Arama

Ölümden bir şeyler umarak giden genç şair

Otuz beş yaşı yolun yarısı saydı, ömrünü tamamlayamadan 46 yaşında hayattan ayrıldı. Kendini çirkin gördü kimseyi sevemedi. Beşiktaşlı kız ve Cavidan Tınaz hayatının iki büyük sevdasıydı. Soylu bir ailenin oğluydu. Büyük makamların koltuk sevdasına değil, edebiyatın naif dünyasına kendini kaptırdı. Cahit Sıtkı Tarancı... Türk edebiyatının önde gelen bir şairi…

Ölümden bir şeyler umarak giden genç şair
Yayınlanma Tarihi: 13.10.2018 00:00:00 Güncelleme Tarihi: 13.10.2018 14:00

Tarancı, 4 Ekim 1910 yılında Diyarbakır'da dünyaya geldi. Babası, Diyarbakır'da ticaret ve ziraatla uğraşan köklü Pirinççizadeler ailesinden Bekir Sıtkı Bey; annesi, babasının amca kızı Arife Hanım'dır.

Ailesi, ona "Hüseyin Cahit" adını verdi. Akrabaları "Pirinççioğlu" soyadını aldığı halde Soyadı Kanunu çıktığı yıl pirinç ekiminden çok zarara uğrayan babası Bekir Sıtkı Bey, bu duruma kızarak "çiftçi" anlamına gelen "Tarancı" soyadını aldı.

ÇİRKİNLİK ONUN KARA TALİHİYDİ

Şiirleri, hikâyeleri, mektupları ile Türk edebiyatında önemli bir yere sahip olan Cahit Sıtkı Tarancı'nın sanatı ve hayata bakış tarzı üzerinde, fizikî görünümünün önemli bir etkiye sahip olduğunu söylemek mümkün. Kendisini çirkin bir kişi olarak gören Cahit Sıtkı, bu durumu kompleks haline getirmiş ve kara talih olarak bahsettiği bu hususiyet onun şiir, hikâye ve ruh dünyasını etkilemişti.

Cahit Sıtkı, fiziksel olarak yaşıtlarından büyük görünmekte, hatta yaşıtı olduğu sınıf arkadaşları tarafından "ağabey" diye çağırılmaktaydı. Şair, 1929 yılında kardeşi Nihâl'e yazdığı bir mektubunda bu konuya değinir:

"Güzel! Çirkin! Uzun! Kısa! Zengin! Fakir! Şerefli! Şerefsiz! Bütün bunlar hiç, baştan aşağı saçma ve lüzumsuz… Ama tuhaf değil midir ki yaşayabilmek için bu evsâfın iyilerini şahsında toplamak elzem ve elzemdir. Güzeli çizdim, geriye ne kaldı: Çirkin, kısa, fakir, şerefli!…(…) Eğer çirkinlik, kısalık, fakirlik olmasaydı yüzde yüz mesut olma şansı olurdu. Vakıa bazı zamanlar talimin bu müthiş haksızlığına bir arslan kükremesiyle haykırıyorum. Fakat emin ol ki sükûtî zamanlarımda çirkinliğimden, kısalığımdan adeta şeytanî bir zevk duyuyorum ve aynanın karşısına geçerek ne kadar küçük, ne kadar maskara olduğumu görerek gülmekten katılıyorum."

Sahip olduğu bu görünümü "kara talih" olarak tanımlayan Cahit Sıtkı hayatı boyunca çirkinlik kompleksinin etkisi altında kalmıştı. Ona göre mutluluğa ulaşmanın yolu çirkinlik, fakirlik ve kısalığın ortadan kalkmasıyla olacaktı. Ancak şairin bahsettiği bu üç özellik de kendisinde bulunuyordu.

"Cahit kendisinin çirkin, hiçbir kızın beğenmeyeceği, beğenemeyeceği kadar çirkin olduğuna inanmıştı (…) o bu konuda aşırı bir duyarlılık gösteriyor, bunu bir kara talih olarak sayıyordu." (Z. Osman Saba)

EĞİTİM HAYATI DİYARBAKIR'DA BAŞLADI

İlkokulu Diyarbakır'da okuyan Tarancı, orta öğrenim için Kadıköy Fransız Saint Joseph Lisesi'ne, ardından Galatasaray Lisesi'ne devam etti. Lise yıllarında şiir yazmaya başlayan Tarancı'nın ilk eserleri Galatasaray Lisesi'nin çıkardığı "Akademi" ile dönemin ünlü "Servet-i Fünun" dergilerinde yayımlandı. Tarancı, Fransızcayı ilerleterek, Stephane Mallarme, Charles Baudelaire ve Arthur Rimbaud gibi Fransız şairlerin eserlerini okumaya başladı. Cumhuriyet döneminin önemli şair ve yazarlarından Ziya Osman Saba ile 1928 yılında tanışarak yakın dost oldu.

