Bir inancın hariçten gelen müdahalelerle bozulması pek mümkün değildir. Öyle ki dıştan gelen darbeler inancı direnişe sevk eder, inanç sahiplerinin normal şartlarda dikkatini çekmeyen faktörlerin -ki bunlar inancın deruni sırlarıdır- harekete geçmesiyle, inanç varlığını daha güçlü bir şekilde tahkim eder. Buna mukabil dışarıdaki yolunu bulur da kendini 'dahilî' olarak gösterebilirse işin seyri değişir: dahilden kaynaklanan değişime -olumlu veya olumsuz- hatta bozulmaya direnebilmek nadiren mümkündür. Klasik tıptaki 'hastalık içeriden gelir' kabulü ile 'insanın esas düşmanı içindeki nefsidir' ilkesi bedenimizin ve ahlakımızın aynı kural muvacehesinde hareket ettiğini tespit eder.
Mevlana'nın hikayesinde, vezir 'hariçten' birisi olduğu sürece Hristiyanlara etki edememiş, onların inancını bozamamıştı. Buna mukabil vezir 'onlardan birisi' gibi görününce, dışarıdaki tehlike bünyeye taşınabilmiş, sahih inancı büsbütün tahrif etme imkanı bulmuş, yapıyı içeriden çökertebilmişti. Meselenin Hristiyanlık üzerinden anlatılması bizi yanıltmamalıdır: Mevlana'nın meselesi içinde yaşadığı Müslüman cemaat başta olmak üzere, hakikat ile o hakikat ekseninde bir araya gelmiş cemaatin birliğinin nasıl tahrif edilebileceğini anlatmaktı. Hiç kuşkusuz Hristiyanlık başından beri bir ruhbanlık olarak bilinegelmişti. Yahudiliğin yanında müstakil şeriatı olmamış, ahlak ve mevize diliyle insanlara ulaşmak istemişti. Bununla birlikte Mevlana'nın verdiği 'bozulma' örnekleri Hristiyanlıktan aşina olduğumuz örnekler değil; bunlar tasavvuf tarihini fırkalara bölen ana ekollerin iddialarıydı. Öyle anlaşıyor ki Mevlana tarihi bir ayna kılarak yaşadığı zamanı ve mekanı bize göstermek istemişti. Onun meselesi on üçüncü asırda Anadolu'daki Müslüman cemaatin yaşadığı kaos, çatışma, bunalımlar, kadim kültür ve bilim merkezi olan coğrafyaya yerleşmenin doğurduğu kimlik sorunları, Müslüman cemaatin itikadi-fıkhî mezhepler, dini fırkalar ve tarikatlarla bölündüğünü anlatmaktı. Dindeki bölünmeler meşru ve makul gerekçelerle gerçekleşir. Her mezhep inandırıcı ve delillere bağlı görüşlere dayanır, saygı değer insanların rehberliğinde gelişir; en garibi de cemaatin birliğini savunurken böler. Bölünmeler öyle bir noktaya varır ki dinin ana özelliği -Hristiyanlıkta İsevilik veya İslam'da Muhammedilik- görünmez hale gelir. Mezhebi bölünmenin en tehlikeli hale geldiği nokta burasıdır: mezhebin dinin yerini alması. Peki bunu nasıl anlayacağız? Bir mezhep veya tarikat veya dini cemaat ötekileri yok sayacak şekilde merkeze yerleşiyor ve ötekilere meşruiyet tanımıyorsa dinin yerinde bir ideoloji haline gelmiş demektir.
Fili Bölmek ve Bütünü Unutmak
Din bize vahiy kaynaklı ilahi bilgi getirir. Bu bilgi ile başta Tanrı ile ilişkimizi olmak üzere tabiat ve insanlarla ilişkilerimizi ilahi iradeye muvafık şekilde inşa ederiz. Bununla birlikte din her tikel hadiseye temas etmez, edemez. Bu kez bize mevcut bilgilerde içtihat yoluyla yeni bilgiler üretme imkanı verir. Bilginler naslardan belirli bir yöntem dahilinde hükümler çıkartır, o hükümlerle hayatın her alanında dini bilginin bereketinin yayılmasına hizmet ederler. Onlarla aynı bilgi derecesinde olmayanlar ise 'taklit ederek' bilginin yaşatılmasına hizmet ederler. Fakat burada genel bir ilke vardır: 'İçtihat içtihadı nakzetmemelidir.' Bir müçtehit 'doğru görüş benimkidir, hatta en doğru görüş benim görüşümdür' diyebilir, bunda sorun yoktur. Fakat 'öteki içtihat geçersizdir' dediğinde dinin alanını daraltmış, rahmeti ve bereketi yok etmiş olur. Bir içtihadın totaliter ideolojiye benzediği yer burasıdır: İslam içerisinde Batini hareketlerin böyle hareket ettiği kabul edilir. Mevlana'nın verdiği örneklerden ise tasavvuf dahilinde böyle tavrı benimseyenleri görüyoruz. Mevlana'nın 'dini tahrif eden vezir (akıl)' eylemi saydığı şey budur: Bir içtihadı veya inancı tek doğru saymak. Haddi zatında tasavvuf dini bir bilim olduğuna göre, Cüneyd-i Bağdadi ekolünün iddiasına göre onda da içtihadın bulunması gerekir. Bir tarikat pirinin veya onu takip edenin görüşleri gerçekte tasavvuf alanındaki 'içtihatlar' kabul edilebilir. Bu içtihadın doğru olması kadar hatalı olması da mümkündür; fakat aynı yollarla içtihat eden başka birisinin görüşünü geçersiz kılması ise işin tabiatına aykırıdır. Mevlana'nın verdiği örnekler tam bununla ilgilidir: Bir sufi-müçtehit tasavvuf yolunu riyazet ve ahlaka, başka biri tevekküle, öteki insanlara hizmete, başka biri cömertlik ve cesarete, başka biri zikre ve evrada, başka biri temiz kalpli olmaya vs. dayandırabilir. Mevlana vezir ve Hristiyanlar hikayesinde tasavvuf tarihinden aşina olduğumuz türlü örnekler verir Mesela Sehl b. Abdullah Tüsteri'nin tasavvuf yolu katı mücahede ve riyazete dayalı idi. Ona yakın bir görüş olarak Haris b. Esed Muhasibi'nin yolu da muhasebe-i nefs üzerine kurulu idi. Bir çok mutasavvıf erken dönemde kendine mahsus görüşleriyle temayüz etmiş, kimi fena-bekadan, kimi velayetten kimi başka bir ana konudan söz etmekle tanınmıştı. Bunlara ilave olarak altıncı-yedinci asırlardan itibaren kurumsallaşan tarikatlarda da yeni içtihatlar fark ediyoruz. Bu tarikatların amacı tasavvufa intisap edenlerin nafile ibadetler üzerine dayalı ahlaki hayatlarını dinin genel kuralları dahilinde tutmaktı. Bütün bunlar, dinin açtığı ve izin verdiği genişleme alanları olarak rahmet ve berekettir. Fakat tasavvufta veya başka bir alanda içtihatlar 'dogma' haline gelmeye başladığında -ki bunun ölçütlerinden birisi öteki içtihadı yok saymak olabilir- artık dinin yerini almaya başlamış demektir. Mevlana'nın dikkat çektiği nokta burasıdır. Mezhepler ve dini ekoller ana yapı üzerinden birbirleriyle irtibatlarını kurarlar, birbirlerine olan saygılarını korurlar. Bütün bu süreçlerde hiçbir müçtehidin sesi Hz. Peygamber'in sesini bastırmamalıdır.