Mimar Sinan, Osmanlı mimarisini farklı bir kavrayışla ele alarak dünya mimarlığının zirvesine taşıyan tek isim. "Ser mimârân-ı cihan ve mühendisân-ı devran" olarak da anılan Sinan'ın dehası, günümüzde dahi hâlen hayranlık uyandırıyor.
HAKKINDAKİ BİLGİLERİN ÇOĞU YAKIN DOSTUNUN KALEMİNDEN
Mimar Sinan'ın hayatıyla ilgili en geniş bilgiler, çağdaşı ve yakın dostu olan şair Sâî Mustafa Çelebi'nin kaleme aldığı Tezkiretü'l-bünyân'da bulunur. 1586-1587 kaleme alındığı düşünülen bu tezkire, Mimar Sinan'ın anlattıklarından derlenmiş hayat hikâyesi ve eserlerinin dökümünden oluşur.
Yine Sâî Çelebi tarafından yazılmış olan Tezkiretü'l-ebniye, benzer içerikte bilgilerle geliştirilmiş olmakla birlikte her iki kaynakta verilen yapılar listesinin birbirini tutmadığı, ancak kısmen birbirini tamamladığı görülür.
Bizzat Mimar Sinan'ın kaleme aldığı ileri sürülen taslak halinde kalmış üç eser daha vardır. Bunlardan Adsız Risâle olarak bilinen nüsha, muhtemelen Mimar Sinan'ın yazmayı düşündüğü biyografisinin fihristi niteliği taşır. Risâle-i Mi'mâriyye adlı eser ise, Adsız Risâle'nin biraz daha geliştirilmiş, fakat yarım bırakılmış şeklidir. Tuhfetü'l-mi'mârîn de bu ikisine benzerlik gösterir ve Risâle-i Mi'mâriyye'nin geliştirilmiş edisyonu niteliğindedir.
KENDİ DİLİNDEN MİMAR SİNAN
Sinan'ın Sâî Mustafa Çelebi'ye yazdırdığı kabul edilen ve biyografisini ayrıntılı biçimde veren Tezkiretü'l-bünyân'da, Sinan'ın Kayseri'nin Ağırnas köyünde doğduğu ve Yavuz Sultan Selim zamanında devşirme olarak İstanbul'a getirildiği anlatılır.
Eserde, bu bilgiler Mimar Sinan'ın ağzından şu sözlerle aktarılır: "Bu hakir, Sultan Selim Hân-ı Evvel'in gülistân-ı saltanatının devşirmesi olup Kayseriye sancağında ibtidâ oğlan devşirmek ol zamanda vâki olmuştur."
Yavuz Sultan Selim döneminde yalnız Rumeli'den değil, Anadolu'dan da devşirme yapılabileceği konusunda karar alınmıştı. Ayrıca sultanın ölümü üzerine bizzat Sinan'ın yazmış olduğu bir şiirde devşirmelik durumu şu dizelerle tekrarlanır:
"Anın devşirmesiyem ben kemine
Aceb lutf eylemiştir bu hazîne."
ETNİK KÖKENİ HAKKINDA BİLGİ YOK
Daha sonraki yıllarda Sinan'ın Kayseri'deki akrabalarıyla yazışmaları ve ilişkileri devam ettiğinden belgelerle de desteklenen Kayseri-Ağırnas kökeni gerçeğe uygundur. Bu verilere göre Sinan'ın Hırvat, Slav, Acem veya Bosna kökenli olmadığı açıktır. Ayrıca çokça tekrarlandığı gibi dönme (mühtedi) değil, devşirmedir.
Onun Hristiyan bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelmiş olması ailenin etnik kökenini açıklayabilecek yeterli ipucunu vermemektedir. O dönemdeki Kayseri Müslüman Türk, Hristiyan Türk, hatta Moğol kalıntılarının yayıldığı bir alan olduğundan, inanç sistemine dayalı ayırımlarla sağlıklı sonuçlara varmak mümkün değildir.
Bütün belgelerde rastlanan Sinan adı geçerlidir. Ancak eseri olan Büyükçekmece Köprüsü'ne kazınmış kitâbede "amilehû Yûsuf İbn Abdullah" olarak farklı bir isimle karşılaşılır; Dâyezâde'nin Risâle-i Selîmiyye'deki bir derkenarda ise "Sinâneddin Yûsuf" şeklinde farklı bir isimlendirme görülür.
