Amerikan "beyaz Evanjelizminin köktenciliği" nedeniyle aldığı Kudüs kararıyla yeniden uyandırdı ve uluslararası toplumda iyice yalnızlaştı.Şimdilerde Amerikan Dışişleri Bakanı değil, Rusya devlet başkanı Putin bir gün içinde Ortadoğu'da üç başkenti ziyaret ediyor. Öte yandan Amerikan Başkan Yardımcısı Pence ise Ortadoğu'ya yönelik ziyaretini tehir etmek zorunda kalıyor. Nihayetinde, geride kalan yıllar ABD'nin Ortadoğu'da üstünlüğünün zayıfladığını, hatta bugünkü Ortadoğu krizinin temel nedenlerinden biri olduğunu gösteriyor. Ulusal Güvenlik Stratejisi'ndeki vizyon hayata geçirildiğinde ise Amerikan sonrası Ortadoğu'dan bahsetmek daha da mümkün hala geleceğe benziyor.
AMERİKAN SONRASI ORTADOĞU
Post-Amerikan Ortadoğu'nun temel özellikleri ele alındığında, birkaç temel hususun altını çizmekte fayda var.
Birincisi ve en önemlisi, Ortadoğu'nun ana aktörleri, Amerikan merkezli hegemonik düzen içinde kurduğu geleneksel ilişkiler ağından hızla uzaklaşıyor. Rusya'nın Suriye iç savaşıyla birlikte Ortadoğu'ya geri dönüşü, ABD'nin giderek karakter değiştiren çatışma dinamiklerinden uzaklaşmak istemesi ve bölge ülkelerinin Rusya ile kurduğu askeri, siyasi ve ekonomik ilişkiler bu ülkelerin ABD'yi "güvenilir bir aktör" olarak görmediğini gösteriyor. Burada not düşülmesi gereken diğer bir husus ise, bölge ülkelerinin güç kapasitelerinde yaşanan artışın şaşırtıcı derecede yükselişe geçmesi ve bu gücün tek sağlayıcısının artık ABD olmaktan çıkması. Bu konuda en çarpıcı örneklerden birini kuşkusuz Türkiye-ABD ilişkileri oluşturuyor. Türkiye'nin, bütün itirazlara rağmen, Rus yapımı S-400 hava savunma sistemlerini tedarik etme kararlılığı, geleneksel ilişkilerin nasıl bir dönüşümden geçtiğini gösterir nitelikte. İkinci olarak, Trump'ın arzuladığı Ortadoğu'daki ittifak ilişkileri son derece kırılgan. İttifaklar uluslararası ilişkilerde genelde güce, tehdide ya da çıkara göre kurulurken Trump'ın ittifak anlayışında güç de, tehdit de, çıkar da son derece muğlak. Trump'ın "Önce Amerika" stratejisinden anladığı tek şey ise,"Önce İsrail".
Görünüşte ulusal güvenlik stratejisinde, Ortadoğu'daki asıl tehdit İran ve terörizm olsa da, bu iki tehdidi caydırmak için kurmayı planladığı ittifakın sorunsuz işleyeceğini söylemek ise oldukça zor. Zira ortada, sağlıklı işleyecek bir ittifak sisteminden bile neredeyse bahsetmek mümkün değil. Ortadoğu'nun yeni karakteri ittifaklardan ziyade "seçici işbirliği" politikası. Diğer bir ifadeyle, ülkelerin bütün önceliklerinin aynı anda uyumlaştırıldığı bir ittifak denklemini kurmak neredeyse imkansız. Suriye'den Katar krizine bir dizi ana gelişmelerin ortaya çıkardığı en temel hususlardan biri, seçici angajman politikasının kısa vadede ülkeler için daha işlevsel olması. Türkiye, Rusya ve İran arasındaki öncelikler büyün oranda farklı olsa da üç ülkenin Suriye konusunda seçici bir işbirliğine girmesi böylesi bir duruma örnek teşkil ediyor. Dolayısıyla, ne tehdit, ne çıkar ne de güç etrafında kolektif bir şekilde işleyecek ittifak sistemi kurmak neredeyse imkansız.
OBAMA PASİFİZMİ
Amerikan sonrası Ortadoğu'nun diğer bir karakteristiği ise, ulusal güvenlik stratejisi belgesinde de belirtildi gibi, ABD'nin demokrasi vurgusunun giderek kaybolması. Kuşkusuz, ABD'nin önceki dönemlerde de demokrasinin teşvikinden anladığı tek şey;sahip olduğu pragmatizminden başka bir anlam taşımıyordu. Nitekim demokratik normların promosyonu, radikalizmin yayılması karşısında bir alternatif olarak gören Obama yönetimi bile Mısır'daki darbeyi meşrulaştırmak için elinden geleni yapmış, Türkiye'deki 15 Temmuz darbe girişimini ise "istikrar" önceliği ekseninde ele almıştı. Trump ise demokrasi normunun bir detaydan ibaret olduğunu ileri sürüyor ve "Önce Amerika" söyleminin tek ilkesinin "ilkesiz bir pragmatizm" olduğunu bize gösteriyor. Amerikan liberal düzenin demokrasi vurgusu artık bir referans noktası olmaktan giderek uzaklaşırken, post-Amerikan Ortadoğu'da demokrasi kendi realitesini kendisi yaratıyor. Zaten Trump da ulus-devlet inşası ya da rejim değiştirme yoluyla Ortadoğu'da istikrarın geleceğine ve ABD'nin daha güvende olacağına yönelik siyasi anlayışın çöktüğünü savunuyor. Ancak yerine koyduğu; ABD'nin sadece ilham kaynağı olduğu reformcu politikaları desteklemek sözü ise, Bush'un "agresif saldırganlığı" ile Obama'nın pasifizminden daha tehlikeli işaretler saçıyor. Trump Amerikası, bugünün Ortadoğu'sunda terör örgütleriyle ortaklık kuruyor, normatif hiçbir uluslararası hukuk kuralı tanımıyor, İslam'ın bizatihi kendisini "hastalıklı" görüyor ve "Her şey Amerika ve İsrail" için anlayışından başka bir politik anlayışı benimsemiyor. Böylesi bir ABD'nin ise Ortadoğu'daki nüfuzu giderek yok oluyor ve Amerikan sonrası bir Ortadoğu'yu daha mümkün hale getiriyor.
Son olarak, Trump, Kudüs'ü İsrail'in başkenti olarak gören rezil ve hukuksuz kararının ardından ABD'nin sadece Filistin konusunda bir arabulucu olabilme kabiliyetini elinden almadı, bu karar yüzünden uluslararası imajını ayaklar altına aldı ve Amerikansız bir Ortadoğu'yu daha fazla neden düşünmemiz gerektiğini bizlere gösterdi. Artık, ABD'nin politik ağırlığı, askeri gücü ve ekonomik gücü, Ortadoğu'ya ve ötesine siyasi istikrar getirmeye yardımcı olmak için umutsuz bir beklentiden başka bir şey sunmuyor. Trump yönetiminin Ortadoğu'daki sicili ise şimdiye kadar bölgenin geleceği için iyi bir sonuç üretmeyecek nitelikte. Bütün göstergeler, 2018 yılının Ortadoğu için çok daha çetin bir yıl olacağına dönük…
Doç. Dr. Murat Yeşiltaş / SETA Güvenlik Araştırmaları - Star/Açık Görüş