"Sen değil naaşın hükümdar olsa elyaktır bizlere
Dönsün etsin taht-ı Osmaniye tabutun cülus"
Ahmed Râsim
Sultan II. Abdülhamit Han'ın ölüm hastalığı, 5 Şubat 1918 Salı günü soğuk algınlığı ile başladı ve üç gün sonra şiddetli bir mide ağrısıyla nefes darlığı ortaya çıktı. Beylerbeyi Hastanesi'nden Nikolaki Paraskevidis, Veliaht Vahidüddin Efendi'nin özel doktoru Alkivyedis ve Abdülhamid'in kendi doktoru Atıf Hüseyin Bey, ilk müdahaleyi yaptılar ve ardından kendisinden kan aldılar. Nabız yüz kırk beş; nefes ise altmış beşten fazla olarak ölçüldü.
"HAKANIN HASTALIĞI KENDİSİ KADAR BÜYÜKTÜR"
Sultan Abdülhamid'in kızı Ayşe Osmanoğlu, Babam Sultan Abdülhamid adlı kitabında o günleri böyle anlatır: "Ölümünden üç gün önce yorgunluktan bahsettiği hâlde mutadı veçhile giyinmiş, istirahat etmeyerek dolaşmış. 9 Şubat 1918 Cumartesi günü akşamı âdeti üzere kadınları ile birlikte sofraya oturmuş, iştahsızlıktan bahsederek bir tane köfte, bir iki kaşık kabak, bir tane de pirinç unu tatlısı yemiş. Yemekten kalkınca anneme göğsünü göstererek, "Sol tarafımdan sağa doğru bir sancı hissediyorum" demiş. Annem derhal doktoru getirtmek istemişse de aksi gibi doktor o sabah babamdan izin alıp evine gitmiş bulunduğundan çağırmak kabil olmamış. Rasim Bey bir başka doktor getirtmeyi düşünmüş. O civarda oturan ve babamın küçük kardeşi Mehmed Vahdeddin Efendi'nin doktoru olan Alekyadis Efendi'ye haber göndermiş. Alekyadis Efendi, babamı muayene ettikten sonra Rasim Bey'e hastalığın ehemmiyetli bir zatürre başlangıcı olduğunu söyleyerek, "Hakanın hastalığı kendisi kadar büyüktür" tabirini de kullanmış. Bunun üzerine Rasim Bey derhal Sultan Reşad'a ve Enver Paşa'ya vaziyeti bildirmiş. Bu sırada bulunan Atıf Bey de babamı muayene edip aynı kanaate vardığından hemen meşhur doktorlardan Neşet Ömer Bey'i getirtip ona da muayene ettirmiş. Babamın durumu gayet ciddi olduğundan ve şimdiki tesirli ilaçlar o zaman henüz malum bulunmadığından sarayda sabaha kadar kimse uyumamış. Doktor Atıf Bey babamın yanına girip çıktıkça Abid Efendi de onu takip ediyormuş. Şafak sökerken babam, "Oh! Ne çabuk sabah oldu" demiş ve kendisinin her sabahki mutad banyosunun hazırlanmasını söylemiş. Hastalığı dolayısıyla bundan vazgeçirmeye çalışmışlarsa da ısrar etmiş ve "Beni banyodan mahrum ederseniz hakkımı helâl etmem" demiş. Bunun üzerine zavallı Gülşen ağlayarak banyoyu hazırlamış. Doktorun rızası hilâfına banyoya kadar annemin koluna dayanarak gitmiş. Fakat banyodan sonra fevkalâde terlemeye başlamış. Annemle Saliha Naciye Hanım, birbirlerinin yüzüne bakarak hayra alâmet olmayan bu hâlden dolayı hâlden dolayı gözlerine gelen yaşları saklamaya çalışmışlar. Babam oturduğu yerde, kolunun altına yastık koydurarak iki rekât sabah namazını kılmış. Sonra sütünü istemiş ve âdeti üzere yarım bardak maden suyuna karıştırılmış sütünü içerek, "Hamdolsun Yarabbi! Daha iyiyim" demiş. Yine annemin koluna dayanarak yatak odasına girmiş.
