15 Temmuz’u Unutmamak…
15 Temmuz'un üzerinden henüz bir yıl geçti. Acılar hala taptaze ve yaralar henüz kapanmamışken belki on yıllarca sonra yazıldığında anlamlı olabilecek bir konuya değinmek gerekiyor. 15 Temmuz'u unutmak bahsi…
Geçen yılın 15 Temmuz'una her birimiz sıradan bir gün olarak başlamıştık. Temmuz'un o meşhur sıcağı bile belki hatıralarımızda yer etmeyecekti. Eğer o gece, onu tecrübe eden herkesin zihninde kalıcı izler bırakan, olağanüstü bir geceye dönüşmüş olmasaydı.
15 Temmuz'u 16'sına bağlayan o gece kimi bayrağıyla sokağa fırladı, kimi tankın altına yattı, kimi kışlaların, havaalanlarının, köprülerin önünde nöbete durdu, kimi evinde korkuyla, dualar ederek, televizyon başında geçirdi geceyi. Kimiyse ülkenin kaderinden ümidi kesip, çareyi bankamatikleri, marketleri ve benzincileri doldurmakta aradı. Kimi şehitlik mertebesine yükseldi o gece, kimi gazilik şerefine nail oldu. Kimi ülkesine ihanet etti, kimi hainleri desteklerken buldu kendisini. Kimi o gece cesurdu, nereden geldiğini bilmediği, belki varlığından haberdar bile olmadığı bir coşkuyla akarken buldu kanını. Kimisi attığı nutukların, verdiği sözlerin altında ezilirken buldu kendisini.
İki günü birbirine bağlayan o gece bir karar gecesi oldu. Bir ülkenin, milletin ve ümmetin kaderinin yeniden yazıldığı bir kader gecesi. O gece milletin kimi fertleri kaderlerinin ülkelerinin kaderine ram olduğunu ayne'l yakin bildi. Sokağa çıktı, bayrak salladı, haykırdı, ağladı, yaralandı, şehit düştü. Kimileri ise ülkenin bu şanlı gecesinden uzak düştü. Onunla ünsiyet kuramadı. Ona bağlanamadı. O kadere yabancı buldu kendisini. Sokağa çıkanlara kızdı, haykırdı, onlarla kavga etti. Tankları alkışlayıp, sela okuyan imamlara saldırdı, silah çekti, darp etti. Sanal aleme kendi milletine karşı derin bir nefretin işaretleri olan cümleler, kelimeler bıraktı. Lanet etti, küfretti, kahretti. Kimiyse nefret etmese bile komik, saçma, mantıksız buldu o geceki direnişi.
Direnenler
Sonrasında, direnenler, o gece gerçek bir destan yazanlar, kavgalarına sahip çıkarken buldular kendilerini. Direniş, kavga onları değiştirdi, dönüştürdü. Barutun ve kanın kokusu, tank toplarının, kurşunların, jetlerin sesleri hafızalarına silinmemecesine kazındı. Düşmanı kanlı canlı karşılarında gördüklerinde, kavganın da düşmanın da sahici olduğuna inandılar. Her şeyi güllük gülistanlık, savaşı, acıyı, kavgayı uzak çok uzak bir masal gibi gösteren perdeyi yırtıp attılar. Kapılarına kadar gelen savaşı, acıyı, gözyaşını ve yıkımı o gece kahramanca direnerek sürüp, kapı dışarı ettiklerini bildiler, inandılar. Ortalık durulduğunda etraflarına baktılar. Direnişi, kıyamı gösterdiler ve bilinsin, tanınsın istediler. O şanlı kavgayı küçümseyenleri, alay edenleri, ahmakça bulanları gördüler. Düşmanlığı devam ettirenleri ve yeni bir fırsat kollayanları da gördüler. Tetikte kalmaya azmettiler. Bilendiler, kavileştirler.