TARANCI VE DOSTU ZİYA OSMAN SABA

Cahit Sıtkı 1928-1929 ders yılında o dönem sınıfta kalmış olan Ziya Osman Saba ile tanışır. Ziya Osman, Cahit Sıtkı ile geçirdiği o günleri "Cahit‟le Günlerimiz I-IV" adlı yazısında anlatır.

Edebiyat öğretmeni Fazıl Ahmet Aykaç, ilk derste öğrencilerinin ilgi derecelerini ve yönelimlerini belirlemek üzere her öğrenciden Türkçe olsun, Fransızca olsun sevdikleri bir şiirin tamamını yahut bir parçasını ezbere okumalarını ister. Ziya Osman Saba, Cahit Sıtkı'nın Lamartine'den okuduğu "L‟lsolement" adlı şiiriyle kendisinin dikkatini çektiğini belirtir ve onun fizikî portresini şöyle çizer:

"Bu şiir o sınıf için bir şeydi; arkama belli etmeden bakmıştım. Esmer, arkaya taranmış siyaha çalan saçlı, ince dudaklı, üst dudağıyla ufak burnunun arası biraz fazla açık, kulakları kabarık, alnı darca, bütün güzelliği koyu kestane Moğolumsu çekik gözlerinin biraz hüzünlü manasında toplanmış, ufak tefek temiz giyimli, çoğumuzun aksine kravatlı bir gençti. Halinde, duruşunda bir azim okunuyor; tipi, sol yanağındaki Diyarbakır çıbanının irice izi hiç değilse İstanbullu olmadığını söylüyordu.(…) 1106 Cahit Efendi diye, bildiği şiirlerden birini okumaya davet edilmiş öğrenciyse, Galatasaray'ın yenisi sayılırdı."

En yakın ruhdaşı ve kafadaşı, Ziya Osman Saba idi. Bir keresinde onunla bahse girip Galatasaray Lisesi'nin arkasındaki yardan mahalle çocukları gibi aşağı inip yukarı çıkmış, bu tehlikeli serüven sırasında zavallı Ziya Osman'ı heyecandan öldürecek durumlara sokmuştu. Cahit Sıtkı'nın belki de yaşamının tek yaramazlığı bu oldu.

EDEBİYAT ONA ZARAFETİ GETİRMİŞTİ

Okuldan arkadaşı onu anlatıyor:

"Cahit Sıtkı, Galatasaray'da bizden dört beş sınıf büyüktü. Alt sınıflarda okuyan bir akrabasını görmeye gelirdi. Biz de o zaman kendisini görürdük. Okulun, Yaşar Nabi, Ziya Osman Saba ile birlikte dergilerde şiirleri basılan üç isminden biriydi. Ufacık tefecik, zarif, çok efendi bir hali vardı. Hani teneffüste ayağına bir top çarpsa, çamurlanmasın diye ayağının ucuyla dokunan tipler vardır ya, onlardandı. Tertemiz giyinirdi. Küçücük zarif ayakları ve hep boyalı iskarpinleri vardı. Gel zaman git zaman, Diyarbakırlı Cahit, Türkiye'nin en ünlü şairlerinden biri oldu. Müstesna incelikte, bütünüyle kendini şiire adamış bir insandı. İnsan onun hesap yaptığına, günlük alelade şeyler konuştuğuna inanamazdı. Belki de bunlardan çok uzaktı."

