Arama

Zincirlenen veli:Niyâzî-î Mısrî

Halvetî tarikatının Mısriyye kolunun kurucusu Niyâzî-i Mısrî doğduğu Malatya’dan dünyaya açıldı. Yozlaşmanın devletin bütün kademelerine sirayet ettiği bir dönemde yaşayan Niyazi Mısrî de “derman aradım derdime, derdim bana derman imiş” diyerek bütün bu olanlara seyirci kalamadı. Ömrünün uzun yıllarını sürgün edildiği Limni de geçiren pir burada ayağında zinciriyle vefat etti.

Zincirlenen veli:Niyâzî-î Mısrî
Yayınlanma Tarihi: 16.03.2018 00:00:00 Güncelleme Tarihi: 16.03.2018 16:50

17. yüzyıl Halvetî tarikatının Mısriyye kolunun kurucusu, büyük bir şeyhi ve sûfi tasavvuf edebiyatının ustasıydı. Asıl adı Muhammed ibni Ali Çelebi ve mahlası Niyâzî olup, uzun müddet Mısır'da kaldığı için de Mısrî denildi. 1027 (m. 1618) senesinde Malatya'nın Soğanlı köyünün İşpozi kasabasında doğdu. Babası, yöresinin önde gelenlerinden Nakşibendiye tarikatı mensubu Soğancızâde Ali Çelebi'ydi. 1105 (m. 1693) senesi Receb ayının yirmi sekizinde çarşamba günü kuşluk vakti Limni adasında vefât etti.


TALEBELİKTEN ŞEYHLİĞE

Niyâzî-i Mısrî, Malatya'da, önce İslâmî ilimlere ait temel bilgileri, sonra da medrese tahsiline başlayıp tefsir, hadis, fıkıh ve tasavvuf ilimlerini öğrendi. Tahsilini tamamladıktan sonra, câmilerde vaazlar vermeye başladı. Daha sonra Malatya'da bulunan Halvetî şeyhi Hüseyin Efendi'nin sohbetinde bulunarak ondan feyz aldı. Hüseyin Efendi'nin vefatından sonra, seyahate karar verdi. Diyarbakır-Mardin yoluyla Bağdat'a gitti. Burada büyük âlimlerin, evliyanın ve Seyyid Abdülkâdir-i Geylânî'nin kabrini ziyâret etti. Sonra Hazreti Hüseyin'in kabr-i şerîfini ziyâret etti. Buradan Bağdat'a dönerek, dört sene ilim tahsil etti. Tahsilini tamamlayan Niyâzî Mısrî, Kâhire'ye gitti. Şeyhûniyye denilen yerde, Kâdiriyye tarikatı büyüklerinden olan bir zâtın dergâhında misâfir olarak kaldı. O zâta talebe oldu. Mısır'da dönemin en büyük üniversitesi olan Câmi-ül Ezher'de hem ders verdi hem de ilmini genişletti.

1646'da İstanbul'a gelen Niyazi Mısri burada fazla kalmayarak önce Bursa'ya, oradan da Uşak'a geçti. Burada kısa bir süre Ummi Sinan'ın talebesi Şeyh Mehmed'in yanında kaldı. Daha sonra Elmalı'ya gitti. Elmalı'da, şeyhi Elmalılı Ümmi Sinan'a kavuştu. Dokuz sene burada nefsini terbiye ile uğraştı. Tasavvufi yönden kendini yetiştirmeye çalışıp çok zahmet ve sıkıntılar çekti. Değirmenden mutfağa buğday ve odun taşırken, sırtı yaralar içinde kaldı. Nihayet 39 yaşında, şeyh tarafından hırka giydirilerek icazet verilir ve irşada memur edildi.

Hilafet verildikten sonra Elmalı'da kalan şair, oradan Uşak'a geçti. Kütahya'da şeyh olarak irşada devam ederken şeyhinin ölümünü duyunca, 1657'de Uşak'a gitti. Oradan Bursa'ya gitti ve burada irşat ile meşgul oldu. Kısa zamanda şöhreti yayıldı ve bu şöhreti onu saraya ulaştırdı.

