Arama

Prof. Uğur Derman
Temmuz 13, 2017
Hat san’atında Osmanlılar
Sesli dinlemek için tıklayınız.

Orta Asya'dan Anadolu'ya gelen Oğuz Türkleri'nin Kayı aşîreti tarafından 1299'da Ertuğrul Gâzi oğlu Osman Bey'in önderliğinde kurulan Osmanlı Beyliği, önce Anadolu'da, 1360'dan sonra da Rumeli'de genişleyerek sür'atle devlet hüviyetini kazandı. XV. yüzyıl başındaki Tîmur istilâsı, parçalanma tehlikesini getirdi; fakat kısa zamanda toparlanan ve 1453'de İstanbul'u fethedip Orta Çağ'ı kapatan Osmanlılar, Fâtih Sultan Mehmed devrinden başlayarak "cihan devleti" oldu. Ancak ilerdeki asırlar muhtelif sebepler yüzünden duraklamayı ve 1922'ye kadar süren gerilemeyi getirdi.1923'den îtibâren, Osmanlılar tarih sahnesindeki yerini zorlu bir İstiklâl Harbi kazanmış olan yeni Türkiye Cumhuriyeti'ne bıraktı.

Asıl konuya girmeden önce, Osmanlı-Türk hat san'atının Arap, Îran ve Orta Asya'dakilere göre Batı'da daha az tanınmasının sebeplerini belirtmek gerekir: Avrupa devletleri XIV. yüzyıl sonlarından başlayarak Osmanlı Devleti'nin gelişmesini bâzan siyâsî, bâzan askerî yoldan önlemeye çalışmışlar, buna rağmen 1299'dan 1683'e kadar 384 yıl süren toprak yayılmasını durduramamışlardır. Bunun yanında din farkının kilise baskısıyla getirdiği kin ve nefret duygusu, Viyana kuşatmasından (1683) sonraki davranışlarında da artarak kendini göstermiş; Avrupa, Osmanlılar'ı at üstünde kılıcıyla saldırmaktan başka şey bilmeyen barbar bir kavim saymayı ve devletin mükemmel hukuk sistemini görmezden gelmeyi tercih etmiştir. İnsaf sahibi nâdir şahsiyetler dışında, işte hep bu zihniyetle Osmanlı kültür, san'at ve medeniyeti de yok sayılarak, Osmanlı eserlerinin Îran ve eski Arap medeniyetlerine yakıştırılması yoluna bile gidilmıştir. Başlı başına bir Türk san'atının varlığı Avrupa'da XIX. yüzyıl sonlarında gündeme gelmiştir, hat san'atı da bu cümledendir. Osmanlı'ya hâs böyle bir san'atın varlığını kısmen belirten Hammer'den (1774-1856) sonra, eseriyle bunu en geniş şekilde Avrupa'da duyuran Cl. Huart'dır (1854-1926).

Türklerde kullanılan yazı nevîlerini daha evvel kısaca tanıtmıştık. Şimdi de hat san'atının Osmanlı devrindeki gelişmesini gözden geçirelim: İstanbul'un fethinden îtibâren Osmanlı Devleti yalnız askerî ve siyasî bakımdan değil, kültür ve san'at cihetinden de yüceliğe erişmişti. Hat san'atında da Şeyh Hamdullah (1429-1520), önceleri Yâkūt (ö. 1298) üslûbunu en güzel ve mükemmel biçimiyle yürütüyorken, hâmisi ve talebesi Sultan II. Bayezid'in (saltanatı: 1481-1512) teşvik ve tavsiyesi üzerine, Yâkūt'un eserlerini bir estetik kıymetlendirmeye tâbi tuttu ve kendi san'at zevkıni de katarak, bunlardan yeni bir tarz çıkarmayı başardı. Tahmînen 1485 yılında doğan bu Şeyh üslûbu ile Osmanlı-Türk yazı san'atında Yâkūt devri kapanıyordu (Şeyh Hamdullâh'ın yazılarına örnek olarak Hat San'atı-1; Resim:11'e bakınız). Nitekim Kanûni Sultan Süleyman çağında (1520-1566) Yâkūt tavrını en parlak biçimiyle yeniden canlandıran Ahmed Karahisâri'nin (ö. 1556) yazı anlayışı kendisinden sonra unutulmuş; Şeyh Hamdullah yoluna karşı duramamıştır.

