Arama

Prof. Dr. Hayrettin Karaman
Haziran 23, 2017
FIKIH MEZHEPLERİ

FIKIH MEZHEPLERİ
Menşei, dindeki yeri ve başlıcaları


1. MEZHEB
1. Mefhumu

Mezheb'in; sözlükteki manası "girmek, takip etmek, gidilen yol..." demektir. Mecazi ve terim olarak görüş, kanaat, inanç ve doktrin mânalarında da kullanılmaktadır.1 İslâm dininin kaynakları denilince Kitap (Kur'an-ı Kerim), sünnet, icmâ, kıyas, örf ve âdet, maslahat ilk akla gelenlerdir. Bunlardan ilk ikisi nakildir, sözdür, sözlerin hepsi aynı mevsûkıyet ve sarâhât vasıflarını taşımaz; bu sebeple de onları anlama ve değerlendirme mevzuunda farklı görüş ve düşünüşler ortaya çıkar.
Diğerleri, değişen cemiyet ve hayat şartlarıyla mütenasip olarak inkişaf eden kaynak ve hüküm metodlarıdır. Şu halde zaman ve mekân değiştikçe, onlara istinat eden hükümlerde de değişiklikler olacaktır. Aşağıda arzedeceğimiz diğer sebeplerle beraber bu âmillerin tesiriyle ilk fukahanın usûl ve hükümlerinde meydana gelen farklılıklara, müctehid imamlar devrinden itibaren "mezhep" denmiştir. Nitekim mâlikî fukahasından Karâfi (öl. 684/1285), "mezheb"i şöyle tarif etmiştir: "Bir müctehide mahsus ve fer'i olan ictihadi hükümler ile bu hükümlerin yine aynı müctehide ait bulunan sebep, şart, mâni ve bunları isbata yarayan hüccetleridir."2

2. Kısımları
Zikredilen dinî kaynaklardan elde edilen hükümler itikadî (inançla alâkalı) ve amelî (ibadet, iş vb. ile alâkalı) olmak üzere iki ana gruba ayrıldığından, bunlar üzerinde meydana gelen mezhepler de "itikadî" ve "amelì veya fıkhî" olmak üzere iki kısma ayrılmıştır.
İtikadî mezhepler sünnî ve ğayr-i sünnî (bid'at) gruplarına ayrılmış; birincisinde, "Selefiyye, Mâtürîdiyye ve Eş'ariyye", ikincisinde ise "Şîa, Havâric, Kaderiyye, Cebriyye..." gibi birçok mezhep yer almıştır.
Hemen işaret etmek gerekir ki itikadî mezhebi sünnî olmayan şahıs ve gruplar arasında, amelî mezhebi sünnî (meselâ Hanefî olan Mutezilî ve Zeydîler gibi) olanlar çoktur.
Amelî mezhepler müctehid imamlar devrine kadar iki medrese tarafından temsil edilmiştir: 1. Irak veya re'y medresesi, 2. Hicaz veya eser medresesi.3
İkinci asrın sonlarına doğru bu iki medreseden yetişen bazı büyük müctehidlerin isimlerine izâfeten Hanefî, Mâlikî, Şâfiî, Hanbelî, Sevrî, Evzâî, Cerîrî, Huzeymî... gibi mezhepler doğmuştur.