Tende canım canda cananımdır Allah Hu diyen

Dide sırrım serde sübhanımdır Allah Hu diyen

Dest-i kudretle yazılmış yüzüne ayat-ı Hakk

Gönlümün tahtında sultanımdır Allah Hu diyen

Cümle azadan gelir zikr-i ene'l Hakk haresi

Cism içinde zar-ı efganımdır Allah Hu diyen

Giceler ta subh olunca inletir bu dert beni

Derdimin içinde dermanımdır Allah Hu diyen

Yere göğe sığmayan bir müminin kalbindedir

Katremin içinde ummanımdır Allah Hu diyen

Kisve-i tenden muarra seyreder bu gökleri

Çark uran abdalı uryanımdır Allah Hu diyen

Her kişiye kendinden akrab olan dost zatıdır

Ey Nİyazi dilde mihmanımdır Allah Hu diyen

ÜÇ YÜZ TALEBESİ İLE ORDUYA KATILDI

Sultan Dördüncü Mehmed Hân'ın daveti üzerine İstanbul'a giden Niyâzi Mısrî, Ayasofya Câmii'nde vaaz ve nasihat vermeye memur edildi. Daha sonra Bursa'ya dönen Mısrî'nin şöhreti günden güne arttı. 1669 senesinde Bursa'daki dergâhı yapıldı. Rusya ile harp başlayınca Sadrazam Köprülüzâde Fâzıl Ahmed Paşa, padişah namına Niyâzi Mısrî'yi Edirne'ye davet etti. Niyâzi Mısrî üç yüz talebesi ile orduya katılmak için Edirne'ye gitti.

Mısrî'nin halk tarafından çok sevilmesi ve vaazlarında dönemin kötü gidişatından bahsetmesi ve bunların müsebbipleri olarak başta veziriazamlar, kadılar ve önemli devlet adamlarını göstermesi hatta isimlerini vermesi, pek çok kişiyi kendisine düşman etmeye neden oldu.

Niyazi Mısrî'nin sürgün edilmesinin sebeplerinden biri, Mehmet Vanî Efendi'nin sesli zikri yasaklaması. Mısrî bu uygulamaya karşı sonuna kadar direndi. Vanî Mehmed Efendi'nin Sultan IV. Mehmed'in nezdindeki itibarını kullanarak Mısrî'yi sürgün ettirmesi, gerek Mısrî'nin hatıratlarında ve şiirlerinde gerekse başka kaynaklarda belirtilir.

Niyazi Mısrî'nin yaşadığı dönem, ülkede isyanların sürdüğü, rüşvet ve iltimasın yaygınlaştığı ve sadrazamlığa getirilen devlet adamlarının başarısız olduğu, yozlaşmanın devletin bütün kademelerine sirayet ettiği bir dönemdi. Niyazi Mısrî de "derman aradım derdime, derdim bana derman imiş" diyerek bütün bu olanlara seyirci kalamadı.


BURKAĞI İLE GEÇEN YILLAR

Sultan İkinci Ahmed, İkinci Viyana seferine eşlik etmesi için Niyazi Mısrî'nin sürgün hükmünü bozmuş, kendisini Edirne'ye davet etmiştir. Hz. Pir, Sultan Selim Camii'nde verdiği bir vaazda sarf ettiği sözler nedeniyle Vezir Baltacı tarafından ayağına demir bukağı vurulmak suretiyle tekrar Limni'ye sürülür.

''Gülzâr-ı Mısrî'de Şeyh'in Limni'de kendisinin ve Vezir Baltacı'nın gömüleceği yeri işaret ederek, ''Burası bana ve bir diğer büyük zâta medfen olacaktır'' dediği rivayet olunur. Yani Mısrî, yıllar önce, Vezir Baltacı Mehmet'in de Limni'ye gömüleceğini bildirdi.

