11 Eylül saldırılarının üzerinden 17 yıl geçti. Fakat uçakların çarpmasıyla yıkılan binalardan yükselen toz bulutu dünyayı yutmaya devam ediyor. Irak ve Afganistan'ın işgal edilmesiyle birlikte tetiği çekilen silah, her gün yeni bir yerde patlıyor. Bir taraftan küresel güçler arasındaki ticari rekabet ve alan paylaşım savaşı dünyayı üçüncü dünya harbine doğru sürüklerken diğer taraftan domino etkisi ile İslam coğrafyasının pek çok yerinde işgaller, dayatmalar ve iç karışıklıklar giderek tırmanıyor.
Mesela Suriye iç savaşının ürettiği felaketlere karşı, dünyanın bu kadar duyarsız kalmasının nedenlerinden biri de 11 Eylül sonrası oluşturulan ötekileştirme odaklı savaş kampanyasıdır. Başta film endüstrisi olmak üzere İslam ve Müslümanlar aleyhine kitle iletişim araçları vasıtasıyla yürütülen kirli propaganda küresel düzlemde terör, radikalleşme, savaş, yoksulluk ve felaketler ile Müslümanlar arasında özdeşleşme sağlanması kurgusunu sürekli canlı tutmuştur. Bu yüzden olsa gerek ki dünyanın gözü önünde Suriye'de on binlerce insan varil bombaları ile öldürülürken, çocuk bedenleri Akdeniz ve Ege kıyılarına vururken kimsenin kılı kıpırdamamaktadır. Bu sessizliğin arka planında, 11 Eylül sonrası yatırım yapılan imaj çalışmasının belirgin bir payı olduğunu unutmamak gerekir.
KULELER YIKILIYOR
ABD'nin New York kentinde bulunan Dünya Ticaret Merkezi 11 Eylül 2001 tarihinde teröristlerin kaçırdığı yolcu uçakları tarafından hedef alınmış ve saldırıda üç bine yakın insan hayatını kaybetmişti. Kamuoyu ile paylaşılan görüntülere göre iki ayrı uçak 19 dakika arayla Dünya Ticaret Merkezini oluşturan iki kuleye çarparak büyük bir patlamaya neden olmuştu.
Uçaklardan ikincisinin kuleye çarpma anı ve 110 katlı binaların iki saat içinde arka arkaya çökmesi televizyonlar canlı yayında iken gerçekleşmişti. Ancak bilim kurgu filmlerinde rastlanabilecek türden sahnelerin televizyonlardan canlı izlenmesi (veya izletilmesi), kuşkusuz hem Amerikalıların zihninde hem de küre ölçeğinde derin bir etki bırakmıştı. Öte yandan aynı gün kaçırılan diğer iki uçaktan birinin (tam olarak ne olduğuna dair kamuoyuna yansıyan bir görsel bulunmamakla birlikte) ABD savunma Bakanlığı Pentagon'a çarptığı ve binanın batı cephesinde büyük bir hasar oluşturduğu açıklanmıştı. Kaçırılan dördüncü uçağın başkent Washington'u hedef aldığı fakat uçaktaki yolcuların müdahalesi ile uçağın hedefe ulaşamadan Pensilvanya sınırlarında düştüğü yine ABD'li yetkililer tarafından belirtilmekte. ABD'nin 11 Eylül saldırıları konusundaki resmi yaklaşımını oluşturan bu bilgiler doğrultusunda pek çok film çekildi. İçerik üretildi. Bunlardan biri olan Uçuş 93 filmi tam olarak dördüncü uçağın içindeki süreci anlatacak şekilde kurgulanmış.
Ayrıca ABD'nin resmi yaklaşımına muhalif bir duruş olarak 11 Eylül saldırılarının planlı bir süreç olduğunu belirterek bunu kanıtlama çabasında olan yaklaşımların varlığını da vurgulamak gerekir. Bu bağlamda içerik üretenler, ABD'nin dünyayı yeniden dizayn etmek ve İslam coğrafyasındaki saldırılarına meşruiyet kazandırmak için böyle bir arka plana ihtiyacı bulunduğunu ve bunu da 11 Eylül ile tesis ettiğini iddia etmektedir.