O sırada Hünkâr tarafından selâm-ı şahane ile doktorların geldiği kendisine haber verilmiş. Babam, "Hayır, ben doktor istemem, iyiyim" demiş ve doktorların kimler olduğunu sormuş. Tekrar, "Hayır, hayır istemem" demiş. Fakat annem, "Aman efendiciğim! Biraderiniz gücenir. Müsaade edin de bir kere gelsinler" deyince, "Doğru! Belki biraderin gücüne gider. Gelsinler" demiş.
"BÜTÜN HİZMETİME BİR KARA ÇARŞAF ÇEKTİLER"
Doktor Akil Muhtar Bey, Selânikli Rıfat Bey, Atıf Bey ve Alekyadis Efendi içeri girmişler. Abid Efendi de nemli gözlerle gelip babamın karşısında durmuş. Onun yaşlı gözlerini gören babam, "Ağlama oğlum. İyiyim. Üzülme" demiş. Doktorlara her nedense, dün akşam çok yemek yediği için bu hale geldiğini söylemişti.* Biraz rahat nefes alabilmek için doktorlardan kan almalarını istemiş. Bunun üzerine kan almışlar. Babam da, "Evet, kendimi iyi hissediyorum" demiş. Doktorların, rahat etmesi için morfin yapmak tekliflerini reddetmiş.
Doktorlar odadan çıkarken Rasim Bey arkada kalmış. Babamın yanına gelerek elini öpmüş ve gözleri dolarak, "Hakanım! Hakkını helâl et" demiş. Babam hayretle yüzüne bakmış, bir cevap vermemiş. Doktorlar çekildikten sonra odaya giren annemle Saliha Naciye Hanım'a gülümseyerek, "Rasim Bey bizden ümidini kesmiş olacak ki elimi öptü, bana hakkını helâl et dedi" demiş ve bir ah çekerek, "Bütün hizmetime bir kara çarşaf çektiler. Benim kimseden talep edecek hakkım yok" diye ilâve etmiş, gözleri dolmuş. Annem o zaman, "Efendiciğim! Bundan büyük hastalıklar geçirdiniz. İnşaallah yine iyi olursunuz. Hakkınızı da elbet Allah alır" cevabını vermiş.
Babamın hayatından ümit kalmadığını doktorlardan öğrenen Sultan Reşad, büyük biraderimiz Mehmed Selim Efendi'ye haber yollayarak, "Babaları ağır hastadır. Hepsi hemen gidip kendisini görsünler" demiş.
ABDÜLHAMİD "ALLAH" DİYEREK CAN VERDİ
Dilberyâl Kalfa içeriye girerek Mehmed Selim ve Ahmed efendilerin geldiğini bildirince babam, "Biraz beklesinler" diyerek sulu bir kahve istemiş. Şöhreddin Ağa kahveyi getirerek içeri girince babam, annemin koluna dayanarak oturmuş, "Ver kahveyi içeyim" demiş. Babam bu sırada odada bulunanlarla âdeta vedalaşmış. Önce annemin avucunu öperek, "Allah senden razı olsun" demiş. Sonra Saliha Naciye Hanım'ın elini tutarak, "Hakkını helâl et" diye vedalaşmış. Ayakucunda duran Gülşen'e de, "Kızım, Allah senden de razı olsun" diyerek kahveden bir yudum içmiş. Fakat ikinci yudumu içmeden kahve annemin avucuna dökülmüş ve babam, yüksek sesle "Allah" dedikten sonra başı annemin koluna düşmüş. O zaman annem, "Efendimiz bayıldı. Doktor yetişsin" diye bağırmış. Doktor Atıf Bey koşarak gelince acı hakikati anlamışsa da henüz gafil olan odadakilere söylememiş. Abid Efendi de yine doktorla beraber içeri girmiş.
Atıf Bey, hâlâ babamı kollarında tutan ve kendisine bırakmak istemeyen anneme, "Bana bırakınız. Baygındır. Lâzım gelen tedaviyi yapacağım. Siz hemen çıkınız" deyip sert bir tavırla annemi ve Abid Efendi'yi odadan çıkartmış. Odada bulunan Dilberyâl Kalfa'ya, "Ne duruyorsunuz? Bir tülbent getiriniz de çenesini bağlayalım" deyince kapıda hâlâ bir şey anlamadan duran sadık Şöhreddin Ağa, "Ah Efendim gitti!" diye bir feryat kopararak bayılmış. İşte o anda sarayın içinden âh u eninler, feryatlar yükselmiş. Abid Efendi de, "İnanmam, şimdi yatağında oturuyordu!" diye ağlamaya başlamış. Muhafız zabitler içeri girerek babama son tazim vazifelerini yapmışlar. Bu suretle babam ebediyete intikal etmiş oluyordu"
Öldüğü gün olan 10 Şubat'ta alışkanlığı üzere soğuk suyla aldığı duş sonrası tekrar rahatsızlanmasının ardından, kan toplanması sonucu ödemleşme ile kalp ve böbrek yetmezliği teşhisi konulan Abdülhamid, dokuz kez vücudundan kan alınmasına ve tüm çabalara rağmen, o gün Beylerbeyi Sarayı'nda vefat etti.