Sürgünde geçen zor günleri "Bazı günler aç kaldığını, yemeğine koydukları zehirlerden dolayı içinin dışının vurulmuş koyun gibi şiştiğini, zehirin tesiriyle şaşkın bir vaziyette dolaştığını, bu sebeple zaman zaman konuşma ve yazmada sıkıntı çektiğini, mazur görülmesi gerektiğini, Limni Hâkimi'nin kendisini bir konuşma sırasında "sus bire edepsiz" diye azarladığını, halk içinde hakaret edildiğini, düşmanları tarafından yüzüne tükürüldüğünü, kendisini hemen öldürmeleri için düşmanlarını bazen tahrik ettiğini, yine çok hakaret ve işkenceler edildiğini, fıtratının ehl-i dünya ile konuşmaktan hazzetmediğini, tekrar yemeğine yılan zehri konulduğunu, amcasının 3 aylık yoldan adaya kendisini ziyarete gelmesini ve buna karşı duyduğu memnuniyeti, evde çakmağı olmadığı için mumunu yakamayıp karanlıkta oturduğunu, daha sonra dışarı çıktığını, kendisine bir makreme (havlu) hediye getirildiğini, gece yarısı düşmanlarının çan çalarak kendisini uyutmayıp rahatsız ettiklerini, bütün bu sebeplerden ötürü yazı yazarken sürekli imlâ hatası yaptığını, hülasa çektiği sıkıntıları ve işkenceleri" şeklinde anlatılır.

Limni Adası'nda kalmakta olduğu camiinin mihrabında, seccadesi üzerinde kıbleye yönelik iken Hakk'a yürüdüğü ve ayağında bukağı olduğu ve kendisinin bukağı ile birlikte defnedilmesini vasiyet ettiği rivayet edilir. Mezar taşında da mezkûr zincirin resmi bulunur.

Zat-ı Hakk'da mahrem-i irfan olan anlar bizi

İlm-i sır'da bahr-i bi-payan olan anlar bizi

Bu fena gülzarına talib olanlar anlamaz

Vech-i baki hüsnüne hayran olan anlar bizi

Dünye vü ukba'yı tamir eylemekten geçmişiz

Her taraftan yıkılıp viyran olan anlar bizi

Biz şol Abdal'ız bırakdık eğnimizden şalımız

Varlığından soyunup üryan olan anlar bizi

Kahr u lütfu şey'-i vahid bilmeyen çekdi azab

Ol azabdan kurtulup sultan olan anlar bizi

Zahid'a ayık dururken anlamazsın sen bizi

Cür'a-yı safi içip mestan olan anlar bizi

Arifin her bir sözünü duymağa insan gerek

Bu cihanda sanmanız hayvan olan anlar bizi

Ey Niyazi katremiz deryaye saldık biz bu gün

Katre nice anlasın umman olan anlar bizi

Halkı koyup lamekan ilinde menzil tutalı

Mısri'ya şol canlara canan olan anlar bizi

YUNUS EMRE'DEN SONRA EN FAZLA BESTELENEN İLAHİ ONA AİT

İki yüz şiirden oluşan divanı, dört Arapça eseri, mecmuaları, on üç risalesi, iki şerhi, Yusuf Sûresi ve Tekasür Sûresi tefsiri başlıca bilinen eserleridir. Çok sayıda şiirleri bulunan Mısrî'nin bu şiirlerinden yaklaşık 250 tanesi ilahi olarak bestelenmiştir. Kültür tarihimizde Yunus Emre'den sonra bestelenen en fazla ilahi ona aittir.Gece yazdığı şiirlerinde Niyazi, gündüz yazdığı şiirlerinde ise Mısrî mahlaslarını kullandığı söylenir.