II. MEZHEPLERİN DOĞUŞU
1. Mezheplerden önceki durum
Hicrî dördüncü asırdan önce müslümanlar, muayyen bir mezhebin bütün hükümlerine bağlanıp yalnız onu tatbîk ve taklîd etmezlerdi, toplu olarak böyle bir itiyatları yoktu.4
Gerçi sahabe ve tabiûn devrinden sonra bir nevi tahric; yani bir müctehidin ictihad usûlünü benimseyip, onun istinbat ettiği hükümleri örnek alarak ictihad etme hareketi başlamıştı; fakat dördüncü asırdan önce yaşayanlar, tek mezhebe bağlanmak, yalnız onu öğrenip öğretmek ve sadece ona göre fetva vermek gibi davranışlardan uzak kalmışlardır.
Şüphesiz bu devrede yaşayan insanların hepsi müctehid ve âlim değildi; onların da içlerinde avam ekseriyette idi. Buna rağmen sonraki devirlerde olduğu gibi Kitap ve sünnetle alâkalarını keserek taklide düşmemiş, şöyle bir yol takip etmeyi tercih eylemişlerdi:
Avâm: Müslümanlar arasında ihtilafa mevzu teşkil etmemiş olan mesele ve işleri (icmâî mesâili) aileden veya memleketlerinde bulunan bilginlerden öğreniyor; abdest, namaz, gusül, oruç, zekât... gibi mesâilde doğrudan doğruya şâri'e (Allah ve Resûlüne) ittibâ etmiş oluyorlardı. Hükmünü bilemedikleri bir mesele ve problem ile karşılaştıkları zaman da bunu, mezhep gözetmeden rasgele bir müftiye soruyor, aldıkları cevabı tatbik ediyorlardı. Bu cevaplar ekseriyetle Kitap ve sünnet delili ile beraber verilirdi. Bu sayede avâm da zamanla, şahsen alâkalı bulunduğu birçok mesâilin delilini; yani bunlarla alâkalı âyet ve hadisleri öğrenmiş oluyordu.
Âlimlere gelince: Bunlardan hadisçiler, problemlerini çözmek için başka bir şeye muhtaç olmayacak sayıda hadis veya sahabe âsârı (söz veya tatbikatı) yahut da sahabe ve tabîûnun ittifak ettikleri rey buluyor, buna uyuyorlardı. Tatminkâr bir rivayet bulamadıkları zaman da kendilerinden önceki âlimlerin reylerine müracaat ediyor, bu mevzuda Kûfeli, Medineli... diye bir ayırım yapmıyorlardı.
Fıkıh ile meşgul olanlar (üçüncü asırdaki müctehid fi'l-mezheb ve ehl-i tahrîc fukaha) ise geçmiş imamların sözleri arasında sarih hükmünü bulamadıkları meseleleri aynı usûle göre hükme bağlıyor; mezhep içinde ictihad ediyorlardı.5
Bu devrede müctehid olmayana fakih denmezdi ve bütün müftîler ile kadılar müctehid idi.
Resûlullah (s.a.)'in "nesillerin en hayırlısı" olarak tavsif ettiği ilk üç nesilde,6 bugünki mânada imam, mezhep ve mukallid olmadığını, mükelleflerin, bilemediklerini herhangi bir müctehidden sormaları ve tek müctehide bağlanmamalarının tabiî ve meşrû kabul edildiğini yukarda tesbit etmiş bulunuyoruz. Resûl-i Ekrem (s.a.) müminlerin sapmamasını mezheplere değil, kitap ve sünnete uymalarına bağlamıştır.7 Din âlimlerinin çalışmaları, eserleri, onlara izafeten tesis edilen mezhepler, halkın kitap ve sünnet hükümlerini öğrenme ve buna uymalarına ancak vâsıta olabilirler ve mezkûr faaliyetlerin meşrûiyetleri buna bağlıdır. Binaenaleyh bir âlim bunlara muhtaç olmaksızın doğrudan doğruya Kur'an-ı Kerim, sünnet ve sahabe tatbikatiyle temas kurabiliyor, bu kaynaklarda aradığı bilgileri buluyor ve bunlara uyuyorsa, bu ümmetin hayırlısı olan ilk üç neslin yoluna düşmüş, istikameti bulmuştur; böylesine "mezhepsiz" denemez ve bu davranış kınanamaz.