AYAKKABI FABRİKASINA İŞ BAŞVURUSU

Okuyup vali olmasını ve ailesinin adını yüceltmesini arzu eden babası tarafından İstanbul'a, Saint Joseph Lisesi'ne gönderildi. Bu ayrılığı cennetten kovulma ve bir tür cezalandırma olarak telakki eden Cahit Sıtkı, vali olmak için çabalamak yerine şair olmayı tercih etti. Ailesinin istekleri ve kendi istekleri arasında bocalayan şairin bu tercihi, babasını memnun etmemiş ve bu durum, her ne kadar varlıklı bir ailenin çocuğu olsa da, onun zorlu bir hayat yaşamasına sebep olmuştu. İstanbul'da tek başına varlık mücadelesi vermek zorunda kalışı ve karşılaştığı olumsuzluklar şairi hassas mizaçlı birisi haline getirmişti.

Usta şair Cahit Sıtkı Tarancı'nın Beykoz Kundura Fabrikası'na yaptığı iş başvurusunun belgesi yapılan araştırmalar sonucu bulundu. Cahit Sıtkı Tarancı'ya ait iş başvuru belgesinde, şairin el yazısıyla yanıtladığı adres, memleket, doğum tarihi, askerlik durumu gibi sorular yer alıyor. "İstediğiniz maaş nedir?" sorusuna usta şairin verdiği cevap ise dikkat çekiyor: "Ne layık görülürse".

MÜLKİYE MEKTEBİ'NDEN PARİS'E

Cahit Sıtkı Tarancı, 1931'de girdiği Mülkiye Mektebi'nden ikinci senenin sonunda atılınca, eğitimine Yüksek Ticaret Okulu'nda devam etti ancak memuriyet sınavını kazanıp Sümerbank'ta çalışmaya başladıktan sonra bu okuldan da ayrıldı. "Ömrümde Sükut" adlı ilk şiir kitabı henüz Mülkiye Mektebi'nde iken yayımlanan Tarancı, Karabük'e atanması üzerine Sümerbank'taki memuriyetten ayrıldı ve öykülerini yayımladığı Cumhuriyet gazetesinde çalışmalarını sürdürdü.

Aynı yıllarda Peyami Safa ile tanışan usta şair, Cumhuriyet Gazetesi sahipleri Nadir Nadi ve Doğan Nadi'nin desteğiyle üniversite öğrenimini tamamlamak üzere Paris'e gitti. Paris Radyosu'nda Türkçe yayınlar spikerliği de yapan Tarancı, 1938-1940 arasında Sciences Politiques'te yüksek lisans yaptı. Paris'teki yaşamı sırasında Oktay Rifat ile tanıştı.

"HAYDİ ABBAS, VAKİT TAMAM"

İkinci Dünya Savaşı'nın başlamasıyla Paris'ten bisikletle kaçarak Lyon ve Cenevre yoluyla Türkiye'ye dönen Tarancı, 1941-1943 yıllarında askerliğini yaptı. Tarancı, Balıkesir'in Burhaniye ilçesinde yaptığı askerliği sırasında Türk şiirinin önemli örneklerinden biri olan "Haydi Abbas" eserini kaleme aldı.

"Cahit Sıtkı askerliğini yedek subay olarak yapmak üzere birliğine gider. O yıllarda yedek subay sayısı az olduğundan her subaya emir eri verilmektedir. Birliğine gittiğinde bölük yazıcısından künye defterini ister. Sırayla isimlere bakarken bir isim dikkatini çeker. Abbas oğlu Abbas… Sakat eli yüzünden çürüğe ayrılmış biridir Abbas. Talim bitiminde askerin yanına gönderilmesini ister. Öğle saatlerinde kapı çalınır. Karşısında civan mert yiğit biri selam çakıp, "Abbas oğlu Abbas Emret komutan!" der. Aralarında söyle bir konuşma geçer:

-Nerelisin?
-Memleket Mardin, kaza Midyat komutan.
-Sen benim emir erim olur musun?
-Sen bilir komutan!

Askere eşyalarını toplamasını ve kendi evinin altındaki boş yere taşınmasını söyler. Zamanla askerin zekiliği ve sıcaklığından etkilenir. Abbas her sabah erkenden kalkar Cahit Sıtkı'nın tüm ihtiyaçlarını karşıdan bir istek gelmeden düşünüp yerine getirir. Zamanla aralarında komutan asker ilişkisinden daha güçlü bir dostluk bağı oluşur. Bu saf ve temiz Anadolu çocuğundaki sadakat ve temiz yürekten etkilenmiştir Cahit Sıtkı. Zaman zaman karşısına alıp dertleşir onunla ve bu Anadolu çocuğunun ruhundaki gizli şeyleri keşfeder. Akşamları yemek sofrasında en güzel kızartma ve mezeleri hazırlar Abbas. Aralarındaki duygu bağları iyice güçlenir. Böyle bir keyif akşamında Cahit Sıtkı sorar:

-Sen İstanbul'u bilir misin Abbas?
-Bilir komutan.
-Orada bir Beşiktaş var bilir misin?
-Bilir komutan! Ben orada acemi birlikteydim.
-Orada benim bir sevgilim var. Sen bana kaçırıp onu getirir misin?
-Elbet komutan!

