Yönetmen Semih Kaplanoğlu filmleriyle "Altın Ayı" dâhil çok sayıda mükâfata layık görüldü, eserlerinde iç dünyasının derinliklerini ustalıkla yansıttı ve en mühimi de bu toprakların "nefesini" sinemaya taşıdı. Fakat son günlerde eserlerinden ziyade Adana Film Festivali'nde karşılaştığı kabalıkla gündemde. Mükâfat töreninde sunucu Meltem Cumbul'un kendisine sırt çevirdiği Kaplanoğlu, son filmi "Buğday" da tam da kalplerine duvarlar ören insanları resmediyor. Filmde Hazreti Musa ile Hızır aleyhisselamın kıssası üzerinden tabiata müdahale, mültecilik ve ırkçılık gibi aktüel problemlere sıra dışı bir bakış sunuluyor; modern buhrandan kurtuluşun maneviyat toprağında yattığına işaret ediliyor. Biz de son yaşananlara "deruni bir sükûtla" karşılık veren Semih Kaplanoğlu'yla sinemadan insanlığın sıkıntılarına uzanan bir sohbet gerçekleştirdik...
Filminizin hususi bir çıkış hikâyesi var mı?
"Bal" filmini çektikten sonra festival davetleri için 2 yıl boyunca dünyanın çeşitli yerlerini dolaşma imkânı bulmuştum. Bu seyahatlerimde farklı milletlerden insanları gözlemlemeye çalıştım. Açlık, savaşlar ve mülteci meseleleri... Hem ekolojik, hem de hayat tarzı olarak insanların bir kaosa doğru sürüklendiklerini gördüm. Bizi bugüne getiren bilim, insanların hayatlarındaki boşluğu tam olarak dolduramıyordu. Bilginin tek yönlü olamayacağını, manevi bir cihetin de var olduğunu müşahede ettim. İnsanlar, maneviyatı hayatlarından uzaklaştırdıkça ilişkilerine bariyerler koyuyor, bunun da iyi bir gidiş olmadığını düşünüyorum. Filmdeki hikâyeyi de işte bu düşüncenin üzerine inşa ettim.
İÇİMİZDEKİNİN BEDELİNİ ÖDÜYORUZ
Son filminiz "Buğday", tohumların genetiğinin değiştirilmesi üzerinden hayata dair bir sorgulama getiriyor. Bugünkü buhranlarımız bununla mı başladı?
Biz tohumları ve buğdayı bozup, genetiğiyle oynayarak, yaratılmış bir şeye müdahale ettik. Tabii bu, tohumla sınırlı kalmadı; onu yediğimiz için aslında biz de birlikte dönüştük. Bu yüzden saflığı muhafaza etme meselesi benim için mühim. Gelenekte de bu böyle... Binlerce yıl önce yaratılmış ilk pirinç tanesiyle günümüzdekiler arasında bir bilgi aktarımı var. Siz tohumu bozduğunuzda, kadim zinciri de koparıyorsunuz. Bu da hayatımızın her sahasına yansıyor, değiştirilmiş bir şeyin parçası oluyoruz.
BUGÜNÜN DERTLERİNİ ANLATMAYA ÇALIŞTIM
Eserinizde geleceğe dair pek de iç açıcı olmayan bir tablo var. İnsanoğlunun bugünkü hâlini nasıl görüyorsunuz?
Şu an insanoğlu bir şeylerin bedelini ödüyor. Haksızlıkların ve tabiatı bozmanın neticesi bunlar… İnsanın içerisinde ne oluyorsa dışarısındakiler de onlar; eğer dâhilde büyük bir savaş yaşıyorsa bunun hariçte de bir tezahürü oluyor. Bense bunlar karşısında endişeliyim ama bu bir ümitsizlik değil. Aslında olacak olan oluyor. Bu hususta insanın bir iradesi mevcut ama kader diye de bir şey var. Bu yüzden tespitler yaparken tek yönlü düşünmemek lazım.
DERİNLİĞİ ISKALIYORUZ
"Buğday" bir Batı ve modernizm eleştirisi mi?