Bu saldırılar, Amerikan toplumuna tam bir şok halini yaşatmıştır. Bunu, diğer ülkelerle mücadelesini, savaşını ve saldırılarını ABD sınırları dışında tutmayı ulusal güvenliğinin temel yaklaşımı varsayan bir ülkenin ilk kez kendi topraklarında böylesi bir "saldırı" ile karşılaşmış olmasının ürettiği panik havası olarak da okumak mümkündür tabloyu. Nitekim olayın akabinde dönemin başkanı George W. Bush yönetimi tarafından yapılan açıklama, bir taraftan saldırıdan sorumlu tuttuğu El Kaide terör örgütü ile savaşı ilan etmiş diğer taraftan "haçlı savaşını başlatıyoruz" ifadesiyle aslında Müslümanların dünyanın süper gücü tarafından hedefe koyulduğunu göstermişti. Nitekim gerek Bush, gerek Obama ve gerekse şimdilerde Trump yönetimi tarafından uygulanan politikalar, Bush tarafından deklare edilen anlayışın hayata geçirilmesi yönünde oldu. Saldırıların akabinde başlatılan teröre karşı küresel savaşta Irak, Afganistan ve Pakistan'da yüzbinlerce insan hayatını kaybetti. Milyonlarcası yaralandı veya göç etmek zorunda kaldı. Binlerce insan işkence ve tecavüze maruz kaldı. Irak'ta deşifre olan Ebu Gureyb hapishanesi bunlardan sadece biriydi. Farklı ülkelerde tutuklanan yüzlerce Müslüman, terör örgütü El Kaide bağlantısı iddiasıyla zincirlenerek Guantanamo askeri üssünde hapsedildi. İşkenceden geçirildi. Ülkeler parçalandı. Aileler yok oldu. Savaşlar iç savaşları, yoksulluğu ve sefaleti tetikledi.
'MÜSLÜMAN EŞİTTİR TERÖRİST' İMAJI
11 Eylül'den sonra ABD öncülüğünde yapılan saldırıların sonucunda büyük acılar yaşandı. Fakat bu harekât tek boyutlu değildir. Fiziksel saldırılar kadar önemli olan diğer yönü ise ABD öncülüğünde çalışan propaganda makinesinin İslam'ı ve Müslümanları öteki olarak konumlandırmasıdır. Bu süreçte kitle iletişim araçlarına biçilen rol ise yeni yaklaşımın yerleşmesi ve zihinleri ele geçirmesi konusunda kitleleri ikna etmesi yönündedir. Aynı içerik üretiminin Batı dışındaki toplumlar nezdinde hedefi ise kitlelerin düşünme melekelerini imha edecek şekilde onları enformasyon bombardımanına tabi tutması yönünde tezahür etmiştir. İslam'ın şeytanlaştırılarak, korkulması ve nefret edilmesi gereken bir öcüye dönüştürülmesi esnasında, "terör" vurgusunun dışında başta "cihat, başörtüsü, şeriat, peçe, kadın hakları, sakal" gibi kavramlar bağlamından kopartılıp, yeniden tanımlanarak amaca hizmet edecek şekilde araçsallaştırılmıştır. Bu kavramların kriminalize edilmesiyle, Batılı toplumların zihinlerinde yeni şablona uygun bir Müslüman profili şekillendirildiği şimdilerde daha sarih bir şekilde görülebilmektedir. 11 Eylül'den sonra neredeyse her gün gazetelere yansıyan "sokakta saldırıya veya hakarete uğrayan başörtülü kadın veya sakallı erkek" haberleri yaklaşmakta olan dalganın işareti gibidir.
Aslında Oryantalizm ve Haberlerin Ağında İslam kitaplarının yazarı Edward Said, henüz 1980'li yıllarda, kitle iletişim araçlarının, Batı'da İslam karşıtlığını tetiklemek ve Müslümanları birer nefret objesi olarak göstermek için kullanıldığını vurgulamıştı. Onun bu iki kitabı ile birlikte İslam'ın, Batı medyasında toplumsal alana sunulurken bir şekilde karalandığını, yeniden üretilmeye çalışıldığını, kötü gösterildiğini ve Said'in ifadesi ile söylersek "aktarılırken örtüldüğünü" kamuoyu yakından görmüştü. Bu karşıtlık ve ötekileştirme furyası, 11 Eylül'den sonra kapsamını genişletti ve bir şekilde "boğma" ve tümüyle şiddetle "özdeşleştirme" aşamasına geçti. Sadece Amerika'da değil Avrupa ülkelerinde de Müslümanlar ve İslami imgeler hedef alınarak, üretilen içeriklerdeki artışın hızlanması, aslında kontrollü bir sürecin izlerini taşımaktadır.
HOLLYWOOD, MÜSLÜMANLARA KARŞI KULLANILDI
Tek tek isim saymaya gerek yok. ABD ve Avrupa'nın en çok satan gazeteleri, en fazla izlenen televizyonları ve film piyasasını büyük ölçüde elinde tutan Hollywood, Müslümanlara karşı kullanılıyor. 11 Eylül'den sonra İslam ile terör ve İslam ile şiddet arasında özdeşlik kurulabilmesi için pek çok film çekildi. Amerikan dizilerinde mücadele edilen terör örgütleri ve uyuşturucu çeteleri genellikle Müslümanlardan oluşturuldu. Filmlerdeki kötü adam rolüne bir Müslüman konuldu. Mesela yukarda adı zikredilen "Uçuş 93" filminde uçağı kaçıran teröristlere sürekli Kur'an-i Kerim okutuluyor, Kelime-i Şehadet getirtiliyor veya dua yaptırılıyor. Kamera açıları ile müziğin tonu öylesine ayarlanmış ki izleyiciye Kur'an okuyan herkesin böylesine "vahşi ve acımasız" biri olduğu yönünde mesaj verilmek isteniyor. İslam'ın temel kaynağı olan kutsal kitabın, bu şekilde 11 Eylül saldırısını yapmaya giden teröristler üzerinden belirli bir çerçeveye hapsedilerek izleyiciye sunulması esas meselenin terörle mücadele değil doğrudan İslam imajının hedef alındığını gösteriyor. Bu yaklaşımın aynı konudaki tüm filmlerde tekrar edilmesi ise İslam dünyasının nasıl tehlikeli bir kurgu ve meydan okuma ile karşı karşıya bulunduğuna işaret etmektedir.