Sabah olur Cahit Sıtkı bakar ki. Abbas yeni asker kıyafetleri giymiş, tıraş olmuş hazırlanmış. Cahit Sıtkı bu itinalı hazırlanmanın sebebini sorduğunda Abbas'ın İstanbul'a gidip kızı getireceğini öğrenir.

Bunun üzerine gözlerindeki hüznü ve gözyaşlarını gizlemek istercesine arkasını dönüp kapıyı çarpar ve çıkıp gider Cahit Sıtkı. Fakat bu mert askerin, yüreği sevgi dolu Anadolu çocuğunun samimiyeti ve sıcaklığından duygulanır. Akşam olur. Ağaç altında sofrayı kurdurur ve Abbas'ı karşısına oturtur. Birlikte yer içerler ve Cahit Sıtkı o meşhur şiirini kâğıda döker!"

ASKERLİKTEN SONRA İSTANBUL VE ANKARA

Askerliğini bitirdikten sonra, İstanbul'a yerleşen ailesinin yanına gelen Tarancı, kısa bir süre babasının iş yerinde çalıştı. Cahit Sıtkı Tarancı, daha sonra Ankara'ya taşınarak, Anadolu Ajansı'nda ve Çalışma Bakanlığı'nda görev yaptı.

Türk şiirinin klasikleri arasında yer alan "Otuz Beş Yaş" şiirine imza atan Tarancı, 1946'da bu eseriyle Cumhuriyet Halk Partisi'nin düzenlediği şiir yarışmasında birincilik elde etti ve yurt çapında tanınan bir şair haline geldi.

EVLİLİK VE FELÇ

Tarancı, 1951'de Cavidan Tınaz ile evlendi. Evlendikten sonra yazdığı şiirlerini "Düşten Güzel" adlı kitapta bir araya getiren usta şair, 1953'te geçirdiği bir kriz neticesinde felç oldu. Tarancı, yatağa bağlı ve yarı bilinçli olarak İstanbul ve Ankara'da çeşitli hastanelerde tedavi gördü. Bir yıl kadar Diyarbakır'daki baba evinde bakıldı.

Orhan Veli'nin şiirlerini çok severdi. Nitekim yatalak olduğu günlerde kendisini ziyaret eden dostlarına hep Orhan Veli'den şiirler okuturdu. Bir şiirinde Cahit Sıtkı, bardağı tutarken ellerinin titremesinden yakınarak şöyle der:

"Bu el titremesi, kadeh tutarken,
Bu yaşta nasıl koyuyor insana,
Orhan gibi vaktinde gitmek varken,
Değer mi oyalanmana…"

ÖLDÜK, ÖLÜMDEN BİR ŞEYLER UMARAK

Tedavi için devlet tarafından 1956'da Avrupa'ya götürülen şair Tarancı, zatülcenp hastalığına yakalanarak 13 Ekim 1956'da Viyana'da vefat etti. Cenazesi Ankara'da Cebeci Asri Mezarlığı'na defnedildi.

Arkadaşı Ziya Osman'a yazdığı mektuplar 1957'de "Ziya'ya Mektuplar" adıyla yayımlandı. Kitaplarına almadığı şiirlerle şiir çevirileri ve kendisi için yazılanlar "Sonrası" adlı kitapta toplanarak 1957'de yayımlandı. Ailesinin Diyarbakır'daki evi 1973 yılında "Cahit Sıtkı Müze Evi" olarak ziyarete açıldı.

