Sinema 1895'ten bugüne basit bir eğlencelikten büyük bir sanata evrildiği süreç içerisinde çok farklı aşamalardan geçti. Hikâye anlatımının önemi gün yüzüne çıktıktan sonra sinema basit bir eğlencelik tanımlamasından sıyrılıp geniş kitlelere hitap eden en içli dışlı olduğumuz sanat dallarından biri haline geldi.
Bir film elbette deneysel, Art House gibi türler ayrı tutulduğunda belirli bir yapı içerisinde izleyiciye sunulmaktadır. Bir sonraki sahnede ne olacağını tahmin etmek aslında bizim ileri görüşlülüğümüzün gelişmişliğinden değil, çok fazla aynı yapıda film seyretmiş olmamızdan kaynaklanır.
Klasik anlatı sineması özelinde konuşmak gerekirse, her film bir başlangıç noktasına, olayların düğümlendiği bir gelişme bölümüne ve her şeyin iyi ya da kötü çözüme ulaştığı bir sonuç bölümüne sahiptir. İzleyici, doğal bir refleks olarak, yani tüm karmaşanın çözümünün getireceği rahatlamanın (katharsis) bir bakıma içgüdüsel olarak da önceliğe sahip olabileceği düşünülürse, filmin sonuna odaklanmaktadır. "Filmin sonunu söyleme, sonunda karakter ölüyor" gibi kullanımların yaygınlaşması aslında filmlere dair çok önemli bir noktayı gözden kaçırdığımızın bir kanıtı: Açılış sahnesi.
HAFIZALARA KAZINAN SAHNELER
Bir filmin sonu kadar önemli olduğunu söyleyebileceğimiz açılış sahnesi, izleyicinin filmle ilk karşılaşmasıdır. Kulağa bir önyargı gibi gelse de tanıştığımız herhangi biriyle ilgili izlenimimizin ilk birkaç sahnede oluştuğunu düşünürsek bir film üzerinden de bu işleyiş çok farklı ilerlemeyecektir. Bu yüzden açılış sahneleri film üreticileri tarafından "hook" yani kanca atma anı olarak tanımlanır. Okuyucunun ilgisini çekmek ve onu yakalamak bir filmin açılışı için büyük önem arz eder. Ancak bir filmin açılışı yalnızca bu bağlamda incelememek gerekir.
Açılış sahnesi ile bir film, o filmin türünü, ritmini, hâkim ögeleri ve nasıl ilerleyeceğini belli edecek önemli ipuçları da taşır. Kısacası bir filmin yalnızca açılış sahnesine bakarak size sunacağı dünya hakkında fikir sahibi olmanız mümkündür.
Bir filmin açılış sahnesi, izleyicinin ilgisini çekmeyi amaçlamanın yanı sıra, ilk kez tanışacağımız karakterin dünyasının, olayın nerede geçtiğinin ve bizim karakterin karşısında nasıl konumlanacağımızın belirtilerini taşır. Tam da bu sebepten bir filmin nasıl bittiği kadar nasıl başladığı da önemlidir.
2001: A Space Odyssey (Stanley Kubrick) 1968
Başlangıçta hiçlik ebediyken belirsiz bir nedenle patlar ve varlık oluşur. Günümüzde halen gizemini koruyan bu patlamadan milyarlarca yıl sonra Kubrick, henüz başlangıç jeneriği girmeden ani bir açılışla maddenin olmadığı, tahayyül bile edemeyeceğimiz o karanlığı görüntüler yerine György Ligeti'nin gizemli Atmospheres uvertürü ile tasvir eder. 2001: A Space Odyssey'in hemen başında karşılaştığımız bu maddesiz, dolayısıyla görüntüsüz hiçliğin 300.000 yıllık patlamasını Kubrick, birçok seyirciye uzun gelen bir sürede, üç-beş dakikada anlatmayı dener. Bu eşsiz Bigbang tasavvurundan sonra film başladığında ilk tarihsel sıçrama gerçekleşir ve dünyanın soğumuş yalnız haliyle baş başa kalırız.
Kubrick'in seyirciyi dakikalarca yeryüzü şekillerine odaklaması, daha önce varlığından söz edemeyeceğimiz bu şekillere ilk defa görüyormuş gibi bakmamızı istemesinden kaynaklanır. Çünkü ancak o zaman hiç ile var'ın farkı anlaşılabilecektir. İkinci sıçrama gerçekleştiğinde -ki bu uzun tarihsel sıçramalar sinema tarihinde bir ilktir- Kubrick bizleri günümüzden 4.000.000 yıl önceye götürür ve objektiflerini Australopithecus'lara (iki ayaküstünde durabilen insansılar) çevirir. Evrim tarihine baktığımızda göreceğimiz üzere Australopithecus'ların daha sonra yolları ayrılacaktır ve ayrışma sonucunda modern insanın ilk uzak atası Homo habilis(yetenekli insan) ortaya çıkacaktır. Kubrick, Homo habilis'in ortaya çıkışını siyah yekpare dikilitaşa dokunan ve daha sonra Homo sapiens olarak evrim basamaklarını tırmanacak kabile ile anlatır.