Devşirmelerin babaları için genellikle Abdullah adı kullanılır. Baba adının Abdullah, Abdülmennân, Abdülkerim veya Abdurrahman gibi farklılıklarla yazılmış olması doğaldır. Bunlar doğumla birlikte verilmiş özel adlar olmadığından ufak değişiklikler önemsenmemiştir.
KONUŞTUĞU DİL BAŞINDAN BERİ TÜRKÇE'YDİ
Âdet olduğu üzere devşirilen çocuk bir ön eğitimden geçmek üzere köklü Osmanlı ailelerinden birinin yanına verilir, bu beraberlik sırasında İslâm dini kadar Türkçe'yi de öğrenmesi sağlanırdı.
İlginçtir ki Sinan'ın bir aile yanına verildiğini gösteren hiçbir kayıt yok. Ayrıca daha erken yaşlarda şiir yazdığı açık. Bir başka deyişle onun konuştuğu dil baştan beri Türkçe idi. Karaman bölgesinde Türkçe konuşan Ortodoks kitlenin büyük bir kısmı Kayseri ve çevresinde yaşıyordu.
Bunların Türkleşmiş Bizanslılar oldukları yolunda görüş bulunur. Sinan'ın çocukluk arkadaşları ve akrabaları arasında rastlanan İnci, Kumru, Suna, Kaya, Karaç, Budak, Yahşi, Bahadır, Gülistan ve Tanrıverdi gibi isimler birkaç yönden dikkat çekicidir. Öncelikle bu isimlerin İslâmî olmadığı çok açıktır. Sinan'ın öteden beri bölgede yerleşik Ortodoks-Türk ailelerinden birinin çocuğu olması akla en yatkın ihtimal gibi görünür.
DEHASI KEŞFEDİLEN SİNAN, KADERİNE TERK EDİLMEDİ
Pek çok örnekte olduğu gibi sonuçta Hristiyan bir ailenin çocuğu olan Sinan'ın Osmanlı kültüründe yıkanmış bir Müslüman tasarımcı olarak bütüne katılabilmesi için yeterince kabiliyetli olduğu fark edilmiş; böyle bir çocuğun köyünde kaderine terk edilmesi yerine, onu Osmanlı seçkinlerine dâhil etmek üzere gerekli işlem başlatılmıştı. Çocukluğundan beri Türkçe konuşulan bir aile çevresinde büyümüş olan Sinan daha çok Karamanlı cemaatine yakın veya mensuptu.
Hangi tarihte devşirildiği bilinmemekle birlikte İstanbul'a geldiğinde yirmi iki yaşında olduğu ileri sürülür. Bu bakımdan onun 1491 yılından önce doğduğu kabul edilir.
MISIR PİRAMİTLERİ ONU ÇOK ETKİLEDİ
Sinan'ın hayranlık uyandıran büyük yapılarla süslü İstanbul'un en canlı noktasında, sultanın sarayına ve Ayasofya Camii'ne yakın bir yerde Atmeydanı'na bakan bir okulda eğitimine başladığı anlaşılır. Bu eğitiminin de ne kadar sürdüğü belli değildir.
Bu sırada kendi isteğiyle neccarlık sanatına eğilim gösterdiğini bizzat kendisi belirtir. Mısır seferine katıldığı ve mimari çevreyi tanıdığı, Selçuklu ve Safevî dönemi yapıları kadar antik yapılar ve Mısır piramitlerinin onu çok etkilediği, mimari-şehir ilişkileri konusunda zengin bir birikim kazanmış olduğu açıktır.
KANÛNÎ İLE SEFERLERE KATILDI
Kesin şekilde katıldığını belirttiği ilk iki sefer Kanûnî Sultan Süleyman'ın Belgrad 1521 ve Rodos 1522 seferleridir. Bu seferlere yeniçeri piyadeleri arasında katıldı, hizmetleri karşılığında atlı sekbanlar arasına girdi.
Hemen ardından Mohaç Savaşı'nda bulundu ve acemi oğlanları yayabaşılığı görevi kendisine verildi. Daha sonra kapı yayabaşısı (kapıkulu yayabaşı) oldu ve zemberekçibaşılığına tayin edildi.
1532'de Alaman ve 1534'te Irakeyn seferlerinde gösterdiği başarıları ile dikkat çekti; kendi ifadesine göre bu sonuncu sefer sırasında Lutfi Paşa'nın emriyle Tatvan'da üç kadırga yaptı ve bu gemileri top, tüfek gibi silâhlarla donatıp idaresini üstlenerek Safevî birliklerinin durumu hakkında bilgi topladı.