Şeyh Hamdullah devrinde, Yâkūt yolu ile intikāl eden altı cins yazıdan sülüs ve nesih, Osmanlı zevkıne çok uygun geldiği için sür'atle yayılmış; eski devirden farklı olarak, Kur'ân-ı Kerîm'in yazılmasında sadece nesih hattı kullanılmağa başlanmıştır.

Şeyh Hamdullâh'ın (ö.1520) nesih hattı ile yazdığı Kur'ân-ı Kerîm'den iki sahife.

Buna mukābil, muhakkak ve reyhânî yuvarlak harflerinin azlığı, bunların da geniş kavisli oluşu yüzünden, teâmüle uymadığı cihetle, yavaş yavaş unutulmuş, ancak elin melekesini artırmak için eski hat üstâdlarına taklîd olarak (taklîd bahsine daha sonra temas edilecektir) yazılan kıt'a ve murakkaa'larda yer almıştır.

Şeyh Hamdullâh'ın muhakkak ve reyhânî hattı ile yazdığı bir kıt'a.

Bir istisnâ şeklinde, muhakkak hattı ile Besmele yazılması âdeti zamanımıza kadar devam edegelmiştir.

Necmeddin Okyay'ın (ö.1976) celî muhakkak Besmele'si.

Altı yazının diğer ikisinden biri olan rıkā', daha câzip bir üslûba bürünerek hatt-ı icâze adıyla bilhassa hattat imzalarında ve icâzetnâmelerde yer almış,

Hasan Rızâ'nın (ö.1920) bir öğrencisi için yazdığı rıkā' (icâze) hattı.

tevkî' ise pek ender kullanılmıştır.

Şeyh Hamdullah üslûbundaki yazı san'atı 150 yılı aşkın bir zaman devam etti. Nihayet, Hâfız Osman (1642-1698) adındaki bir başka hat dehâsı, vaktiyle Şeyh Hamdullah'ın Yâkūt'tan yer yer seçip topladığı yazı güzelliğini yeni bir elemeye tâbi tuttu ve eskisine göre daha da sâfiyet kazanan, kendisine has bir hat şîvesi ortaya koyarak, o vâdide yazmağa başladı. Artık Şeyh üslûbu, yerini Hâfız Osman'ınkine terk ediyordu.

Hâfız Osman'ın (ö.1698) sülüs-nesih kıt'ası.

Bu büyük ismin hat san'atında açtığı çığır bütün haşmetiyle sürüp giderken, bir asır daha geçtikten sonra gelen Mustafa Râkım (1758-1826), Hâfız Osman'ın en mükemmel yazılarından ilhâm alan şîvesini ortaya çıkardı. O devre kadar sülüs hattı ile üstâdâne eserler verildiği hâlde, onun daha kalın şekli olan celî sülüs yazısında estetik ölçüleri bir türlü sağlanamıyor ve ortaya kötü celî örnekleri çıkıyordu. Hâfız Osman'ın bile yazdığı celî yazılar onun şânına lâyık değildir ama, o devirde ancak bu kadar yazılabiliyordu. Nihâyet Mustafa Râkım, sülüs ve nesih yazılarında olduğu gibi, celî sülüsde de gerek harf, gerekse istif mükemmeliyeti ile gelmiş geçmiş bütün hat üslûplarının zirvesine çıktı; Hâfız Osman anlayışını sülüsten celîye aktarmasını bildi.

Mustafa Râkım'ın (ö.1826) Fatih Câmii'ndeki celî sülüs bir kitâbesi.