Goodfellas (Martin Scorsese) 1990
Henry Hill isimli gangsterin gerçek hikâyesini konu alan Wiseguy adlı romandan uyarlanan 'Sıkı Dostlar' için Martin Scorsese filmografisinin en önemli yapıtlarından biridir. Küçük Henry'nin tek hayali ise kendi mahallesindeki 'Lucchese Ailesi'ne katılmaktır. Henry bu uğurda ailesinden gizli, okulu bıraktığında bir nevi seçimini yapmış olur. Yaptığı ufak tefek işlerle artık Lucchese Ailesi tarafındadır ve hikâyenin bundan sonraki kısmı Henry ile Lucchese ailesinin şaşaalı yükselişlerini ve kaçınılmaz sonlarını konu alır. Para, ego ve kişisel hırsların hüküm sürdüğü bu yeni hayatında Henry karşılaştığı her zorluğun üstesinden gelmeye çalışsa da bu bir 'eden bulur' dünyasıdır ve kaçınılmaz sonu değiştirmek pek mümkün değildir.
Europa (Lars von Trier) 1991
İkinci Dünya Savaşı'nın izlerinin henüz silinmediği bir dönemde idealleri uğruna Amerika'dan Almanya'ya giden Leopold Kessler'in öyküsünü konu alan filmin yönetmen koltuğunda Lars Von Trier, başrollerinde ise Jean-Marc Barr ve Barbara Sukowa yer almaktadır. Leopold, tren kondüktörü olarak çalışmaya başladıktan sonra zamanla farkında olmadan savaş sonrası oyunların içine dâhil olur. Siyah-beyaz çekilen film -Kara Film- özellikleri barındırır, fakat kilit anlarda o an için önemli olan karakter ya da nesne bir anda renkleniverir! Sürreal sahneleriyle ilgi çeken filmin diğer bir özelliği ise hikâyenin kırılma noktalarında beliren gizemli sestir. Max von Sydow'un seslendirdiği 'anlatıcı', kimi zaman başkarakterimiz Leopold'un iç sesi olur, kimi zaman ise bize ve Leopold'a birkaç dakika sonrasını fısıldayan bir habercidir.
The Silence of The Lambs (Jonathan Demme) 1991
1960'larda kendisini yaygın olarak göstermeye başlayan seri cinayet vakaları sayesinde tüm dünya, Amerikan toplumunun dipte kalan rahatsızlıklarını bir bir somutlaştıran çeşitli hasta ruhları tanıma fırsatı buldu. Birçok kişilik bozukluğunu bünyesinde barındıran bu insanların, etraftaki dağınıklıkları düzeltme ya da bu toplumun vahşi kapitalist düzeni içinde kaybolup da kendilerinde tatmin sağlayacak başka yönlere sapma istekleri onların 'seri katil' olarak anılmalarına yol açacak polisiye vakaları başlatacaktı. Ortak temalar altında işlenen cinayetlerin sahipleri, her kurbanında önceki kurbanlarına da bağlayan birtakım izler bırakacak ve bu sayede de kriminoloji biliminin ilerlemesine de, mecburen katkıda bulunacaktı.
Citizen Kane (Orson Welles) 1941
1939'da Almanya'nın Polonya'yı işgal etmesiyle birlikte dünya ikinci büyük savaşa girerken 1940 yılının başlarında Amerika'da Yurttaş Kane (Citizen Kane, 1941) filminin senaryosu üzerinde çalışılmaya başlanır. Almanlar Avrupa boyunca ilerlerken ve Avrupa faşizme yenik düşerken, ABD'de de müdahalecilik ile tecrit politikası arasındaki çatışma tüm şiddetiyle sürer. Artık kamuoyunun en sıcak gündemidir savaş. Başkan Roosevelt'in müdahaleci politikasına ve anti-faşist mücadeleye bağlı bir isim olan Orson Welles, filmde dönemin arka plânını keskin bir şekilde dile getirmese de savaş sorununa, özellikle dönemin hâkim temaları olan faşizm tehlikesi ve komünizm korkusuna gönderme yaparak sıradışı bir Amerikan yurttaşının kaderinde ABD'nin sosyo-politik bilinçaltını beyazperdeye yansıtır.