Direnişin uzağına düşenler
Kızanlar, uzak düşenler ise belki çok da düşünmeden, en çok da hayat tarzlarına sahip çıktıklarını düşünerek yaptılar bunu. Bir süredir araya serpilen düşmanlık tohumlarının içlerinde filizlenmesine mani olamadıkları için bu yolu seçtiler. Milletin bir kısmını bir kısmından ayıran, aşağı gören zihniyete teslim olmuş buldular kendilerini. İçlerine yerleşmiş yaşam tarzı korkusuna mağlup oldular. Hep bir masal gibi dinledikleri Batı'nın değerlerini, kendi milletleri ile uzaklaşmak pahasına benimsediklerini bilemediler. Milletin değerlerini bazen bilmediler, öğrenmediler, bazen aşağıladılar. Zira onlara söylenen medeniyet masalında kendi milletlerinin yeri yoktu. O masal onları da birer Batılı olduklarına inandırmaya çalışan emperyal zihinlerin ve iktidarların, kültürel ürünler yoluyla zihinlerine zerk ettiği imajlardan oluşuyordu. Bu topraklarda Batı'nın muktedir olmasının yolu o masala inananların sayısının artmasından geçiyordu. "Siz de bizim gibisiniz, memleket dediğin nedir, bir kuru toprak parçasından ibaret, her birimiz büyük insanlık ailesinin birer ferdiyiz, evrensel değerler, normlar hepimize yeter" dediler. O "evrensel" normları, yasaları koyanların onlar olduğunu ve onların muktedir kalmasını, sömürü düzenlerinin devamını temin etmek üzere oluşturulduğunu da asla söylemediler. İnsan hakları, demokrasi, evrensel hukuk gibi yaldızlı şeyler söylediler. Onlarla zihinleri ve kalpleri kendilerine esir ettiler, gözleri bağladılar. Fakat bu süslü, insanı kendisine aşık eden kavramları kendileri asla uygulamadılar. İnsanları sömürmekten, öldürmekten, katliamlar yapmaktan çekinmezken, o süslü kavramların her daim en tutkulu savunucuları oldular. İstediler ki o kavramlar üzerinden birileri kendilerine aşık olsun ve kendi topraklarında, onların çıkarları için bilerek yahut bilmeyerek çalışsın.
O gece milletinin kaderinden ayrı düşenler, bu milletin evladı gibi görünüp, o geceyi anlayamayan, hissedemeyenler bu masallara inanan ve milletiyle bağları zayıflayanlardı. Samimiydi çoğu hislerinde. Batı'yı, onun kurduğu sömürü ve bağımlılık düzenini eleştirmeyi, sayısız ülkede işlediği cürümleri görmeyi, göstermeyi hiç akıllarına getirmeden, kendi ülkelerindeki idareyi, toplum yapısını Batı'dan devşirme kavramlarla kalbura çeviriyorlardı. En samimi olanı bile ben elimi taşın altına nasıl koyarım demek yerine elindeki cevap anahtarına ha bire ülkesini, yöneticilerini, milletini koyuyor ve durmadan eksi veriyordu. "Ben de bu milletin, dolayısıyla bozuk, aksak giden her şeyin bir parçasıyım" dememe kolaycılığına kaçıyordu. Samimiyetsiz olanlar ise büsbütün düşman olmuştu milletine. Bu şartlar altında Batı'nın keşif kolunun bu topraklarda harekete geçtiğini gördüklerinde nasiplerine sevinmek yahut sakince kabullenmek düşmüştü.
Darbe sonrası
Darbenin şanlı bir direnişle bastırılması bir üzüntü kaynağı oldu bu kesimler için. Ne var ki, başlangıçta suküt-ü hayale uğrayan bu kesim ve onlara destek olan Batılı güçlerin yardımıyla geçen bir yılda bazı şeyler hızla değişmeye başladı. Önce birer fısıltı gibi duyulan ve tarihe geçen şanlı bir direnişi yok saymaya adanmış çabalar giderek kendilerine zemin bulmaya başladılar. Direnişi yok saymanın en kolay yolu ise o gece yaşananları yok saymaktan geçiyordu belki de. Belki de bu yüzden duymaya başladık "tiyatro", "kontrollü darbe" gibi sözleri. Ve yine bu yüzden darbeciler henüz cezalandırılamamış ve şehitlerin kanları yerde kalmışken, işlerinden edilenlerden başka hiçbir şeyi görmeyen, at gözlüğü takmış bir adalet arayışına mahkum edildik. Diyeti hala ödenmemiş canlarına ağıtlar yakan ve her günlerini adaletin tecelli etmesini beklerken cehennem azabı içinde geçiren insanların adalet arayışını, adaletin yavaş gelmesinin asıl onlar için ne kadar iç yakıcı olduğunu ne kadar az konuşabildik. Sesimiz, soluğumuz ne kadar az duyuldu böylesine şanlı bir destan paçavraya çevrilmeye çalışılırken.
Unutma!
Evet o şanlı destanı kanlı, canlı yaşamamızın üzerinden henüz bir yıl geçti. Bir yıl önce her şeyi susturacak kadar abidevi gördüğümüz o kıyam, bugün bizler yaşarken tartışılıyor. Bizler yani şahitler sustuğunda konuşacak olanların bu destanı tarihten sileceğine adımız gibi emin olabiliriz. Geçen yıl bugün direnmek kadar anlamlı olan, bundan sonra her daim 15 Temmuz'u hatırlamak ve hatırlatmak olmalıdır. Aliya'nın sözleriyle bitirecek olursak; "Zalimleri affedip affetmemekte serbestsiniz. Ne yaparsanız yapın, ama katliamı unutmayın. Çünkü unutulan katliam tekrarlanır."
Yasal Uyarı: Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Turkuvaz Medya Grubu’na aittir. Kaynak gösterilse veya habere aktif link verilse dahi köşe yazısı/haberin tamamı ya da bir bölümü kesinlikle kullanılamaz.
Ayrıntılar için lütfen tıklayın.