Mustafa Râkım, tuğrayı da ıslah ederek, onları güzelliğin son noktasına getirip bırakmıştır (Tuğra için bkz. Hat Sanatı-4; Resim-12). Bu sebeple Osmanlılar'da celî sülüs hattını ve tuğrayı "Râkım öncesi-Râkım sonrası" şeklinde sınıflandırmak yerinde olur. Râkım'dan sonra gelen celî üstâdı Sâmi Efendi (1838-1912) de, İsmail Zühdi'nin sülüs harflerini celîye tatbîk ederek Râkım yoluna yeni bir şîve vermiş, celî sülüs istifini doldurmakta kullanılan hareke ve yardımcı işaretleri, ayrıca rakamları en câzip biçimde yazmayı başarmıştır.

Sâmi Efendi'nin (ö.1912) celî sülüs bir levha kalıbı.

Bugün hâlâ onun üslûbu kabul görmektedir.

Râkım'la aynı devirde yaşayan Mahmud Celâleddin (ö.1829) de, sülüs ve nesih yazılarında Hâfız Osman'dan kendi zevkıne göre bir şîve alıp bunu geliştirmiş, metânetli bir yazıya sahip olmuştur. Fakat onun üslûbu celîye dönünce katılaşır ve durgunlaşır; bu yüzden Mahmud Celâleddin, Râkım'ın karşısında celî yazısıyla hiç tutunamamıştır.

Mahmud Celâleddin'in (ö.1829) sülüs ve celî sülüs bir levhası.

Hattat ve mûsıkî üstâdı Kādıasker Mustafa İzzet Efendi (1801-1876) ve yetiştirdiği hattatlar Hâfız Osman-Celâleddin-Râkım karışımı bir üslûpta karar kılmışlarsa da,

Kādıasker Mustafa İzzet Efendi'nin (ö.1876) sülüs-nesih bir kıt'ası.

onlarla çağdaş olan Şevkı Efendi (1829-1887), Hâfız Osman ve Râkım'dan aldığı ilhamla, sülüs-nesih-rıkā' yazılarını o devre kadar görülen en yüce seviyeye çıkartmış ve bu yazılarda son merhale olarak kalmıştır

Şevkı Efendi'nin (ö.1887) sülüs-nesih bir kıt'ası.

Dîvânî ve celî dîvânî yazıları da en mükemmel seviyeye XIX. asır sonlarında ulaşmıştır (Bu yazılar için bkz. Hat Sanatı-4; Resim 10-11). XV. yüzyılın ikinci yarısından beri Osmanlılar'da kullanılan ta'lîk hattının da İstanbul'da hakkıyla ele alınışı, Îran'ın mâruf nesta'lîk üstâdı İmâdü'l-Hasenî'den (1554?-1615) sonraya rastlar. İmâd'ın talebesi olan Buhâralı Derviş Abdi (ö.1647) tarafından İstanbul'a getirilen "İmâd üslûbu", kıt'a şekliyle Osmanlı hattatlarınca çok sevilmiştir. Bundan sonra, sırasıyla Tophaneli Mahmud (ö.1669), Siyâhî Ahmed (ö.1688), Durmuşzâde Ahmed (ö.1717), onun yetiştirdiği Kâtibzâde Mehmed Refi' (ö.1768) ile Velîyüddîn (ö.1768) ve nihayet Dedezâde Mehmed Said (ö.1759) efendiler tarafından yeni nesillere öğretildi.

Veliyyüddîn Efendi'nin (ö.1768) mâil ta'lîk bir kıt'ası.

İmâd'ın üslûbu bu hattatlarca o kadar benimsenmişti ki, aralarında başarılı olanları "İmâd-ı Rûm" (Anadolu'nun İmâd'ı) lakabıyla anılırdı. Nihayet, vücudunun sağ yanı felçli olduğundan sol eliyle yazdığı için Yesârî lakabıyla anılan Mehmed Es'ad Efendi (ö.1798), İmâd'ın en güzel harflerinden seçip onu şîve olarak almış ve böylece bir "Türk ta'lîk mektebi" doğmuştur.

Es'ad Yesârî'nin (ö.1798) Türk tavrında yazdığı mâil ta'lîk kıt'a.

Onun oğlu Yesârizâde Mustafa İzzet Efendi (ö.1849) de, bu şîveyi bütün teferruatıyla kāidelerine oturtmuş ve doğrusu Îran'da da yazılamayan bir celî ta'lîk üslûbunu İstanbul'da ortaya koymuştur.