CAHİT SITKI İÇİN HAYAT VE ÖLÜM

Cahit Sıtkı Tarancı'nın şiirlerinde dünya hayatına, ölüm ve ötesine dair çeşitli problemler görülür. O, sürekli içinde bulunduğu dünya hayatını ve ötesini anlamlandırmaya ve kendi iç alemini rahatsız etmeyecek bir düzleme oturtmaya çalışmıştır. Bu çabayla birlikte çelişkili manevi duygular, günahkarlık psikolojisi, insan ruhundan feveran eden sonsuzluk ve ölümsüzlük isteği de belirgin olarak göze çarpar. Yaşadığı bohem hayat tarzından memnun gibi görünür fakat gerçekte yaptıklarını kendi de tasvip etmez. İtiraf ettiği günahlar ve özlem duyduğunu belirttiği manevi hislerle beraber ölüm olgusu şairin başına bir kabus gibi çökmekte, yaş ilerledikçe de hayatı anlamsızlaşmaktaydı.

Cahit Sıtkı enteresan bir biçimde ölüm için "adem" tabirini kullanacak derecede öte dünyanın varlığından şüpheli, hem de günahları için Allah'a karşı üzgün ve mahcuptur.

Şiirlerine bütünsel bir gözle bakıldığı zaman, okuyucuya paradokslar halinde kendini gösteren bütün bu karmaşık ruh hali, Cumhuriyet döneminin manevi değerlerden uzak Türk aydınının düştüğü metafizik buhranı gözler önüne sermekte ve şairin hakikat arayışının belki de bile bile aradığı hakikati bulmayı reddedişinin ıstırabını yansıtmaktadır.

SANAT, SANAT İÇİN YAPILIR

Dönemin şairleri arasında yaşanan "Sanat, sanat için mi yapılır, yoksa toplum için mi yapılır ?" tartışmasına Tarancı, "sanat, sanat için yapılır" cevabıyla dâhil oldu.

Usta şair, "Sanat için sanat" ilkesiyle yazdığı şiirlerinde, yaşama sevinci, aşk gibi konuların yanı sıra ölüm temasına fazlaca yer verirken, yalnızlık ve çocukluğuna duyduğu özlemi de şiirlerinde ele aldı. Ona göre şiir, kelimelerle güzel şekiller kurma sanatıydı. Vezin ve kafiyeden kopmamış ama ölçülü veya serbest her türlü şiirin güzel olabileceği inancını taşımıştı. Açık ve sade bir üslubu vardı. Uzak çağrışımlara ve hayal oyunlarına pek itibar etmemişti.

"Varlık", "Kültür Haftası", "Yücel", "İnsan", "Ülkü" ve "Pınar" adlı dergilerde de eserleri yayımlanan Tarancı, Türk edebiyatında "saf şiir" anlayışının önemli temsilcilerinden biri olarak görüldü.

Yaşamı boyunca birçok esere imza atan Tarancı, 1933'te "Ömrümde Sükût", 1946'da "Otuz Beş Yaş", 1952'de "Düşten Güzel" adlı kitapları okuyucuyla buluşturdu.

Tarancı'nın vefatından sonra, kitaplarında yayınlanmayan şiirler, şiir çevirileri ve kendisi için yazılanlar "Sonrası" adlı kitapta toplanarak 1957'de yayımlandı. Arkadaşı Ziya Osman Saba'ya yazdığı mektuplar da aynı yıl, "Ziya'ya Mektuplar" adlı kitapta toplandı. Tarancı'nın gazetelerde çıkan 22 öyküsü ise Selahattin Öner tarafından 1976'da "Cahit Sıtıkı Tarancı'nın Hikayeciliği ve Hikayeleri" adlı eserde bir araya getirildi.

Cahit Sıtkı Tarancı'nın yaşamı boyunca kaleme aldığı şiirlerden bazıları şunlar:

"Abbas", "Aşk Vakti", "Batan Gemi", "Ben Aşk Adamıyım", "Bir Umut", "Bir Kapı Açıp Gitsem", "Bugün Hava Güzel", "Can Yoldaşı", "Çilingir Sonrası", "Gidiyorum", "Hatıralar", "Hepimize Dair", "İlk Aşklar", "İki Ses", "Gündüz", "Hergünkü Ölüm" ve "Gün Eksilmesin Penceremden"

Cahit Sıtkı Tarancı öncelikle Otuz Beş Yaş şiiriyle anılır edebiyatımızda. Düz yazılar, mektuplar, öyküler yazmış olmasına rağmen şairliği daima ön planda olmuş ve bu durum öykülerini gölgede bırakmıştır. Kırk altı yaşında yaşama veda eden Cahit Sıtkı Tarancı'nın öykü türüne yoğun emek verdiği halde bu öykülerinin yıllarca gazete sayfalarında kalarak kitaplaşamaması, onun öykücülük yönünün tanınmasına uzun süre engel oldu. Ölümünün 50. yıldönümünde (2006) ilk kez bu öykülerin önemli bir kısmı derlenmiş ve o unutulmaz "Gün Eksilmesin Penceremden" şiirinden gelen adla, Can Yayınları tarafından yayımlanmıştır.

