Yavuz Sultan Selim'in 1517 yılında Mısır'ı fethi ile Hilafet makamı, Abbasilerden Osmanlı padişahlarına geçmişti. Son Abbasi Halifesi III. Mütevekkil'de bulunan Hz. Muhammed'in (sav) hırkası "Hırka-i Saadet" Yavuz Sultan Selim'e verilmişti.
Hz. Muhammed'in (sav) Kâb bin Züheyr'e hediye ettiği "Hırka-i Saadet", Topkapı Sarayı'nda kutsal emanetlerin bulunduğu odaya ismini verdi ve asırlardır bu dairede muhafaza edildi. Sarayın bu bölümü daima önem verilen ve dini muhtevanın yaşatıldığı bir bölüm oldu.
HIRKA-İ SAÂDET DAİRESİNDE TERAVİH
O yılın Ramazan'ını uğurlarken gazeteci, yazar ve siyaset adamı Ruşen Eşref Ünaydın, 1923 yılında Hırka-i Saâdet Dairesinde kıldığı teravihi şu sözlerle kaleme almıştı:
Lale dairesinde ezan okunurdu; Dini nidaların üstüne bülbüllerin nağmeleri gülâbdanlardan dökülen damlalar gibi serpiliyordu. Kokulu şimşirler arasından geçtik. Din ve tarih yâdlarıyla dolu gönlüm başımın üstünde yıldızlarla dolu geceye benziyordu. Dehlizlerin sıra sütunları arasındaki loşluğu kırmızı fanuslar mini mini noktalamıştı. Asırları, saltanatları ve vecdeleri tanıyan bu sütunlardan birine yaslandım. Kulaklarımda surelerin nağmeleri ve gözlerimde mutasavvıfane bir bahar özleten mahmur çini harikaları var!...
Sütun gölgeleri arasında rüya hayaletleri gibi silikleşmiş küçük cemaat, işte teravihe kalktı.
Her iki rekâtta bir güzel sesler selavât getirmeye başladı.
Öyle bir cuşiş içinde idim ki şu zamanda yaşar bir fani olduğumu yavaş yavaş unutuyordum. Bilmiyordum ki hangi asrın Türküyüm! Dirseğim yanımdaki Enderunludan daha vuzuhla Mısır fethinden dönen yeniçeriye sürünüyordu.
Duyduğum nefes, rükûlarda mafsalları çıtırdayan buruşuk yüzlü akağadan ziyade, Zigetvar'ı görmüş bir pir gazinin soluğuydu. İmamın geçkin sesi Revan gününden geliyor gibiydi. Her selâm verişte sanıyordum ki dizinde teşbih, belinde hançer, bin zünûb ve gururun istiğfarı için murakabeye varmış bir eski hakanla göz göze geleceğiz. Zira bu tayfanın hepsi buralarda, bu sehhâr dehlizde bergüzâr-ı Muhammed'in yanı başında saf beste idi…
Maddî tabcil ve şahane ruhaniyet payânının en yüksek haddini bulmuş bu dairede bizim için üç yüz otuz yedinci ramazanda kıldığımız şu teravihi acaba onlar Hicaz yıldızları altında ve soğumaya başlamış kumlar üstünde Resûlullâh'ın etrafında ilk defa ne taze vecdle eda etmişlerdi!...
İbadetimiz bin amber kokusu içinde idi. Bilhassa secde demlerinde bir su uzaktan, manevradan sesleniyor gibiydi. Bu koku bir gümüş buhurdandan geliyor. Bu su bir sonraki çeşmenin lülesinden boşanıyor ve Arapkâri nakışlı bir mermer olukta sırnıa gibi akıyordu. Bununla beraber Hırka-ı Muhammed'in eteği ucunda güya Kevser'in sesini duyan ve cennetin kokusunu alan müminlerdik.
Müezzin "Elveda yâ şehr-i Ramazan, elveda yâ şehr-i bereket velihsan!" diye nida ediyordu. Ağlayanlar ve inleyenler "Amin, amin" diyorlardı. Ne yapsam ve nasıl olsa bitmesi mukadder ve muhakkak hayatım için, küçük şahsi arzularım için, hiçbir dua etmedim, hiçbir şey dilemedim.
Erdiğim vecdin havası içinde: "Elden yitirip kendimi bî-hüdluğa yettim."
Ruşen Eşref Ünaydın, 1923.
Ramazan Gazetesi, Hırka-i Saâdet Dairesinde teravih, 18 Ramazan 1439.