Yesârîzâde'nin (ö.1849) celî ta'lîk zer-endûd levhası.

Celî sülüste olduğu kadar ta'lîk ve celî ta'lîkte de üstâd olan Sâmi Efendi bu Türk üslûbunu son gelişmiş biçimiyle zamanımıza kadar aktarmıştır.

Sâmi Efendi'nin celî ta'lîk zer-endûd levhası.

Görülüyor ki, Osmanlı hat san'atında devamlı bir süzülüp arınma ve üslûplaşma hareketi vardır ve bunlar yazının esasını bozmadan yapılmıştır. Mimarî, mûsıkî, resim ve tezyînî san'atların, Batı tesirinde kalarak soysuzlaşmalarına mukābil, Osmanlı hat san'atında bir gerileme olmayışı şu üç sebebe bağlanabilir:

1. Bünyesine tesir edebilecek, benzeri bir san'atın Avrupa'da bulunmayışı,

2. Üslûp sahibi hattatlar elinde usta-çırak esasına göre sağlam kāidelerle nesilden nesile intikāli,

3. Zamanla, kendi bünyesi içinde yenilenme kābiliyetine sahip oluşu.

İslâm âleminde pek yaygın bir söz vardır: "Kur'ân-ı Kerîm Hicâz'da nâzil oldu, Mısır'da okundu, İstanbul'da yazıldı". Gerçekten, Kur'ân mûcizesi bir san'at şâheseri olarak kâğıd üzerine İstanbul'da aksetmiştir. İslâm Peygamberi'nin söz incileri olan hadîsler de yine bu beldede inci misâli yazılagelmiştir. Yalnız onlar mı, dîvanından fermanına, mermer üstüne hâkkedilmış çeşme kitâbesinden mezartaşına kadar her biri, isimlerini burada ayrı ayrı yâdetmeye imkân bulunamayan, ancak bir kısmını andığımız Osmanlı hat san'atkârları tarafından, güzelliği görebilenlerin nazarlarına sunulmuştur.

Osmanlılar'da san'at yazıları arasında sayılmayan iki yazı cinsi de şunlardır:

RIK'A

Aklâm-ı sittenin altıncı nev'i olan rıkā' ile rık'anın isim yakınlığı varsa da, şekil benzerliği yoktur. Okuyup yazması olan her Osmanlı tebaasının günlük yazışmalarında kullandığı ve ağzı 1 mm'yi geçmeyen kamış kalemle yazılan rık'a hattı, eskiden her yazanın kendi anlayışına göre elden çıkıyorken, XIX. asırda, Bâbıâlî rık'ası diye isimlendirilen ve resmî işlerde kullanılan bir üslûpla yazılmıştır ki, bunun öncüsü Mümtaz Efendi (1810-1872) olmuştur. Elden sür'atle çıkabilmesi için bâzı harf kısımlarının atıldığı Bâbıâlî rık'asına mukābil, Mehmed İzzet Efendi (1841-1903) tarafından geliştirildiği için İzzet Efendi rık'ası denilen ve sıkı kāidelere bağlı olan bir çeşit rık'a daha doğmuştur.

Halim Özyazıcı'nın (ö.1964) rık'a hattıyla bir satırı.

SİYÂKAT

Osmanlı Devleti'nin mâliye ve tapu kayıtlarında kullanılan, okunup yazılması zor, âdetâ şifre gibi olan siyâkat hattı san'at gâyesiyle yazılmış değildir.

Görülüyor ki, Osmanlı san'atkârları diğer İslâm ülkelerinden aldıkları yazı cinslerini aynen kullanmamışlar, nitelik ve nicelik bakımından kendi zevklerine göre onları elemeye tâbi tutmuşlardır.

Yasal Uyarı: Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Turkuvaz Medya Grubu’na aittir. Kaynak gösterilse veya habere aktif link verilse dahi köşe yazısı/haberin tamamı ya da bir bölümü kesinlikle kullanılamaz.
Ayrıntılar için lütfen tıklayın.
2024 Fikriyat. Tüm hakları saklıdır.
BİZE ULAŞIN