Zekât, bütün ibadetler arasında bir tür "cemaat" ibadeti olmakla temayüz eder. Bu yönüyle zekât, bir insanın yalnız başına ifa edebileceği veya bireysel iradesiyle yerine getirebileceği bir ibadet olmadığı gibi onun özünü teşkil eden "vermek" de zekât ibadetinin tahakkuk etmesi için lazım ama yeter şart değildir. Meselenin fıkıh literatüründe ve kısmen de Müslüman toplumun geleneğinde ele alınma tarzının böyle olmaması vakıayı değiştirmiyor. Zekâta farklı bir gözle bakarak "cemaat" ibadeti tabirini tahlile dikkat çekeceğiz. Bu meyanda önce tek başına icra edilen ibadetlere bakalım:
İnsan, oruç tutarken yalnız başına yerine getirdiği bir ibadeti icra eder. Orucun başka birisinin şahitliğine ihtiyacı olmadığı gibi kişi bildirmediği sürece orucun varlığından haberdar olabilecek kimse de yoktur. Bilindiği üzere orucun geçerlilik şartları arasında olmasa bile "nitelik" şartları arasında gizlilik ve bilinmeme hali dikkate alınabilir. Çünkü oruç ibadetiyle niyetin kemâl hali anlamına gelen "ihlâs" arasındaki irtibat, gizlilik ve sırrîlik yönünden kurulur. Oruçtaki bu gizlilik, insanı öteki ibadetlerin en azından bir kısmını – ki örneğin nafileleri- gizli yapmaya hazırlayarak ihlâsa katkı sağlar. Öte yandan oruç tutmak için herhangi bir insanın iştirakine, yardımına veya varlığına gerek yoktur. Orucun öteki insana taalluk edebilecek veya ona ulaşabilecek herhangi bir neticesi de yoktur: Oruç, onu tutacak kişide başlar, onun "selbî" eylemiyle gerçekleşir ve onunla tamamlanır. Namaz, oruca göre daha açık ve âşikâr bir ibadet olsa bile yine de insanın yalnız başına ifa ettiği bir ibadet olmakla oruçla aynı niteliğe sahiptir. Namaz için başka bir insanın varlığı gerekmez, şahit aranmaz, destek lazım değildir vs. Öyle ki namaz cemaatle kılındığında bile insan onu tek başına kılar. Bu itibarla cemaatin kendisi bir "bireysellik" kavramı olsa da cemaat içinde namaz, cemaat içinde bir başına ifa edilen ibadettir. Namaz için gerekli hâricî ve dâhilî şartlar yalnız başına kılarken olduğu gibi cemaatle kılarken de geçerlidir. Hal böyle olunca cemaat içinde birey olarak namaz ifa edilmiş olur. Aynı durum hac ibadeti için de geçerlidir. Hac, bireysel olarak yapılabilecek bir ibadettir; büyük bir kalabalık içinde hacceden insan, Tanrı'nın karşısında birey olarak hareket eder. İnsan, tövbe ederken veya başka herhangi bir ibadeti yerine getirirken de tek başına tövbe eder, tek başına Tanrı'ya iltica ederek günahlarından mağfiret ister. Hal böyle olunca bütün ibadetlerde "tekil" olmak yeterli olmuş, ibadeti yerine getirmede başka birisinin iştiraki veya şahitliği gerekli olmamıştır. İşte zekât bütün ibadetlerden ayrışarak başka bir özelliğiyle temayüz eder. Zekâtın yerine getirilebilmesi için iki veya daha fazla insanın varlığı şarttır. O iki kişiden birisi, malından zekâtı veren insan iken ötekisi ise zekâtı alandır. Bunlardan birisi olmadığında zekât yerine getirilmiş olamaz, birisi eksik kaldığında zekât sadece temenni ve irade beyanı düzeyinde kalır, böylece ibadet yerine getirilmiş olmaz. O halde zekâtı öteki ibadetlerden ayrıştırmakla ibadetlerin "tekillik" ve "cemaat" ile ifa edilme şeklinde bir tasnifle ortaya çıkan özelliği açığa çıkar: Zekât bir iştirak ibadetidir ve zekât ancak iki insanın eşit ölçüde iş birliğiyle ifa edebileceği bir ibadettir.