TOPKAPI SARAYI'NDA DEFİN İÇİN HAZIRLANDI
Beylerbeyi Sarayı'ndan Sarayburnu'na götürülen Abdülhamid'in naaşı, oradan da Topkapı Sarayı'na gasl, teçhiz ve tekfin için nakledildi. Siyahlar giyinmiş bir kafilenin elleri üzerinde, beyaz bir çarşaf ve koyu renkli bir şal ile örtülü tahta bir sedyeyle Hırka-i Saadet Dairesi'ne konan Sultan Abdülhamid'in naaşını hazırlamak için, içeriye yalnız Hırka-i Saadet erkânı ve önde gelenler girdi, diğer eşlik edenler dışarıda kaldı.
Sultan Abdülhamid'in teçhiz, tekfin ve cenaze merasiminde hazır bulunanlardan Tarihçi Ahmet Refik Bey, Sultan Abdülhamid-i Sani'ye Dair adlı eserinde bu sahneyi şöyle anlatır: "Sultan Abdülhamid, üryan ve bi-ruh teneşir üzerine yatırılmıştı. Hacet penceresinin yaldızlı parmaklıkları önünde müteessirane durdum. Tabutun ilerisinde, Enderun erkânı, ellerini hürmetle kavuşturmuşlar, hizmete muntazır bekliyorlardı. Teneşirin etrafında, ikisi yeşil, ikisi beyaz sarıklı, dört hoca, ellerinde sarı lifler, misk sabunları, dindarane bir ihtiramla naaşı yıkıyorlardı. Sultan Abdülhamid'in beline doğru beyaz ve yeni bir kefen örtülmüştü. Göğsünden yukarısı ve dizlerinden aşağısı açıkta idi. Vücudunda uzun bir hastalığın zaafı görülmüyordu. Renginde ölüm sarılığı, korkunç bir sarılık yoktu, fildişinden camid bir cisim gibiydi. Boyu ufak, saçı sakalı ağarmıştı. Burnu çehresine nisbeten uzunca idi. Gözleri kapanmış çukura batmıştı. Uzun ve siyah kaşlarının vaz'ında melal ve teessür vardı. Saçları alnına doğru biraz dökülmüştü. Sakalı bembeyaz, uçlarına doğru sararmıştı. Yüzünde ihtiyarlık alameti, fazla buruşukluk yoktu. Boynu incelmiş, omuz kemikleri dışarı fırlamıştı. En zayıf yerleri göğsü idi. Göğüs ve kalça kemikleri görülüyordu. Bacakları beyaz ve ince, ayakları ufaktı. Vücudunda hiç kıl yoktu. Yalnız meme uçlarında, kollarının alt kısımlarında, parmaklarının üzerinde siyah kıllar görülüyordu. Kolları bi-tabane iki tarafa düşmüş, ayaklarının parmakları açılmıştı. Vücudunun sağ tarafı bembeyazdı. Sol tarafında ve arkasında kırmızılıklar görülüyordu. Heyet-i umumiyesi sevimli idi. Beyaz bir vücut, yıkandıkça güzelleşen bir naaş yeni bir teneşir üzerinde, yıkayanların ellerine tabi uzanmış yatıyordu. Naaşın karşısında, ellerinde gümüş buhurdanlar, ağalar duruyordu. Herkes huşu içinde idi. Bütün simalarda tevekkül alametleri görülüyordu. Nihayet, naaşın yıkanması bitti. Sarı ipek işlemeli havlularla kurulandı, tabut yere indirildi, teneşir, tabutun yanına getirildi. İçine kefenler serildi. Sultan Abdülhamid'in naaşı hürmetle tabuta indirildi. Kefen bağlandı, tabut kapandı."
