Osmanlı’da hayvan sevgisine dair detaylar
Osmanlı döneminde hayvanların hakları devlet eliyle korunur, eziyet edenlere falaka cezası bile verilirdi. Öyle ki Avrupalı seyyahların bile anlam veremediği bu sevgi, motiflerimize kadar işlenmişti. Atalarımızın hayvan sevgisine dair detayları derledik.
Giriş Tarihi: 30.06.2019
09:23
Güncelleme Tarihi: 09.12.2020
16:43
Kanunî döneminde Türkiye'ye gelen Hans Dernschwam , seyahatnamesinde bu konuda ilginç bir hikâye anlatır: "Kaymakam Koca Mehmed Paşa halka karşı tuhaf davranışlarda bulunurmuş ve onları sık sık işledikleri suçlar için cezalandırırmış. Günün birinde paşa bir aşçı dükkânının önünde odun yüklü güzel bir at görür. Atın sahibi ortalarda yok; içerde dükkânda karnını doyurmakta. Paşa köylüyü buldurup odunları atın sırtından indirtir ve adamın sırtına yükletir. Ata bir akçelik kuru ot aldırtır. At bu otu yiyinceye kadar adam sırtında ağır odun yükü ile ayakta bekler. Paşa adama, önce odununu sat, karnını ondan sonra doyur anladın mı der."
16. yüzyılın sonlarında İstanbul'da bulunan Domenico Hierosolimitano ise Türkler'in hayvan sevgisini şöyle anlatır: "Şehirde birçok yerde büyük meydanlarda ve özellikle Sultan Bayezid Camii yanındaki meydanda, tek işi ahşap şişte hayvan ciğeri kavurmak olan birçok insan vardır. Çok sayıda ve itibarlı insanlar bu yarı pişmiş ciğer şişlerinden almak için toplanırlar ve doğal içgüdüleriyle orada toplanan kediler yesin diye onlara verirler. Çok büyük bir hayır işi yaptıklarını düşündükleri için, Müslümanlar kafesteki kuşları ve diğer hayvanları azat etmek geleneğine de sahiptir; yani şehirdeki kafeste kuşların satıldığı yerlere giderler.
Onları satın alırlar ve hemen onlara özgürlüklerini verirler, böylece Hz. Muhammed'i sevindiren hayırlı bir amel sergilediklerini düşünürler. Atlar için de böyle bir geleneğe sahiptirler, eğer bir kişi atına aşırı yük yüklerse ve polis tarafından görülürse, hemen tutuklanır. Burun delikleri delinir, atın kuyruğuna bağlanır ve ihtisab ağası onu bu şekilde şehir boyunca dolaştırır.
Genelde atın taşıdığı yükü adama taşıttırırlar".
KUŞLAR İNSANLARDAN KAÇMAZDI
17. yüzyıl ortalarında İstanbul'da bulunan Antoine Galland , hayvanlarla iç içe yaşandığı ve iyi davranıldığı için kuşların insanlardan kaçmadığını anlatır: "Burada karabatak, saksağan kuşu, kuzgun ve kumrular ve bilhassa leylekler görülür. Bu kuşlar o derecede rahatlardır ki, yuvalarını köyün yolları üzerindeki ağaçlara yaparlar. O kadar ki, üzerlerinde iki yahut üç yuva bile bulunan ağaçlar vardır. Padişahın bir bahçesinde tamamıyla karabatak yuvalarıyla dolu bir ağaç vardır. Bu kuşların bu derecede rahat olmaları, kendilerine karşı gayet gaddar olan çocuklar da dahil olarak hiç kimse tarafından bir fenalık edilmemesinden ileri gelmektedir". (Kaynak: Erhan Afyoncu, Sabah)
DÜNYANIN İLK HAYVAN HASTANESİ KURULDU
Türkler, İslâm'la tanıştıktan sonra hem vakıflar yoluyla, hem de kişisel olarak hayvanlara medeni bir biçimde yaklaşmışlardı. Dolmabahçe'de kuş, Üsküdar'da kedi hastaneleri, cami ve mezarlıklardaki suluklar, kuş evleri, sonbaharda geri dönemeyen ve yardıma muhtaç leylekler için açılmış dünyanın ilk hayvan hastanesi olan Bursa'daki Düşkün Leylekler Evi, Osmanlı Devleti'nin, hayvanlara verdiği önemin en güzel örnekleridir.
Diğer ülkelerin insan haklarını tartıştığı sıralarda, Osmanlı Devleti, dünyanın ilk hayvan hastanesini kurdu : Gurebahane-i Laklakan. Türkçesiyle "düşkün leylekler evi". Kuşların göç yollarının tam bu şehrin üzerinden geçiyor olması nedeniyle, 19'uncu yüzyılda Osmanlı'nın en güzide şehirlerinden biri olan Bursa seçildi ve ardından hastane inşa edildi.