2. Mezheplerin doğmasına tesir eden âmiller
Sahabe devrinde daha ziyade anlayış farklarıyle, bir meseleye dair nasları bilmemekten neş'et eden ihtilaflar, ilk tabiûn devrinde muhit ve üstad farkları da eklenerek devam etmiş, son tabiûn ve müctehid imamlar zamanında ise ictihad usûl ve prensiplerine bağlı ihtilaflar ortaya çıkmıştır. Fakat müctehid imamlar devri de dahil olmak üzere henüz mezhepler teşekkül etmemiştir.8 Gerçi müctehid imamların talebeleri onların usûlünü tatbik ediyor, ictihadlarında onların reylerinden hareet ediyorlardı; fakat gerektiğinde usûl ve fürûda üstadlarına muhalefet etmekten de çekinmiyorlardı. İmam Ebu Yusuf, Muhammed ve Müzenî gibi zevatta bunun birçok örneği vardır.9
Gerek Ebu Hanife ve Mâlik gibi üstad imamlar ve gerekse Ebu Yusuf, Muhammed, Şâfiî, İbn Hanbel gibi sonrakilerin, her fırsatta yekdiğeriyle temas ederek ilim ve rey alış-verişinde bulunmaları, bir yandan bugünki (ictimaî) mânada mezheplerin teessüs ve taassubuna mâni oluyor, diğer taraftan da metod ve bilgi farklarından meydana gelen ihtilafların azalmasını temin ediyordu.10
Ancak aşağıda sıralayacağımız hâdiseler bu ilim, hürriyet ve müsamaha atmosferinin değişmesine, ictihadın yerini taklîdin almasına ve mezheplerin teşekkül etmesine yol açan başlıca âmiller olmuştur:
1. Hulefâ-yı raşidin'den sonra hilâfet, ona lâyık olmayan câhil ve ehliyetsiz kişilerin eline geçmiş, bunlar da eksiklerini kapatmak ve zavâhiri kutarmak için âlimlerden istimdât eylemişlerdir. Başlangıçta Ebu Hanife, Mâlik, Ahmed b. Hanbel gibi zevât, kötüye âlet olmamak için bu halifeler tarafından teklif edilen vazifeleri kabul etmemişler, kendilerine yapılan ısrarlar zaman zaman işkencelere kadar vardığı halde bu tutumlarını değiştirmemişlerdir.
İdarecilerin ilim ve din adamlarına karşı vâki talepleri ilmin itibarını artırmış, bunu gören sonraki nesil ilmi, bazı mevkilere erişebilmek için basamak yapmış, ulema matlûb iken tâlib durumuna düşmüştür.
Halife ve emirler, çevrelerine topladıkları âlimleri münakaşalara sevketmiş, bu durum ardı arkası kesilmez cedellere yol açmış, hakkın ızharı yerine hasma galebe çalmak gaye haline gelmiştir. İşte bu hengâmede bilhassa Ebu Hanife ile Şâfiî arasındaki ihtilaflar araştırılmış, bu mevzularda eserler yazılmış, münakaşalar icra edilmiştir.
2. Fetva vermekten çekinen eski âlimlerin yerini her köşede bir müfti almış, bunlar yekdiğerinin fetvasını nakzetmeye başlamış, imamlardan birinin re'yine istinat ve bunu taklid etmedikçe münakaşanın sona ermesi imkânsız hale gelmiştir.
3. Kadıların -ekseriyetle- hak ve adâletten sapmaları halkın itimadını sarsmış, evvelce ifade edilmiş bir hükme dayanmıyan kadılara itimat edilememiştir.
4. Câhillerin hüküm ve fetva vermeye kalkışmaları, bunun vahim neticelerinin önlenebilmesi için mutemet ve meşhur âlimlerin eser ve sözlerine istinadın terviç ve teşvik edilmesine yol açmıştır.
5. İlmin çeşitli branşlarında ihtisas ve derinleşme, elde edilen malzemenin tedvin ve tasnifi... farklılıkları dondurmuştur.11
Bunlar ve benzeri âmillerin tesiriyle Ebu Hanife, Mâlik, Şâfiî gibi zevat adına -bunlar istemediği ve hiçbir kimseyi kendilerini taklîde davet etmediği halde-12 mezhepler teşekkül etmiştir.

3. Başlıca fıkıh mezhepleri
Bundan önceki fasıllarda mezheplerin üçüncü nesilden sonra (hicrî ikinci asrın sonlarına doğru) teşekkül ettiğini görmüştük. Bugün İslâm âleminde "Ehl-i sünnet ve cemaat" dediğimiz "Resûlullah'ın ve ashabının yolunda yürüyen" müminlerin tâbi olduğu dört fıkıh mezhebi vardır. Ancak başlangıçta Ehl-i sünnet câmiasında bu dört mezhepden başka mezhepler de vardı. Fıkıh tarihçilerinin bize haber verdiğine göre Ehl-i hadîs grubunda 500 civarında mezhep meydana gelmiştir.13 Ehl-i re'y ve fıkha gelince, meşhur dört mezhep yerleşip diğerlerini ortadan silinceye kadar on beş kadar mezhebin teşekkül etmiş bulunduğunu biliyoruz. Davud b. Ali (öl. 270/885), Abdullah b. Şübrüme (öl. 144/761), İbn Ebi Leylâ (öl. 148/765), İshak b. Râhûye (öl. 238/852), müfessir İbn Cerir Taberî (öl. 310/922), İbn Huzeyme (öl. 311/923), Leys b. Sa'd (öl. 175/791), Ebu Sevr (öl. 240/854), Evzâî (öl. 157/774) ve Sevrî (öl. 161/778)... adıyla meydana gelmiş bulunan mezhepleri burada örnek olarak zikredebiliriz. İsimleri zikredilen zevatın hepsi Ehl-i sünnetin göz bebeği, âlim ve fâdıl kişilerdir. Ancak tâbilerinin az olması, mezhep taassubunun darbesine maruz kalmaları, âlim ve çalışkan talebeden mahrum bulunmaları... gibi sebeplerle mezhepleri tatbikatta devam etmemiş, eserlerin sayfaları arasında kalmıştır.
Bugüne kadar yaşayıp gelen Hanefî, Mâlikî, Şâfiî ve Hanbelî mezheplerinin imamları ise sırayla Ebu Hanife, Numan b. Sâbit (öl. 150/767), Mâlik b. Enes (öl. 179/795), Muhammed b. İdris (öl. 204/819) ve Ahmed b. Hanbel (öl. 241/855) dir.14.
Bu kitabın müteaddit yerlerinde açıklandığı üzere mezkür mezhepler arasındaki farklar anlayış, bilgi, üstad, zaman ve mekân farklarından neş'et etmiş olup temele inmemektedir. Bütün Ehl-i sünnet imamları Allah'ın Kitabını, Resûlullah'ın (s.a.) sünnetini, sahabenin icmâını ittifakla rehber edinmiş, ayrıca yekdiğerine karşı da saygı ve sevgi hisleriyle meşbu bulunmuş, zaman zaman bunu açıkça ifade etmişler, hiçbiri diğerini sapıklıkla itham etmemiştir.15