13 GÜNDE YAPTIĞI KÖPRÜ İLE EFSANEYE DÖNÜŞTÜ
Kendi anlatımına göre haseki olarak Pulya / Körfüz (Korfu) seferine iştirak etti (1537), hemen sonra 1538'deki Boğdan seferi sırasında Prut nehri üzerinde bir köprü kurularak ordunun karşı yakaya geçirilmesi istendiğinde Lutfi Paşa'nın tavsiyesi üzerine bu iş kendisine havale edildi.
Kırk sekiz yaşında olduğu bir sırada su üzerinde uyguladığı ahşap inşaat teknolojisindeki ustalığını gözler önüne seren Sinan'ın, on üç günde yaptığı köprü âdeta efsane oldu.
Bu inşaatın ardından köprüyü korumak için bir kule yapılması teklifine karşı çıktı, hatta bu sebeple Lutfi Paşa ile tartıştı, bundan dolayı başına bir iş geleceği hususunda endişe içine dahi düştü. Fakat umduğunun aksine Lutfi Paşa onu takdir etti, "Acem Alisi" adıyla tanınan mimarbaşının ölümünden (1537) sonra Sinan'ı bu göreve getirdi.
Kendisi de birçok seferde padişahın yakınında bulunup hizmet ettiğini, çeşitli rütbeler aldığını, fakat asıl amacının mimarlık olduğunu belirtir. Bundan sonraki yıllara ait belgelerde imza ve mührüne rastlanır. İmzası "el-fakīr Sinan sermi'mârân-ı hâssa" ifadesini taşırken elips biçimli mührünün ortasında, "el-fakīrü'l-hakīr Sinan", çevresinde ise "bende-i miskîn kemîne derd-mend-i ser-mi'mârân-ı hâssa-müstmend" ifadesi kazınmıştı. Kısacası ölümüne kadar "reîs-i mi'mârân" olarak kaldı.
MİMARLIĞINI ÜÇ ESERLE AŞAMALANDIRDI
Mimarbaşılık görevini kırk sekiz yaşında üstlenen Sinan mesleğinde kaydettiği aşamaları üç ayrı yapıyla somutlaştırarak tanımlar: "Çıraklık eserim" dediği Şehzade Camii ile 955/1548'te ilk büyük sultan camisini tamamlamıştı.
Kanûnî Sultan Süleyman ölen şehzadesi adına bir külliye yaptırmak istemiş, bu inşaat o sırada elli dört yaşında bulunan Sinan'a verilmişti.
Şehzade Camii'nin tamamlanmasından birkaç yıl sonra sultanın adıyla yeni bir cami ve külliyenin inşasına başlamış ve yedi yıl içinde İstanbul'un ve 1557'de, bütün imparatorluğun en görkemli yapılarından biri tamamlanmıştı: Süleymaniye'yi "kalfalık eserim" diye nitelendirmişti.
Ustanın II. Selim adına, bu defa Edirne'de inşa ettiği Selimiye Camii, Sinan'ın en büyük eseri olarak gösterilir. Bu yapı tamamlandığında seksen üç yaşındaydı ve yaşlılığından dolayı artık "Koca" lakabıyla anılıyordu.
ASIRLIK ÇINAR SİNAN, MESLEĞİNE AŞKLA BAĞLIYDI
1584 yılında hacca giden Sinan, kendi yerine Mehmed Subaşı adıyla tanınan mimarı vekil olarak bırakır. Hac dönüşünde ve 100 yaşı civarında olduğu halde görevini büyük bir coşkuyla sürdürerek 1588'de vefat eder.
Yakın arkadaşı Sâî Mustafa Çelebi, bu dünyadaki yol arkadaşlığının son bulduğunu görerek onun mezar kitâbesini şu satırlarla bitirir: "Geçti bu demde cihandan pîr-i mi'mârân Sinân."
Bugün Süleymaniye Külliyesi'nin bir köşesindeki küçük toprak parçasında yatmakta olan Sinan'ın hayat süreci ve ortaya koyduğu mimari deha hâlen adından söz ettiriyor. Tarihsiz olan vakfiyesine göre hanımı Mihrî kendisi hayattayken ölmüş, ayrıca oğlu Mehmed Bey şehid olmuştur.
Vakfiyede iki kızının ve iki torununun adına da rastlanır. On sekiz ev, otuz sekiz dükkân, araziler, ev yerleri, bahçe, kayıkhâne, su yolu, değirmen gibi mal varlığı zikredilir. Nakit miktarı ise 300 bin akçedir.
Derlenmiştir.
Selçuk Mülâyim – TDV İslam Ansiklopedisi