Efendim, canlı organizmaların oluşma ve gelişme seyrinde; "tohum" ve "toprak" ile başlayıp, "meyve"ye kadar uzanan safhalar ve süreçler var. Sonucu değiştirmek yahut daha memnun edici hale getirmek isteyenler; zincirin birinci halkasından başlıyorlar.
Eskiden beri, eğitim sektöründe; daha çok sonuçlar tartışılıyor. Tohumu ve toprağı ıslah etmeden; meyvenin kalitesi artırılmaya çalışılıyor.
Milli Eğitim Bakanı Ziya Selçuk; göreve geldiği günden bu yana, bize göre en anlamlı ve en değerli açıklamasını yaptı. Eğitim sektöründeki sorunların ana kaynağına atıfta bulunarak; köklü çözümün safha ve süreçlerini hatırlattı.
Eğitimde "mutabakat" olmadan, "millet" olunamayacağını söyledi. Çocuklarımız üzerinde ve onların geleceği konusunda birleşmeye, bütünleşmeye davet ederek; "Bizim bir sosyal sözleşmeye ve mutabakata ihtiyacımız var" dedi.
Çoktandır bilerek ya da bilmeyerek atlanan, pas geçilen, gündem dışı tutulan bir alanın yahut konunun tozlu perdesini araladı. Millet olma bilgisini, bilincini oluşturacak ve geliştirecek mutabakatın; safhalarını ve unsurlarını sıraladı.
Zincirin birinci halkasında, "genel felsefe" yahut "varlık felsefesi" (bir başka ifadeyle dünya görüşü); ikinci halkasında, ona dayalı bir "eğitim felsefesi" (yani insan ve toplum modeli) yer alıyor. Arkasından; teorisini oluşturmak, modelini geliştirmek, temel kavramlarını tesbit edip tanımlamak, stratejik plana dönüştürmek, uygulama usul ve esaslarını belirleyip çalıştırmak gibi unsurlar geliyor.
Bütün bunların temelinde; "değerler sistemi" var. Ülkeler ve toplumlar; eğitim mevzuatını ve müfredatını, kendi kültür ve medeniyet değerlerine göre oluşturuyorlar, geliştiriyorlar.
Olaylar ve durumlar karşısındaki tercihlerimizin, kabullarimizin, retlerimizin etkileyici yahut belirleyici unsurları; dinden, örften, hukuktan, bilimden, tarihi ve kültürel birikimden gelen değerlerimizdir. Bu değerler; kişisel, kurumsal, toplumsal yahut evrensel ölçekte ve özellikte olabilir.
İnanma ve yaşama biçimlerimiz ne olursa olsun; bazı temel ve insani değerlerde mutabık olabiliriz. Anlaşamadığımız, uzlaşamadığımız konularda ise; birbirimizin sınırlarına tecavüz etmeden, kendi alanlarımızda özgür kalabiliriz.
Tarih boyunca, insanlar ve toplumlar; her türlü yaşama modelini deneyip gördüler. Kavimlerin iç içe girip birbirine karıştığı, sınırların savaşlarla yahut göçlerle değiştiği, dinlerin ve ideolojilerin bozularak yahut tekamül ederek dönüştüğü dünyamızda; nihayet, "çoklu yaşama" modelinden başka bir yolun kalmadığını gördüler.
Biz, dini ve milli tarihimizde; bu modelin öncüsü olup, örnekliğini oluşturduk. Farklı dinlere ve mezheplere, kavimlere ve kabilelere mensup insanların barış içinde bir arada yaşamalarını temin etmek için; sosyal ve kültürel, adli ve idari formüller geliştirdik.
İslamın ilk şehir devleti olan Medine'de; Müslümanlar, Yahudiler ve Paganlar vardı. Başta Evs ve Hazrec olmak üzere; farklı kabileler, irade ve insiyatif çatışması içinde bulunuyorlardı.
622 yılında imzalanan Medine Sözleşmesi üzerinde; huzur ve güven içinde, birlikte yaşama mutabakatı sağlandı. Farklı dinlere ve kabilelere mensup sosyal yapılar; ortak bir hukukla birbirine bağlandı.
1299-1922 arasında, 623 yıl hüküm süren Osmanlı İmparatorluğu; "çoklu yaşama" modelinin en iyi örneklerinden biriydi. Geniş bir coğrafyada, üç semavi dine ve yetmiş iki buçuk kavme mensup milyonlarca insanın; huzur ve güven içinde yaşadıkları ortak devletleri ve düzenleriydi.
Modern dünyanın, Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi; 1948 yılının sonlarında ilan edildi. Teoride, her yerde ve herkese barış ve adalet vaadediyordu; ancak, pratikte neredeyse hükümsüz hale getirildi.
Ülkemizin ve toplumumuzun, dünyamızın ve insanlık aleminin; yeniden, geniş tabanlı bir "mutabakat" zeminine ihtiyacı var. Milyonlarca mağdur ve mazlum; huzur ve güven içinde yaşayabilecekleri barınaklar, sığınaklar arıyorlar.
Tarihi ve kültürel genetiğimizin kodlarını çözüp; bugünün ve yarının ihtiyaçlarına cevap verebilecek şekilde güncelleyebiliriz. Kendi sınırlarımız içinde iyi bir örnek oluşturup; başta Osmanlı Coğrafyası ve İslam Dünyası olmak üzere, bütün ülkelere ve toplumlara, "işte böyle" diyebiliriz.
Şüphesiz, bu misyonun merkezinde; kendisine ve çevresine iyilik ve güzellik getirecek insan olmalı. Çocuklarımız ve gençlerimiz; barışın ve adaletin temsilcileri haline gelmeli.
Öncelikle; yetiştirilmesi gereken insan tipi ve oluşturulması gereken toplum modeli konusunda mutabık olmalıyız. O insanı yetiştirmek ve o toplumu oluşturmak için; örgün ve yaygın eğitimin denklemini yeniden kurmalıyız.
Bu bağlamda, eğitimde "milli mutabakat"; hayati derecede önemli bir konudur ve "beka" meselesidir. Doğru bir metotla, geniş tabanlı bir AR-GE çalışması yapılarak; eğitim mevzuatımız ve müfredatımız, gerçekten "milli" hale getirilmelidir.
Muhteliflerimizi ayrı, müştereklerimizi birlikte yaşamalıyız. Farklılıklarımızı zenginlik kabul edip; bütün renklerimizi ve desenlerimizi, denge ve uyum içinde geleceğe taşımalıyız.