Böyle bir iddianın en önemli dayanağı Kur'ân-ı Kerîm'de zekâtın verileceği sınıfların tadat edilmiş olmasıdır. Başka bir anlatımla Şâri' Teâlâ zekâtı, insanın kendi iradesince belirleyeceği bir cömertlik eylemi olmaktan çıkartarak formel şartları tespit edilen ibadet olarak emredince, zekâtın gerçekleşme şartları belirlenmiş oldu. Bu bağlamda Kur'ân-ı Kerîm'de yoksullar, yolda kalmışlar, borçlular, Allah yolunda cihat edenler, kalbi İslâm'a ısındırılmak istenilen kimseler gibi sekiz sınıf belirlenmiş; bunların dışında zekât verilebilmesine müsaade edilmemiştir. Üstelik bu insanlar için "mallarda" hak belirleyerek, o hakkın onlar tarafından alınma sürecini "zekât" ibadeti kılmıştır. O zaman zekâtın verilebilmesi için bu insanlardan birisinin "almak" yoluyla ibadete iştirak etmesi şarttır. Başka bir anlatımla malda bu insanlara ait hakkı "çıkarmak" isteyen insan bu hak sahibinin "almasıyla" birlikte zekâtı yerine getirmiş olacaktır. Şu halde zekât, bir temizlenme ve arınma faaliyetiyse her iki insan birlikte arınacak, her ikisinde farklı yönlerde tecellî eden "kirlenme" zekât ile arınmaya dönüşecektir.
Galiba Müslüman toplumun dikkatinden kaçan nokta "verme" işine odaklanarak zekâtı elinden çıkan insanın bir eylemi olarak düşünmenin yol açtığı bir karışıklıktır. Halbuki onun malından belirlenmiş "hakkı" çıkarması, işin birinci merhalesidir; ikinci merhalede ise hak sahibinin malı olması gelir. Vermek-almak yoluyla zekât gerçekleştiğine göre, zekâtı bir iştirak ve ortak ibadet gibi düşünmek mümkün hatta gerekli olmaktadır.
Meseleyi daha açık hale getirmek için şöyle bir örnekten gidebiliriz: Bir insan, malda belirlenmiş olan "hakkı" maldan -kendi malından demek için erken, çünkü henüz hak teslimi yapılmamıştır- çıkarma eylemini yerine getirse fakat bunu verebilecek bir insan bulamamış olsa veya bulduğu insan şu veya bu nedenle "almak" yoluyla ibadete dahil olmamış olsa zekât vermiş olabilir mi? Herhalde bu sorunun cevabı olumsuz olacaktır. Sorunun ikinci kısmını şöyle sormak gerekir: Peki maldan çıkarttığı hakkı başka birisine veya bu sınıfların dışındaki birisine veya bir hayvana "harcamak" yoluyla verse zekât ibadetini yerine gelmiş olabilir mi? Bu sorunun cevabı da olumsuzdur. O zaman zekât ancak belirlenmiş sınıflardan birisinin "almak" üzere iştirakiyle yerine getirilebilir ve maldan o kişi için belirlenmiş "hakkı" çıkaran insan, o kişiyi ikna etmeye muhtaçtır.
Peki Şâri' Teâlâ neden zekâtın iki insanın arasındaki bir iştirak ve yardımlaşma yoluyla gerçekleşmesini murat etmiş olabilir? Allah en iyisini bilir de bunun hikmeti anlaşılır gibi görünüyor: "Zekât vermek" tabirindeki "vermek" haddizatında ibadetin ruhunu teşkil eden mahviyet, ilâhî kudret karşısındaki eziklik, yoksulluk, Tanrı'ya iltica gibi anlamlarla çelişerek bir isbât-ı vücûdu izhar eder. "Ben verdim" demek, herhalde ibadetin ruhuna en aykırı düşüncelerden birini çağrıştıran bir ifade olmalıdır. Bilhassa insanın hemcinsi olan birisine onun elde edemediği malı vermesi, öteki insanın maişetini temine katkı sağlaması, insanın ibadet yoluyla aşmaya niyetlendiği iktidar tutkusunu geri çağırır, benliği daha sağlam bir şekilde inşa eder. Zekâtı alan insan ise veren karşısında önce ezikliğe, bunun telafisi olmak üzere de derin bir öfkeye kapılır, Tanrı'nın karşısında zelil olmak yerine zekât veren insan karşısında minnet ve eziklik duygusuyla yaşar.
Allah ibadet hayatında ortaya çıkabilecek böyle bir ihtimalden kullarını sakındırmak üzere zekât vereni kibirden, alanı ise eziklik ve öfke halinden halâs eylemek için zekâtı iki kişinin eş zamanlı ibadeti yapmış olmalıdır: kimsenin kimseye bir borcu yok! Üstünlük ise takvaya ve niyete bağlıdır.
Vallâhu a'lem!
Ekrem Demirli