Hüsn-i hat tahsiline -eğer ayrı hocası varsa- mahalle mektebinden îtibâren başlanır ve çocuğun kābiliyeti yoklanırdı. Küçük yaşlarda güzel yazı ile uğraşmak, o zamanlar ayrıca resim dersi verilmediğinden, göze intizam ve güzellik terbiyesini verdiği gibi, istidadı bulunanların ilerde şevkle bu san'ata eğilmelerine vesile olurdu.
Yazı öğrenmek için bir hocaya başvurulunca, hocanın, talebesine çalışmasında örnek olmak üzere yazdığı satıra meşk, buna bağlı olarak yazı öğrenmeğe meşk almak, öğretmeğe de meşk vermek veya meşk etmek denir (Resim 1).
Resim 1: XV. asırdan kalma bir minyatürde Yâkutü'l-Musta'sımî'nin (ö. 1298) talebesine hat meşk edişi.
Hat üstâdları resmî (Dîvân-ı Hümâyûn, Enderûn-ı Hümâyûn...), yahut vakıf bir mektepte (medreselerin meşkhâne denilen yazı odalarında) hocalık vazîfesi aldıkları gibi, evlerinde de haftanın muayyen günleri yazı meşk ederlerdi. Hattat zümresi içinde en fakîri bile talebesinden bir maddî karşılık beklemeden, hattâ hediye dahi kabul etmeden san'atını öğretirdi. Bu gelenek son zamana kadar titizlikle korunabilmiştir. Ancak resmî hocalığı olanlar, devletten vazîfeleri karşılığında yevmiye veya aylık olarak bir ücret alırlardı.
Eskiden hat san'atını icrâ edebilmek, diğer mesleklerde de olduğu gibi, bâzı kayıtlara tâbi idi. Bir hattat namzedi, hocasının yazılı izni, yâni icâzetnâmesi olmadıkça eserlerinin altına imzasını koyamazdı.
Meşklerde sülüs ve nesih yazıları bâzan ayrı, çoğu zaman beraber olarak aynı hoca tarafından gösterilir. Ta'lîk ise yalnız olarak öğrenilir ve çoğu zaman hocası da ayrıdır. Tuğra, dîvânî ve celî dîvânî dışarıda kullanılma yeri olmadığından Dîvân-ı Hümâyûn'da öğretilir. Rık'a ise, san'at yazısı mâhiyetinde değildir, el yazısı olarak evvelâ mekteplerde, sonra da resmî dâirelerde kısa zamanda öğrenilirdi.
Hat san'atına girenler içinde kābiliyeti zayıf olanlar, harflerin önce teker teker, sonra ikisinin birleşerek yazılması demek olan müfredât çalışması sırasında kendiliğinden tasfiye göreceğinden, müfredât merhalesini atlatanlar hattatlık yolunda istikbâllerine ümitle bakabilirlerdi (Resim 2 ve 3).
Resim 2: Şevkı Efendi'nin (ö. 1887) sülüs-nesihle yazdığı müfredat meşkının ilk kıt'ası.
Resim 3: Necmeddin Okyay'ın (ö. 1976) yazdığı ta'lîk müfredat meşkınden bir kıt'a.
Sonra, ikiden fazla harfin birbiriyle bağlanması, yani mürekkebât gösterilirdi (Resim 4 ve 5). Bunun için, sülüs-nesihde Arapça uzun bir kasîde, ta'lîkte Farsça veya Türkçe kasîde yazılmaya başlanır. Nihayet mâruf âyetler, hadîsler, duâlar, ebced hurûfatı, hat hakkında bâzı hikmetli sözler meşk edilirdi. Bütün bunlardan maksad, hattat namzedinin terkib (kompozisyon) kābiliyetini artırmaktır.
Resim 4: Kādıasker Mustafa İzzet Efendi'nin (ö. 1876) sülüs-nesih mürekkebat meşkınden son kıt'a.
Resim 5: Hulûsi Yazgan'ın (ö. 1940) ta'lîk mürekkebat meşkınden bir kıt'a.
Bir üstâddan hüsn-i hat meşkıne başlayan ve buna bakarak aynen taklîde çalışan öğrencinin yazısını hoca beğenmediyse, o satırın hemen altına beğenmediği harf veya kelimeyi, kāidesine uygun bir şekilde yazıp, noktalarla ölçülendirir. Buna çıkartma denir. Talebe bu harfleri hocasının târifine uygun bir şekilde çalışarak yeniden yazar ve ertesi ders tekrar getirir (Resim 6). Üstâdı bir kusur görürse, aşağıya tekrar bir çıkartma yapar.