BEŞİKTAŞLI SEVGİLİ

Anlatılanlara göre; okul yıllarında tüm arkadaşlarının sevgilisi varken Cahit'in yokmuş. O, kendisini çirkin sandığı için kızlara yanaşamaz, utangaç olduğu için de kimseye söyleyemezmiş bunu. Sınıfta, yatakhanede arkadaşları hep sevgililerinden gelen mektupları birbirlerine okur caka satarlarmış. Bazen Cahit'e de takılıp "Yahu, sana mektup yazacak bir sevgilin yok mu?…" derlermiş. O günden sonra, gizlice kendi kendine haftada bir-iki mektup yazmaya başlamış Cahit. Yazıp postaya atar, sonra da mektupları sevgilisinden geliyormuş gibi alır arkadaşlarına okurmuş. Bu mektupları o kadar romantik olurmuş ki, bir süre sonra, arkadaşları da postacının yolunu büyük bir merakla bekler olmuşlar…

"Şimdiye kadar bir iki kere sevdim, bundan sonra da Mecnuncasına, Ferhatçasına sevebilirim. Fakat şimdiye kadarki sevgililerimden ancak birisi-belki aşkıma kısmen mukabele etmiş olduğu için hala hayal halvethanemde hüküm sürmektedir." Cahit Sıtkı'nın sevgililerinden bahsedildiğinde, kendisi ve eserleri üzerinde en büyük etkiyi bırakan meşhur "Beşiktaşlı Sevgili"sinden de söz etmek gerekir. Beşiktaşlı sevgilisini diğerleriyle karşılaştırdığında "Fakat nerde Beşiktaş'taki sevgilim. Onun üzerine yoktur ve olamaz. Bu işe (yaşamak şiir yazmak ilh…) onu sevmekle başladım. Onu sevmekle bitireceğim." diyecek ve onu tüm sevgililerinden üstün tutacaktır.

Ziya Osman bu aşkı "Onun "Hayal ettiğim şey" şiirini ithaf ettiği, "Sevdalı" adlı şiirinde "İlk aşkım, ilk göz ağrımsın" dediği, "Vefasız çıktın" diye sitem ettiği "Beşiktaşlı'sı", "ilk sevgili"si yok muydu? Neyine gerekti yabancı matmazeller!.. Cahit "Beşiktaşlı"sının evinin bulunduğu yokuşu dört yıl, aşk heyecanları içinde inip çıktı." şeklinde anlatır.

"Cahit Sıtkı'nın "Beşiktaşlı Sevgili" dediği, şiirindeki sevgilinin de yazdığı aşk mektupları gibi hayali olduğunu söylerler. Cahit Sıtkı'nın teyzesinin oğlu, Avukat Reşid İskenderoğlu 1993 yılında yayımladığı anılar kitabında, yıllar sonra Beşiktaşlı Sevgili'nin izini bulduğunu, kendisi ile görüşmek istediğini, ancak olumsuz yanıt aldığını anlatır. 2004 yılında 93 yaşında hayata gözlerini yuman, anne tarafından şairin akrabası olan Vedat Günyol'un anlattığına göre Cahit'in yıllarca gönlünde bir sır gibi sakladığı Beşiktaşlı sevgilisi meğerse Vedat Günyol'un kız kardeşi Mihrimah Hanım imiş… Bunu, yıllar sonra, bir gün birlikte Paris'te dolaşırlarken Cahit Sıtkı bizzat Vedat Günyol'a itiraf etmiş. Vedat Günyol o gün çok hayıflanmış; "Ah Cahit, keşke o zaman söyleseydin, seni kız kardeşimle evlendirmeye çalışırdım…" demiş."

(Derlenmiştir.)

2024 Fikriyat. Tüm hakları saklıdır.
BİZE ULAŞIN