Rahmet bunun neresinde?
Zor zamanlarda her dindar galiba en çok bu soruyu sorar, enkaz altında kalmış masumlara sonsuz rahmetin niçin ulaşmadığını düşünür, buna cevaplar arar, derinimizde saklı tereddütler artar. Duçar kaldığımız dar boğazdan çıkmak için yol ararız, fakat bulamayız. Bulamıyoruz ve hiçbir zaman bulamayacağız, çünkü yıkıklar altında kalmış masumlara rahmet neden ulaşmadı sorusunun bir cevabı yok. Bilhassa ilahi rahmeti ve sonsuz merhameti günlük dilde bir annenin çocuğuna şefkati anlamıyla çerçevelediğimiz sürece bu tereddütten bir çıkış bulamayacağız. Rahmet ile var olmanın ilişkisini, bu ilişkinin ise günlük dildeki acımak, şefkat göstermek gibi duygusal hallerle irtibatsız olduğunu anlamadan bir çıkış yok görünüyor. Bunu kabul etmek ne kadar güç, bu alandaki ön yargıyı kırmak ne kadar meşakkatli ve incitici olursa olsun, inancın tecrübe edildiği ve kabuk değiştirdiği nokta günlük dilin ve alışkanlıkların dışına çıkma mecburiyetlerimizde kendini gösterir.
Bu meyanda metafizikçi düşünürler öteki din anlatıcılarına göre daha gerçek bir dili arar, ön yargıları kırmak için daha doğru bir rehberlik edebilirler. Onlar için merhamet, yani Tanrı'nın Rahman oluşu asıl bakımından yaratmak ve var etmek demektir. Bu, günlük dildeki şefkat ve acımakla tezad olabilir fakat eş anlamlılığı söz konusu bile değildir. Bir insan için var edilmekten daha büyük, daha değerli hiçbir lütuf düşünülemez. Günlük hayatın sıradanlığı ve doğal alışkanlıklar insana bir lütuf olarak yeryüzünde bulunduğunu unutturmakla hayatı ve var oluşu sıradanlaştırır, hayatın değer derinliğini kaybettirir, lütuf olanı unutturur, hakikati belirsizleştirir. İlahi rahmetin anlamını yitirdiğimiz temel nokta burası, yani var olmayı unuttuğumuz noktadır. Her işe başlarken söylememiz istenilen besmele, günlük hayat alışkanlığının unutturduğu yaratılışı hatırlamayı ve kayıtsız bir var oluşla geldiğimizi yad etmek üzere başa dönmeyi beyan eder. Besmelede Rahman'ı düşünmek, var olma lütfunu her bir an içinde düşünmek demektir. Bir iş oluşurken kendimizi hatırlar, o esnada fark ederiz ki biz yok idik, yoklukta olabilirdik; var edilmiş olmakla öyle bir lütfa nail olduk ki bizi var edene ancak Rahman diyebilirdik. Din bu hakikati bize hatırlatmak üzere Tanrı'yı Rahman, günlük hayat içinde süregelen bu ilişkiyi hatırlatmak için de Rahim dedi. İnsan sıkıntı hallerinde 'yok olsaydım keşke' der; bu söz bile var olmaya duyduğumuz büyük aşkı, var olmak ile aramızdaki en güçlü bağı anlatır. Rahman ile irtibat noktamız var olmaya duyduğumuz bu derin ve kopmaz bağdır. Binaenaleyh var edilme nimetinin büyüklüğü, yok olma ihtimali -yani ölüm- karşısında kısmen idrak edilir fakat yine de hiçbir zaman tam olarak anlaşılmaz. Gerçek bir dindar yokluktan varlığa gelişini bir lütuf olarak görebilen kimsedir. (Hz. İbrahim'in 'Ben beni var eden (fıtrat) Rabbe bütün varlığımı döndürdüm' derken, Kuran-ı Kerim'de ilk nazil olan 'Yaratan Rabbinin adını an (Besmele)' demişti.)
Bu itibarla Rahman, Allah'ın her bir ismi yerine kullanılabilen, her bir ismiyle tefsir edilebilen, bütün isimlerinin bir tecellisi olduğu en büyük ismidir. 'Tanrı'nın en büyük ismi Rahman'dır' demek, Tanrı'nın insanla ilişkisini var etmek ve fıtrat (yaratma) üzerinden düşünmek demektir. Hayatın sıradanlığı, günlük dilin işleyişi dahilinde kaybettiğimiz merhametin anlamı işte budur.