Benim bütün filmlerimde modernizmle bir meselem oldu. Bu akıma bütünüyle karşı değilim ama her şeye tek yönlü baktığımızı düşünüyorum. Hayatın derinliğini ıskaladığımızı, bunun ardında da fazla modern olmamızın yattığı kanaatini taşıyorum. Sadece maddiyata dönük yaşıyoruz ve bununla tatmin olacağımıza inanıyoruz. Hâlbuki maddiyat da maneviyat da birbirini tamamlayan şeyler. Bu birliği hissettirmek çok mühim. Benim de sinemadaki meselem bu…
Filminizde resmettiğiniz gibi şehirlerin manyetik duvarla çevrili hapishanelere dönüştüğü, insanların sürekli genetiği bozuk şeyler yediği, hayatın mekanikleştiği bir dünya ne kadar yakın?
Ben bugünü anlatıyorum aslında. Mültecilerin hayatları denizlerde mahvoluyor, Trump yeni duvarlar inşa etmeye kalkışıyor, Filistin'de bu duvarlar kalınlaşıyor... Bunun yanında diğer insanların da kalplerinde, gözlerinde ve kulaklarında duvarlar var, onları da yıkmak lazım. Sinema ve edebiyat, işte içimizdeki bu görünmez sınırları gösterebiliyorsa önemlidir. Yoksa ne işe yarar ki?..
KITALAR ARASI BİR FİLM
"Buğday" hem kıtalar arası hem de çok kültürlü bir film. Bu farklılıkları cemetmek kolay oldu mu?
Aslında dünyanın büyük bir bölümü giderek bir birine benzemeye başladı. İstanbul'un bazı yerlerine baktığımızda acaba bir Uzak Doğu şehri mi ayıramayabiliyorsunuz. Bir de bunların dışında dünyanın geri kalan kısmı var. İşte böyle bir dünyanın içerisinde daha "köşeli" bir yer kurmak için uğraştım. Bu dünyayı kurarken ABD'nin Detroit şehrindeki terk edilmiş yerlerde, Almanya'da ve Orta Anadolu'da değişik bölgelerinde çalıştık. Filmi, siyah-beyaz çekerek aradaki farkları yok ettik. Oyuncularımız da farklı kültürlerden ve milletlerden seçildi. Tüm bunlar zaman aldı ve kolay olmadı.
KENDİNİZİ KATMADIĞINIZ ESER SAHİCİ DEĞİLDİR
Bir sinemacının kendi değerlerinden yola çıkması utanılacak bir şey mi?
Tabii ki hayır. Bizim çok derin ve bugünü de dönüştürecek bir hamurumuz var. Bu hamur İbni Arabi ve Hazreti Mevlâna gibi zatlar tarafından yoğurulmuş. Bu büyük gelenek yıllarca sanat ve edebiyat üretmiş. Ancak biz bir şekilde onunla bağımızı koparmışız. Hâlbuki onun içerisinde sanatımızı yeniden doğuracak bir tohum var. Üstelik de GDO'suz (Gülüyor). Biz bu ruhu içimizde taşıyoruz ama farkında değiliz. 15 Temmuz'da da tam bu ruhun tezahürleri yaşandı. Bunu sanat yoluyla da tekrar ortaya çıkarmamız lazım. Biz dünyaya bir şey söyleyeceksek oradan söylemeliyiz.
Filmlerinizde hayatınızdan kesitlerle çok fazla karşılaşmamızın sebebi ne?
İnsanın kendini katmadığı bir şey yapmasını çok sahici bulmuyorum. Ben bilmediğim bir şeyi anlatamam. Bu yüzden en fazla bildiğim şey olan, hayatımdan yola çıkıyorum.
Sizin hayatınızdaki değişimi, siyasi iktidarın güçlenmesine bağlayanlar var mı?
Bence böyle bir şey yok. İnsan 40'lı yaşlarında hayatıyla alakalı sorgulama yapabiliyor. Bana da Allah bunu nasip etti. Bunun iktidarla bir münasebeti yok.