Vertigo (Alfred Hitchcock) 1954
Usta yönetmen Alfred Hitchcock'ın en iyi filmlerinden biri olarak kabul edilen Vertigo "D'entre les morts" isimli romandan sinemaya uyarlanmıştır. Hitchcock bu filminde, gerilim, melodram, korku ve dedektif filmi öğelerini Freudian öğelerle birlikte oldukça yoğun bir şekilde kullanır. Vertigo'da, onun hayatını kurtarmak isterken çatıdan düşerek ölen polis memurunun ölümünden kendini sorumlu tutan ve yükseklik korkusu nükseden dedektif Scottie Ferguson'un (James Stewart) hikâyesini izliyoruz. Bu korku yüzünden mesleğini bırakan Scottie, eşinden şüphelenen arkadaşına yardım etmek için dedektifliğe geri döner. Gizemli eşi (Kim Novak) takip etmeye başlayan Scottie, kendini çözülmesi zor olayların içinde bulur ve psikolojik olarak da büyük bir çöküşe geçer. Scottie'nin içine girdiği bu girdap Hitchcock'un kamerasından, sinema tarihinde çokça kullanılacak efektlerle beyazperdeye yansıtılmıştır.
Forrest Gump (Robert Zemeckis) 1994
Film Forrest'ın bir bankta otobüs beklerken yanındaki bayana hikâyesini anlatmasıyla başlar ve o kişiler sürekli değişir. Sınır zekâ düzeyinde olmasından dolayı (75 IQ puanı) okul sistemine dâhil edilmek istenmeyen Forrest, ayrıştırılarak zihinsel engelli çocukların gittiği bir okula gönderilmek istenir. Bu esnada IQ puanı dışındaki hiçbir özelliği karar aşamasında dikkate alınmaz. Sosyal işlevselliği, günlük yaşam becerilerini gerçekleştirme düzeyi, algılama, muhakeme, ince ve kaba motor becerileri, dil becerileri dikkate alınmaz. Amerikan eğitim sisteminin, ayrıştırma modeline bir eleştiri yapılmıştır. Aynı isimli kitabın yazarı 60'lı yıllardan 80'li yıllara kadar süren dönemi mercek altına almıştır. Şu an hafif ve orta zihinsel engelli çocuklar kaynaştırma eğitimi ve özel alt sınıf uygulamaları ile yaşıtları ile bir arada eğitim görmektedir. Dâhil edilme metodu tüm dünyada yayılmaya başlanmıştır. Forrest'in düşük bilişsel işlevselliğe sahip olması dolayısıyla annesi sürekli olarak oğluna basit ifadeler kullanarak eğitim verir. Başlarda fiziksel olarak da dezavantajlı durumdadır. Duruş ve yürüyüşünde bozukluk olduğu için bacaklarına protez takılır.
Bilişsel işlevselliği Forrest'in her ne kadar düşük olsa da duygusal farkındalığı daha yüksektir. Annesinin oğlunu normal çocukların gittiği okula gönderebilmesi için müdürle birlikte olmasına tepkisini konuşarak değil, alaycı bir ses tonuyla ifade eder. Tüm film boyunca Forrest karakteri dezavantajlı bir noktada başlar, azimli yapısından dolayı bu durumu avantaja çevirir. Düzgün yürümekte zorlanan çocuk, Başkan'dan ödül alacak bir Amerikan Futbolcusuna dönüşür.
Matrix (Wachowski Kardeşler) 1999
Matrix dörtlemesi, zamanın ruhuna uygun olarak, birçok öğreti ideoloji ve miti kendi içinde derdest ederek kültür endüstrisi kodlarına uygun hale getirmiş ve dolaşıma sokmuştur. Slavoj Zizek'in de değindiği gibi film; Lacancı olarak, Frankfurt Okulu gözlüğü takarak ya da dini/mitolojik bir okuma yapılarak ayrı ayrı değerlendirebilir haldedir.
Filmler, Aristotales'in temelini attığı ve daha sonra ana akım Hollywood sineması tarafından özenle işlenen geleneksel kurgu'ya harfiyen uygundur. Dikkatli bir okuma yapıldığında Matrix evreninin tekno-distopik dokusunun Neuromancer ya da Ghost in the Shell gibi metinlerden, intihalin sınırlarında dolaşılarak oluşturulduğu görülebilir. Sinema sektörüne girmeden çizgi roman yazarlığı yapan Wachowski Kardeşler, Hollywood'un gelişmiş imkânlarıyla çizgi roman tarzını -özellikle Japon mangalarının grafik dilini- birleştirmiştir.
The Godfather (Ford Coppola) 1972
Sinama tarihinin en iyi filmlerinden biri olan bu film, Amarikaya yeni göç etmiş olan İtalyanların arasındaki mafya mücadelesini anlatıyor. Amarika kıtasına yeni göç etmiş olan italyanlar arsındaki en büyük örgütlenmelerden biri mafya örgütüdür. Don Corleone(Marlon Brando) Corleone ailesinin reisidir. Ailesini ayakta tutmaya ve düşmanlarına karşı mücadele ederken bir suikasta uğrar. Ağır yaralanır. Michael Corleone (Al Pacino) ailenin yeni lideri olarak yükselmeye başlar.