Din üzerinde düşünürken şunun muhasebesini yapmak gerekir: Biz niçin rahmeti şefkat anlamıyla düşündük, ilahi rahmete niçin acımak, şefkat etmek anlamı verdik? Biz Tanrı'yı niçin bir anne-baba gibi düşledik? İlahi rahmete böyle bir anlam verdik çünkü Tanrı daralan hayatımızın sıkıntılarından çıkmak istediğimizde bulduğumuz ilke, bir kurtarıcı olarak gelir hayatımıza. Tanrı ile çözemediğimiz sorunları çözer, aşamadığımız engelleri aşar, normal hayatın sıkıntılarının dışına çıkmak isteriz. Tanrı'nın bir cevap olmasını istediğimizde rahmete şefkat, Rahim'e 'anne gibi koruyan' anlamı veririz. Modern dünya bu nedenle dini eleştirdi, daha doğrusu dindarların Tanrı'yı bir kaçış yeri olarak gördüklerini gördüklerinde dindarlardaki yaygın tutumun dinden neşet ettiğini, bütün dindarların aynı şekilde hareket ettiklerini zannetti. Dindarların çoğu için Tanrı günlük hayattaki daralmanın, sıkıntının sayesinde aşılacağı bir çaredir, bu doğru! Fakat bütün dindarlar için bu böyle değildir, en azından olmamalıdır. Dindarlık için Tanrı bir dermandır, dindarlığın ilerleyen evresinde ise Tanrı mutlak hakikattir; var olmayı anladığımız ölçüde O'nu anlar, hayatı farklı hallerinde tanıdığımız derecede Tanrı'ya yaklaşırız.
Dindarlık bir terakki ve değişim üzere kuruludur. Değişimin amacı -muhakkik düşünürlerin kavramlaştırmasıyla- ilah-ı mutekadımızdaki (inanılan ilah) değişimdir. İnsan herhangi bir şekilde zihninde inşa ettiği ve sürekli beslediği bir inanca bağlı olarak Tanrı ile ilişki kurar. İnandığımız Tanrı'nın bilgisi ise genellikle doğamızdan, halet-i ruhiyemizden gelir, mizacımız ile şekillenir, hayat tecrübemizden beslenir. Burada Tanrı bizim bulduğumuz, bizim çağırdığımız, kavramlarını bizim oluşturduğumuz, en azından bizim şekillendirdiğimiz bir inanma nesnesidir. Din bir başlama noktası olarak buna ruhsat veriyor, bunu daha sonra değiştirmek üzere kabul ediyor. Ancak dindarlık bir terakki, bir değişim ve dönüşüm meselesi olduğu ölçüde insan büyük bir gerilim yaşıyor. İnanılan ile gerçek, insanın psikolojisiyle şekillenmiş olan ile dinin özü arasındaki bu gerilim bazen kırılır ve insan kendini inancın dışında bulabilir, bazen ise yeni bir evreye ulaşmakla dindar, 'zanna ibadet ediyormuşum' der. Binaenaleyh değişim ve terakki Tanrı'nın kendisiyle ilgili değil, insanın ruhsal derinliğinde ve zihinsel kavrayışında ortaya çıkar. Bu değişim cevizin farklı katmanlarının aşılarak özüne doğru intikal etmeye benzetilmiştir.
Tanrı'nın rahmetini anne şefkati gibi düşlemek bizim çıkarcılığımız, tembelliğimiz ve kolaycılığımızdan kaynaklandı; din anlatıcıları da bu zihinsel tembelliği suistimal ederek Tanrı'nın rahmetini anne üzerinden anlatmak yolunu seçtiler. Biz bu kolaycılığı hayattan çıkardık, bunu yücelttik, gerçeklerden kaçmanın yolu haline getirdik, dindarlığı buna dayandırdık. Dini edebin gereği olarak söylenmez, fakat 'Allah yarattığı insanların kanlarını döker, öldürür, yeryüzünü bozar, yıkar, yakar ve buradan hareketle O'na el-Mümit deriz'. El-Mümit Rahman isminin anlamlarından biridir.
Rahman hakkında düşünmek, O'nu anlamaya çalışmak varlıkla ilgili en büyük paradoksa doğru ilerlemekle mümkündür. Din bize hayatın halihazırda içermiş olduğu çelişkileri, güçlükleri ve açmazları bir çırpıda düzeltebileceğimiz bir güvenlik alanı kazandırmak için Rahman'dan söz etmedi. Dindarlık çelişkilerde Tanrı'yı tanımada sabırla yürüyebilmek demektir. Rahman olan Tanrı dünyada veya ahirette kullarını cezalandırabilir, yarattığını yakar, yıkar, bozar, tekrar yapar. Bütün bunlar olurken rahmetin gerçek ve asil anlamı bakidir: Varlığımızı yokluğa tercih, insanı yokluktan var etmek, ölümden sonra varlığımızı muhafaza etmek. Rahman'a inanmak, yokluktan varlığa çıkmaya, ölümden sonraya, ebedi bekaya inanmak demektir. Rahmetin öteki anlamları ise psikolojinin ve duygusallığın intaç ettiği mevhum anlamlardır. Büyük hadiseler, sarsıntılar ikinci anlamı yıkar, Tanrı ile kurulan duygusal ilişkiyi kopartır, kabukları kırar: Sonrasında ne olur peki? İşte onu bilmeyiz, sadece şunu deriz: Allah kerim, kul lütfa bağlı!
Ekrem Demirli
Ancak alıntılanan köşe yazısı/haberin bir bölümü, alıntılanan habere aktif link verilerek kullanılabilir. Ayrıntılar için lütfen tıklayın.