Resim 6: Kâmil Akdik'in (ö. 1940) talebesi Suud Yavsî'ye (ö. 1948) sülüs-nesih yazılarından yaptığı çıkartmalar. Birinci ve üçüncü satırlar talebeye, ikinci ve dördüncü satırlar hocaya âiddir.
Her hafta hocaya devam etmek ve istidâdı olmak şartıyla, üç-beş yılda bütün merhaleler geçilebilirdi. Çalışmasını tamamlayan hattat namzedine üstâdının vereceği diploma, bunu almayı hakkedene yazılarının altına imza koyabileceği hususunda bir izin vesikasıdır. Bu imza salâhiyetini almaya icâzet almak, bu husustaki yazılı vesikaya da icâzetnâme denir. Yazıların altına imza konurken, "bunu yazdı" mânâsına Arapça "ketebehû" kullanıldığından bu diplomanın bir adı da ketebe kıt'asıdır.
Talebe, icâzet almak için, eski üstâdlardan birinin, hocası tarafından münasip görülen yazısına taklîd ederek yazar. Bu vesileyle hat san'atında taklîd konusunu da anlatmak gerekir: Hattatın gözü, karşısına aldığı bir yazıyı hâfızasına aynen geçirip nakşeder ve o san'atkâr elleriyle kâğıd üzerine fotoğrafla alınmışçasına bir aynını yazar. Öylesine benzetir ki, yazılar üst üste konulsa farkı görülmez, çok zor bir hünerdir. Taklîd edilecek hattatın şîvesini iyice tedkîk îcab eder. San'atında son noktaya erişmiş bir hattat bile, eski bir üstâdın yazısını ona bir hürmet nişânesi olarak taklîd etmekten zevk alır; bu işlem kâğıd üzerinden kopya edilerek yapılmadığından, işin sahtekârlık tarafı yoktur. Zaten, imzada kime taklîd olunduğu da belirtilir. İcâzet almak için taklîd edilen yazı, ekseriyâ kıt'a şeklinde olur. Ayrıca, Kur'ân-ı Kerîm'i kısmen veya tamamen yazarak nesih yazıdan icâzet alanlara rastlanır. Sülüs-nesih icâzetnâmesi almak için, hilye-i saâdet yazanlar da vardır.
Taklîden yazılıp da hoca tarafından beğenilen bu kıt'anın altına, sülüs-nesih icâzetnâmelerinde, sonradan icâzetlerde kullanılması âdet olduğu için hatt-ı icâze adını alan rıkā' hattı ile; ta'lîk icâzetnâmelerinde hurde ta'lîkle bir izinnâme yazılır. Bu ibârenin Arapça olması gelenek hâlini almıştır. İzin cümlesinin, bâzı değişiklik ve ilâvelerle çoklukla kullanılan esası şöyle tercüme edilebilir: "Bu güzel kıt'ayı yazan [talebenin adı]'a yazılarının altına ketebesini koyması için icâzet [veya izin] verdim. Allah ömrünü ve mârifetini çoğaltsın. Ben onun muallimi [hocanın adı]yim. Tarih." (Resim 7 ve 8).
Resim 7: Ömer Vasfi Efendi'nin (ö. 1825) talebesi Mustafa Hilmi Efendi'ye verdiği sülüs-nesih icâzetnâmesi.
Resim 8: Yesârîzâde Mustafa İzzet Efendi'nin (ö. 1849) talebesi Abdülfettâh Efendi'ye (ö. 1896) verdiği ta'lîk icâzetnâmesi.
Artık talebe hattat unvânını almaya hak kazanınca, ekseriya bir câmide icâzet cemiyeti tertîb edilir; yapılan bu merasimle, yeni hattatın o arada tezhiplenmiş yazısı, zamanın hat üstâdlarından müteşekkil ve bizzât hazır bulunan bir "hat jürisi"ne arz olunur. Bâzan hoş hâdiselere de vesîle olan bu icâzetnâme geleneği, zamanımıza kadar titizlikle devam edegelmiş, herhangi bir sebeple vaktinde icâzet alamamış büyük hattatlar bile, ilerlemiş yaşlarında da olsa bu kāideyi bozmamışlardır.
