Tepecik'te yaşarken onca olumsuzluğa karşı sinema sevdasını yaşatan, daha on iki yaşındayken arkadaşı İsmail Mutlu ile sinema makinesi yapmak için yola koyulan biridir Ahmet Uluçay.
"Resim yapmak için bir fırça bir boya, ama bir de Van Gogh lazım."
1954'te Kütahya'da doğan sanatçı, sinemayla ilkokuldayken köye gelen bir seyyar sinemacı sayesinde tanıştı. Köyde tavukçulukla uğraşan arkadaşı İsmail Mutlu ve maden işçisi arkadaşı Şerif Akarsu ile Tepecik Köyü Arkadaş Sinema Grubu'nu oluşturan Uluçay, ilk filmi Optik Düşler'i arkadaşlarıyla Almanya'da yaşayan bir gurbetçiden aldıkları VHS kamerayla çekti.
Ahmet Uluçay, hayatını anlattığı ilk uzun metrajlı filmi Karpuz Kabuğundan Gemiler Yapmak ile ülke çapında tanındı. Kısıtlı imkânlarıyla bir hayat çektiği ve o hayata birçok umudunu yüklediği filmi, Türkiye'de ve dünyada çok sayıda ödül aldı. Karpuz Kabuğundan Gemiler Yapmak filminde de anlattığı gibi, filmini bir ahırda köylülere izletti.
"Karpuz Kabuğundan Gemiler Yapmak dedim, bir film yaptım, meğer Barbaros'un donanmasını yapmışım da haberim yok"
HAYATINI FİLM ÇEKMEYE ADADI
Amacına ulaşmak için hamallık dâhil her işte çalışan yönetmen belki de bu yüzden belli bir süre sonra hastalandı. Ama aklında hep filmler vardı.
"Eskiden sanatçılar olmadan dünya dönmez sanırdım. Şimdi düşünüyorum ki bir ressam resim yapmasa, ben film çekmesem dünyada bir şeyler değişmez"
Yoğun çalışmalar kendisini yormuştu, yakalandığı beyin tümörü ve zatürre hastalığıyla bir süre mücadele etse de, 2009 yılında hayata veda etti.
"Kısa filmlerimle ödüller aldıktan sonra Ezel Akay ile tanıştım. Beni tanıdığına pişman oldu galiba! Uzun metrajlı film yapmak için onu ikna etmeye çalıştım. Israrlarımdan etkilenmiş olacak ki bana senaryoyu yaz dedi. İki yıl boyunca senaryoyu yazamadım. Bir yerde takıldı kaldı. Bir gün Ezel Akay beni aradı. Senaryo hazır mı, dedi. Hazır değildi ama hazır dedim. İki gün içinde senaryoyu bitirdim. Karpuz Kabuğundan Gemiler Yapmak filminden, daha iyi film yapamamak düşüncesi beni endişelendiriyor"
Bütün olanaksızlıklara karşı en ilkel koşullar altında sinema yapmak arzusu bedenini, ruhunu delice ve dâhice sarmıştır yönetmenin. Tavşanlı'nın ve Kütahya'nın yumuşak tutuculuğu ile de yetişen bu yetenek, din, sanat, sinema, arkadaşlık etkilerini hiçbir ideoloji saplantısına düşmeden büyük bir gerçekçilikle vermesini bilir. Türkiye sinemasının en farklı ve bakış açısı sağlam filmlerinden birini yapacaktır kısa filmlerini takiben. Çabaları istediği sonucu verecektir.
Babasının deyimiyle "Beyoğlu berduşu" Ahmet Uluçay kısa filmleri yaptığı tek uzun metraj kadar doyurucu, Türkiye'nin ender yetenekli yönetmenlerinden biri.
"Lumiere kardeşler sinemayı icat etmeseydi mutlaka o bizim köyde icat olurdu. Kesinlikle buna inanıyorum."
SİNEMA YAPMANIN NE DEMEK OLDUĞUNU DA SORGULATIYOR
"Kendimi anlatıyorum. İçinizde ben de varım. Benim de anlatacak bir hikâyem var, diyorum. Şimdi beni dinleyin, gibi bir duygu. Şimdi söz bende. Şimdi ben kendimi anlatıyorum demek gibi sinema."
"Karpuz Kabuğundan Gemiler Yapmak" Anadolu'nun herhangi bir köyünde sanatla, sinemayla uğraşmak isteyen bir insanın çektiği sancıları konu alırken aynı zamanda sinema yapmanın ne demek olduğunu da sorgulatıyor bize; Anadolu'yu tanıyoruz, Türkiye'yi, insanlarını. Büyükşehirleri değil, batılılaşmış insanı, asimile olmuş kimlikleri değil, bizzat yerinde, kendi insanımızı tanımanın kapısı aralanıyor.
Evrenselliğin yerelliğe (ulusala, yöreye ve özellikle kişiye) bağlı olarak geliştiğinin büyük örneği olan bu film, yerel ve biyografik ögeleri harmanlayıp evrenselliğe tamamlamış. Bu yerelliği evrenselliğe taşıması ise filmi her izlendiğinde samimi ve sıcak kılacak sebeplerden biri. Köylülerin çektikleri bu sancılar, dünyanın herhangi bir yerinde, film yapmaya çalışan ve imkânı olmayanların acıları.
Ana kahramanlarımız Recep ve Mehmet, kendi küçük dünyalarından daha fazlasını almanın tek yolunu yeni bakış açıları keşfederek bulacaklarını anlıyorlar. İstedikleri para değil, ev, araba, mal mülk hiç değil; yeteneklerini var etmek ve üretmek istiyorlar. Sinema yaparlarsa, Nihal'i unutacağını söylüyor Mehmet, Recep'e; çünkü film yapmanın ne denli iyileştirici ve yeniden yaratıcı bir süreç olduğunu bilinçaltıyla seziyor.
Filmin senaristi ve yönetmeni Ahmet Uluçay bu çalışmasında çocukluğunun kendi kişiliğine damgasını vuran dönemini sinema tutkusuyla birlikte vermiş. Çocukluğunda âşık olurca bağlandığı sinema tutkusu yaşamı boyunca onunla birlikte, bu aynı zamanda kendi yaşamının da vazgeçilmez dengeleyicisi olmuş.
Nasıl yaşadıysa öyle film çeken yönetmen, gerçekliği filmiyle bir hale getiriyor. Sahnelerin gerçekçi olması için çaba sarf etmesine gerek olmadığının farkında; gördüğü ve yaşadığı ne varsa sinema suyuna batırıp bir filme dönüştürmesinin kâfi olduğunu seziyor ve sahnelere, imgelere aktarıyor.
Fazla müzik kullanımı, kadraj ve kurgu hataları gibi detayları görmezden geliyoruz bu sefer, çünkü karşımızda bakış açısı olan bir yönetmen var ve elindeki konuyla nasıl bir film çekmesi gerektiğini yüreğiyle biliyor.
"Farklı bir yönetmen, kişilikli bir film fakat hâsılatı yok. Bilirsin, film hâsılat da demektir." (Giovanni Scognamillo)
Bakış açısı olan, doyurucu hikâyeli, anlamlı bir konuya sahip bu film, hasılat ve popülarite ihtiyacına yenik düşmeyip Türkiye Sineması'nda derin bir iz bıraktı. Kendi fikrini, Uluçay'ın deyimiyle önce bir fikri en yalın ve direkt haliyle seyirciye aktardı.