CENAZESİNDE HALK SOKAKLARA DÖKÜLDÜ
Vasiyeti üzere, göğsüne ahidname duası, yüzüne Hırka-i Saadet bezi ve siyah Kâbe örtüsü konuldu. Cenazenin defne hazırlanması saat dokuz sıralarında son buldu. Hırka-i Saadet Dairesi'nden çıkarılan tabut, kapı önünde yüksek bir yere konulduktan sonra, Hamidiye Camii'nin kürsü şeyhi, etrafına bakınarak orada hazır bulunanlara "Merhumu nasıl bilirsiniz?" sorusunu yöneltip "İyi biliriz!" cevabını sorup helallik aldı. Ardından Şeyhülislam Musa Kazım Efendi'nin imametiyle cenaze namazı kılındı. Sultan Abdülhamid'in mensup olduğu Şazeli Dergâhı şeyhlerinin okudukları kelime-i tevhidler, tekbirler ve naatlar eşliğinde Babüsselam Kapısı'ndan çıkarıldı. Önde sıra ile süvari bölükleri, inzibat askeri memurları, Bahriye mızıkası, Bahriye askeri, Piyade Küçük Zabit Mektebi, Sahra Topçu Mektebi, İtfaiye alayı, Harbiye Mızıkası, Harem-i Hümayun ve Şazeli Dergâhı mensupları ile tabutu taşındı.
Ahmet Refik, o anları şöyle anlatır: "Cenaze Bâb-ı Hümayun'dan çıktı. Sokaklar insandan görülmüyordu. Ayasofya önünden Sultan Mahmud Türbesi'ne kadar caddeye iki sıra asker dizilmişti. Ağaçlar, evler, pencereler, damlar kadınlar ve çoluk çocukla dolmuştu. Tramvaylar durmuştu. Tabut acıklı ve tesirli dualarla, tekbirler ve tehlillerle ilerliyordu. Cenazeyi görenler müteessir oluyorlardı. Evlerin pencereleri kadınlarla dolu idi. Bir hanım hıçkırıklarını zapt edemiyor, mendili gözlerinde, başını duvara dayamış ağlıyordu. Otuz üç sene hilâfet makamında bulunan Osmanlı padişahının son merasimi, hürmetle yerine getiriliyordu. "Allah! Allah!" sesleriyle tabut, türbe kapısından içeri girdi. Sultan Abdülhamid, hürmet ve tazim ile kabre indirildi."
Sultan Abdülhamid'in cenaze alayı, Ayasofya'dan Sultan Mahmud Türbesi'ne kadar iki sıra asker dizili Divanyolu'nu takip ederek defin mahalline vardı. Bu sırada cadde ve caddeye çıkan sokaklar üzüntü içerisindeki halk ile dolup taştı. Ağlayanların haykırışları eşliğinde "Allah Allah" sesleri, dualar ve tekbirlerle türbeye getirilen II. Abdülhamid'in cenazesi, dedesi II. Mahmud ve amcası Sultan Abdülaziz'in yanında kendisi için açılan kabre yerleştirildi. Ayşe Osmanoğlu, aynı eserinde "Cenaze merasiminin nasıl yapıldığını, ahalinin "Babamız! Bizi bırakıp nereye gidiyorsun?" diye nasıl bağırdığını o zaman birçok yazanlar olmuştur" demiştir.
* : Ayşe Osmanoğlu, Babam Sultan Abdülhamid adlı kitabında daha önce yazılan iddiaların asılsız olduğunu belirterek şu düzeltmeyi yapmıştır: "Babamın ölümü üzerine yazılan bazı yazılarda beş köfte, bir kotlet, bir balık, iki böbrek, bir miktar pirinç unu tatlısı yemiş olduğu yazılıdır. Babam sıhhatte iken bile bu kadar çok ve karışık şeyler yememiştir. Annem yeminle temin ediyor ki bir köfte, biraz kabak, bir tane de pirinç unu tatlısı yiyip kalkmıştır. Annem doktorlara çok yedim demesinin kendisini teselli için olduğuna şüphe etmiyorum diyor. Gerçi bir insanın midesi aldığı kadar yemesi kabahat değilse de hakikat bunun aksi olduğu için burada tavzih ediyorum. Çünkü o gün yanında olan annem, ne yediğini gören ve bugün hayatta olan tek kişidir. Kaldı ki o gün babam iştahsız olduğunu da ayrıca söylemiştir."
FİKRİYAT