Asıl hocanın izin cümlesinde talebenin muallimi olduğunu belirtmesine mukābil jüriye iştirâk eden sâir hattatlar bir duâ ifâdesi kullanarak muallimin mevkıini ayırd ederler (Resim 9).
Resim 9: Şevkı çırağı Hulûsi Efendi'nin oğlu ve talebesi olan Ömer Fevzi'ye muallimliğini belirterek verdiği icâzetnâmede Yahya Hilmi (ö. 1907) ve Bakkal Ârif (ö. 1909) efendiler de bu icâzeti tasdik ediyorlar.
Her hattatın san'at hayatı, önceleri hocasının yolunda ilerler; ufak tefek üslûp farklarıyla san'at hüviyetini ortaya koyanlar olduğu gibi, hocasından ayırd edilemeyecek şekilde yazanlar da bulunur. Ancak müstesnâ kābiliyette olanlar, farklı bir üslûpla san'at meydanına çıkar ve yeni üslûpların doğuşuna sebep olurlar.
Osmanlılarda aklâm-ı sitteye bağlı mektepler şunlardır: Şeyh Hamdullah (1429-1520), Ahmed Karahisârî (ö. 1556), Hâfız Osman (1642-1698), İsmail Zühdi (ö. 1806), Mustafa Râkım (1758-1826), Mahmud Celâleddin (ö. 1829), Mustafa İzzet (1801-1876), Mehmed Şevkı (1828-1887). Bunlar arasında, Ahmed Karahisârî ve Mahmud Celâleddin mektepleri gibi, diğerleri karşısında tutunamadığı için sona erenler vardır. Üslûp cihetinden en parlak devir XIX. yüzyıldır. Ayrıca, bu üstâdların yetiştirdiği emsâlsiz hattatlarla her mektep şûbelere ayrılır.
Hattatlar arasında kıdemi ve dirâyeti ile ön sırayı işgâl edene reisü'l-hattâtîn unvânı verilir, onun ölümünde bir diğerine geçerdi. Bu îtibârî unvânın son devirde Muhsinzâde Abdullah Bey'e (1832-1899) ve Hacı Kâmil Akdik'e (1861-1941) resmen tevcîh olunduğu bilinmektedir. Yaşayan hattatların en yaşlısına da, bir saygı nişânesi olarak şeyhü'l-hattatîn unvânı verilirse de, bunun resmî bir tarafı yoktur.
Hat metni, Türk, Arap, Fars dillerinden hangisiyle yazılırsa yazılsın, imza ibâresinin Arapça olması asırlardır kökleşmiş bir gelenektir. Hepsi de "bunu yazdı" manasına gelen "ketebehû", "nemekahû", "harrerehû", "sevvedehû" kelimelerinden biriyle başlayan imzada, hattat fakîr, hakîr, müznib gibi benlikten sıyrılmış mütevazî vasıflarla kendisinin ve bir şükrân vesilesi olmak üzere ekseriyâ hocasının adını, bâzan yazı şeceresini sıralar. Sonunda hepsinin, hattâ bu yazıyı görenlerin günahlarının affını diler. Meşk ve karalama olarak yazılan yazıların imzası, çoklukla "meşekahû" (bunu meşk etti) ile başlar. Her san'at yazısı, ekseriyâ kendi nev'indeki hat ile imzalanır. Hattatlar arasında "imza" mânâsına ketebe kelimesinin kullanılması tercih olunur. Ta'lîk kıt'a ve levhalara hurde ta'lîk ile ketebe konulması yakışır. Sülüs ve nesih yazılarının imzaları icâzet yazısı adıyla da tanınan rıkā' ile yazılabilir. Esâsen rıkā' hattı hat san'atı dışındaki konular için (ilmiye, sûfiye...) verilen icâzetnâmelerde de kullanılır (Resim 7 ve 9). Celî sülüs yazılarına konulan ve Râkım'ın buluşu olan câzip imza tarzı da zikre değer (Resim 10).
Resim 10: Sultan II. Mahmud tuğrasının sol alt tarafında görülen "Ketebehû Râkım" imzâ istifi.
Gittikçe arınarak estetiğin zirvesini XIX.-XX. yüzyıllarda bulan Osmanlı hat san'atında asıl olan, yazıların okunabilmesidir. Ancak, san'at cihetinden esas olan da, hattın çizgilerindeki o saltanatlı güzelliğin farkedilmesidir. Kādıasker Mustafa İzzet Efendi'nin şu sözü hatırlanmağa değer: "Hüsn-i hattı okumak, lâleyi kok(la)mak gibidir!"