Mustafa Tatçı'nın Niyaz-ı Mısri hakkında şu tespitlerde bulunmuştur:

"Hazreti Mısrî, aynı zamanda edebiyat tarihimizde kendisini takip eden mutasavvıf şair ve ediplerle, adına "Niyazi Mısrî Okulu" diyebileceğimiz büyük bir edebî okulun kurucusudur. Bugün kütüphânelerimizin raflarında, Mısrî takipçilerinin henüz incelenmemiş pek çok eseri vardır. Her biri Mısrî'nin düşüncelerinin tefsiri niteliğinde olan bu eserlerin, Mısrî'nin eserleriyle mukâyeseli olarak incelenmesi gerekmektedir."

Onun bazı şiirlerinde ve sözlerinde Mehdi ve İsa kavramları sıkça geçer. Mehdi ve adalet kelimelerini yan yana kullanmasını, hem istikbâle matuf bir mânâ ile hem de yaşadığı haksızlıklar karşısında kullandığı lisân-ı hâl olarak değerlendirmek gerekir. bütün benzetmeleri Osmanlı İmparatorluğu'nun yaşadığı sıkıntılı dönemin bitmesini arzulamasındandır.

"Ehl-i hakikat derler ki şeytân nerdüban-ı enbiyâ ve evliyâdur sizde İsâ ile mehdî zuhürına ve kemâllerinün nihayetine buluğa sebebsiz ne kadar hareketi ziyade etsenüz, ol kadar fütühât-ı ilâhiyye zuhûrından hâli değüldür."

"Hz. İsâ aleyhisselâmın, Mehdî'nin çıkmasına sebeb sensin. Âli Osman'ın tahtını ber-bâd eden sensin".

Bu sözleriyle Mısrî, aslında imparatorluktaki kötü gidişata dikkat çekmekte, böyle giderse Osmanlı'nın yıkılacağını ve Mehdi'nin zuhuruyla her şeyin düzeleceğini söylemektedir. Bundan dolayı, imparatorluğun kötü gidişatına sebep olanların, aslında Mehdi'nin de çıkışına sebep olduklarını söylemektedir. Kendisinin bu yöndeki sözlerine kızmak yerine, bu kişilerin kendilerine bakmalarını ifade etmektedir.

Niyazî-i Mısrî hakkında, Bursalı İbrahim Râkım Efendi''nin ''Vâkıât-ı Hazret-i Mısrî'', Mustafa Lutfî''nin ''Tuhfetü''l-Asri fî Menâkıbi''l-Mısrî'', Mehmet Şemseddin Efendi''nin ''Gülzâr-ı Mısrî'' adlı menakıpnâmelerinin bulunur.

NİYÂZÎ-İ MISRÎ'NİN ESERLERİ

Niyazi-i Mısrî'nin Türkçe ve Arapça manzum ve mensur 10 ciltten fazla eseri bulunmaktadır. Edebiyatımızda daha çok mutasavvıf bir şair olarak tanınır. Aruzla yazdığı şiirlerde genellikle Nesimî ve Fuzulî, hece ile yazdıklarında ise Yûnus Emre'nin tesirleri açıkça görülür.

Birçok yazma nüshası bulunan Divân-ı İlâhîyyat eski harflerle H. 1259/M. 1843'te Bulak'ta basıldığı gibi, birkaç defa da yeni harflerle İstanbul'da 1967, 1974'te yayımlandı.

Diğer eserleri ise;

Risâletü't-Tevhîd,

Şerh-i Esmâ-i Hüsnâ,

Sure-i Yûsuf Tefsiri,

Es'ile ve Ecvibe-i Mutassavvıfâne

Şerh-i Nutk-ı Yûnus Emre,

Risâle-i Eşrât-ı Saat,

Tahirnâme,

Risâle-i Haseneyn,

Divân-ı İlâhiyât

Mektubât,

Risâle-i Hızriye,

Fâtiha Tefsiri,

Risâle-i Hilye-i Hz. Hüseyn,

Sure-i Nur Tefsiri,

Risâle-i Belgrat,

Risâle-i Vahdet-i Vücud,

Risâle-i Devriye

Mevâidü'l-İrfân

2024 Fikriyat. Tüm hakları saklıdır.
BİZE ULAŞIN