Geçtiğimiz iki gün Mısır'ın Şarm el Şeyh şehri ilginç bir birlikteliğe tanıklık etti. Darbeci Sisi rejimi, AB ve Arap Ligi arasında işbirliğini hedefleyen ilk zirveye ev sahipliği yaptı. Gündemde ticaret, terör ve yasadışı göçle mücadele, Suriye, Yemen ve Libya'daki ihtilaflar ve Ortadoğu Barış Süreci vardı. 47 ülkenin delegelerinin katıldığı zirvede Avrupalı temsili daha yüksekti. Avrupa Konseyi Başkanı Tusk, Avrupa Komisyonu Başkanı Juncker, Almanya Şansölyesi Merkel ve Britanya Başbakanı May toplantıda hazır bulundu. Bu Avrupalı liderlerin, Sisi rejiminin 9 genci geçen çarşamba idam etmesini umursamaması tepki çekti. İnsan hakları ihlallerini, işkenceyi ve idamları "bazı farklarımız var" ibaresiyle geçiştirmeleri Avrupalı değerlere ihanet olarak görüldü. Avrupa'nın, otoriter liderlerin sunduğu kısa dönemli istikrarı kendi "liberal değerlerine" tercih ettiği ileri sürüldü. Meselenin değer boyutuna sonra geleceğim; önce reel siyasi boyuta değinelim.
Brexit'in belirsizliği ile uğraşan AB'nin, Arap Ligi ülkeleri ile temel derdi stratejik. Yani, AB, ABD'nin kısmen çekildiği Ortadoğu ve Kuzey Afrika'da Çin ve Rusya'nın artan etkisini dengelemek istiyor. Avrupalı liderler Başkan Trump'ın "önce Amerika" politikasının uygulamalarını gördükçe AB'nin kendi başının çaresine bakması gerektiğinin farkına vardılar. Zira Transatlantik ittifakındaki çatırdama kalıcı. Avrupa hem Rusya ve Çin'e karşı hem de etrafındaki bölgenin türbulansına karşı önlem almak zorunda. Bunun için de Avrupalı siyasetçiler "reel menfaatlerini" tercih ediyor. Kuzey Afrika ve Ortadoğu bölgesinden gelen terör ve göç tehdidine karşı otoriter rejimlerle yakın işbirliği içine giriyor.
Macron ya da Merkel, Sisi'nin Libya'dan gelen göçmen akınını engellemesini önemsiyor. İşkenceyi ya da idamı değil... Bu tercihlerini de ilk defa göstermiyorlar. Hatırlayalım, Sisi 2015'te Berlin'e, 2017'de Paris'e gitmişti. Berlin, mültecileri, Paris ise silah satışlarını önemsediğini zaten açıklamıştı. Bu yüzden AB'nin demokrasi promosyonu politikasını bıraktığını söyleyerek hayıflanmanın pek bir anlamı yok. Arap isyanları (2011) sürecinde "demokrasileri destekleme"fikrinin bir hikaye olduğu açığa çıkmıştı. Mısır'da ilk demokratik seçimle cumhurbaşkanı olan Mursi'nin devrilmesi (2013) meselenin rengini ortaya koymuştu: "Değerler menfaatlerin meşrulaştırıcı örtüsüdür." Avrupa'nın Suriye politikası da bunun en somut örneğiydi. Batı başkentlerinin Esed rejimine eleştirel yaklaşması da bu rejimin katliamlarından ziyade mülteci sorunuyla ilgili. Esed başta kaldıkça mülteci sorununun çözülmeyeceğini, Suriyelilerin Avrupa kapılarına yürüyeceğini biliyorlar.
Avrupalıların söylediğinin aksine, "liberal değerlerin" iflasından Başkan Trump tek başına sorumlu değil. Clinton, Bush ve Obama dönemlerinde uygulanan "liberal hegemonya" da değerler konusunda samimi değildi. Bu hegemonya politikası "liberal değerleri" ABD çıkarlarını örten bir şal olarak kullandı. Washington, çıkarına uygun olan yere müdahale etti. Bir de üstelik istikrar ve demokrasi kurmada başarısız oldu. Obama döneminde, Batı merkezli liberal dünyanın "değerleri" son nefesini verdi. Avrupa da elini bile kımıldatmadı. Trump döneminde ise güçlüler kendilerini meşrulaştırmaya bile ihtiyaç hissetmiyorlar. Amerikalıların ardından Avrupalılar da tek dertlerinin çıkar olduğunu açıkça gösteriyorlar. Tıpkı Ruslar ve Çinliler gibi. Evet, gücün çıplak yüzü çirkin! Ama gerçek bu; hesaplarımızı buna göre yapmalıyız.
Burhanettin Duran-Sabah