Sonuçta 11 Eylül sonrası ABD öncülüğünde yürütülen enformasyon savaşıyla birlikte Müslümanlara yönelik karalama, hakaret, ayrımcılık ve nefret suçlarında yoğun bir artış yaşandı. Batı'da ana akım medyanın çanak tutmaktan geri durmadığı böylesi yayınların en kalıcı sonuçlarından biri İslam'ı hedef almanın ve Müslümanlara sokak ortasında saldırmanın normalleştirilmesidir. 11 Eylül'den önce büyük ölçüde anormal sayılan bu türden davranış biçimleri arkasına ABD rüzgârını aldıktan sonra yelkenlerini ötekileştirme ve yabancı düşmanlığı ile doldurmaya devam etmiş ve giderek anormal olan ile normal olan yer değiştirmiştir. İslamofobinin salgın bir hastalık gibi ülkeden ülkeye sıçramasının arkasında medya kuşatmasının kodladığı benzer veriler yer almaktadır.
Çünkü Pierre Bourdieu'nun ifadesiyle söylersek kitle iletişim araçları, nüfusun çok büyük bir bölümünün düşüncelerinin şekillendirilmesinde bir tür fiili tekele sahiptir. Bu tekelin merkezinde küresel güçlerin mülkiyetinde içerik üreten kitle iletişim araçlarının bulunduğu aşikâr. ABD ve AB ülkelerinin enformasyon ve eğlence akışında sahip olduğu hegemonya kırılabilmiş değil. AA, TRT World ve El Cezire gibi alternatif yayın organları kamuoyunun tek taraflı bir şekilde belirlenmesinin önüne geçmeye çalışıyor olsalar da bu tekelin kırılması için alınması gereken mesafe çok.
YALANLAR ÜZERİNE KURGULANMIŞ İMAJ
İslamiyet ve Müslümanlar söz konusu olduğunda belirli kavramlar etrafında üretilen içerikler, gerek filmlerde, dizilerde, televizyon haberlerinde ve gerekse gazetelerde muhabirler ve eşik bekçileri tarafından tek merkezden komut alınmış gibi (doğruluğu hiçbir şekilde tartışılmadan) kullanılmaktadır. İslam'dan bahsederken veya Müslümanlar konu edilirken kullanılan görüntülerde suç unsuru taşıyan göstergelere yer verilmesiyle istenilen kodlama yapılmaktadır. Böylece İslam ve Müslümanlar Batı medyası tarafından sistematik bir şekilde belirli kavramlara indirgenerek temsil edilmektedir.
İslam'ı ve Müslümanları temsil amacıyla (genelleştirilerek) kullanılan böylesi içeriklerin süreç içerisinde ürettiği gerçekdışı imaj, bugün Batı ile İslam dünyası arasındaki en temel sorunu oluşturmaya başlamıştır. Batı'nın durumu biraz da helvadan yaptığı putları işine geldiği zaman yemeye başlayanlara benzemektedir. Önce prodüksiyon ile imaj üretilmekte ve sonra onları yok etmek için makineler harekete geçirilmektedir. Yalanlar üzerine kurgulanmış bu imaj, maalesef giderek temsil ettiği hakikatin yerine geçmiştir. Batı'daki medya dili değişmediği sürece 11 Eylül ile birlikte ivme kazanan İslam ve Müslüman karşıtı söylemden neşet eden (korkulması ve nefret edilmesi gereken) terörle özdeşleşmiş İslam imajı, Batı uygarlığı ile İslam Medeniyeti arasında bir perde olarak varlığını sürdürecektir. Bu perde bilinçli bir şekilde çekilmiş olabilir, 11 Eylül korkusuyla çekilmiş olabilir veya tesadüfen de çekilmiş olabilir. Ama her halükarda gerçek bir yüzleşme için, perdenin yırtılması gerekmektedir.
[İstanbul Medipol Üniversitesi İletişim Fakültesi öğretim üyesi olan Doç. Dr. Yusuf Özkır aynı zamanda Kriter dergisinin yayın koordinatörüdür]