III. MEZHEP TAASSUBUNUN BAŞLAMASI VE NETİCELERİ
Mezhep arasındaki müsamaha ruhunun yerini taassup, karşılıklı takdir ve saygı hislerinin yerini düşmanlık duygusunun almasına şimdi sıralayacağımız sebepler zemin hazırlamış ve bu netice dördüncü hicrî asırda meydana gelerek zamanla şiddet kazanmıştır:
1. Abbasî halifelerinden Me'mûn zamanında (198-218/813-833) halku'l-Kur'an (Kur'ân'ın yaratılması) meselesi ortaya çıkmış, mezkûr halife ehl-i hadisi bu mesele yüzünden bizzat sorguya çekmiş ve istediği cevabı alamadığına işkence etmiştir. Bu durum halife Mütevekkil zamanına (232-247/847-861) kadar devam etmiştir. Bu halife zamanında işkence ve tazyikten kurtulan ehl-i hadis, bahis mevzuu meselede Mutezileye meyleden kadıların çoğu Ebu Hanife mezhebinden olduğu için bunlara karşı şiddetli bir aksülamel göstermişlerdir.
2. Kadılar önceleri müctehidler arasından seçilirken, Ebu Yusuf'tan sonra mezhep sâlikleri arasından seçilmeye başlanmıştır.16
İşte bu ilk sebeplere zamanla başkaları da eklenmiş, bunların mahsulü olan taassup ve kör taklîd de17 şu neticeleri meydana getirmiştir:

1. Tefrika, fitne, mukatele ve tahrip
Mutaassıp ve mukallid bazı mezhep sâlikleri, başka mezhepe müntesip bir imama uyarak namaz kılmanın sahih olmayacağına, çeşitli mezheplere sâlik bir erkekle bir kadının nikâhlarının sıhhatinde şüphe bulunduğuna...18 hükmederek İslâm câmiasının birliğini zedelemişlerdir. İş bununla da kalmamış, Bağdat'da Şâfiîlerle Hanbeliler, Merv ve Isfahan bölgelerinde Şâfiîlerle Hanefîler defalarca vuruşmuş, yekdiğerinin mahalle ve meskenlerini tahrip etmiş, gâlip gelenler mağlûp olanları günlerce sokağa çıkarmamışlardır.19 İmam Taberî, Ahmed b. Hanbel'in farklı görüşlerini, bu mevzudaki eserine almadığı için Hanbelîler tarafından evi taşlanmış, vefat ettiği zaman da ancak gece evine defnedilebilmiştir.20

2. Gerçekle karşılaşılmasına rağmen hatada ısrar
Mukallid, sözüne uyduğu imamın delillerini incelemediği, bu uyuşu bir tercihe istinat etmediği, ilim ve akıldan çok his ve telkine bağlı bulunduğu için kendisine Kitap ve sünnetten bir delile istinat eden fakat mezhebine uymayan bir hüküm getirildiği zaman "eğer bu dediğiniz gibi olsaydı benim imamım onu bilir ve benimserdi..." gibi temelsiz iddialarla gerçeğe sırt çevirmiştir. Halbuki sahâbe de dahil olmak üzere her nesilden büyük müctehidlerin bilemediği nice delil ve hükümler olmuştur.

3. Mezhep imamlarına, ictihad yoluyla muhalefet edenlere cephe almak
Kendi imamlarından başkalarının ne imametine, ne de faziletine râzı olan mutaassıplar, ictihad ehliyetini elde ettiği için, imamlarına bağlanmadan dinî mesâil üzerinde fikir yürüten bir kimseye raslayınca -hadleri olmadığı halde- onun ehliyetini inkâr etmiş, insafsız tenkitlerini ona yöneltmiş ve ellerinde delil bulunmadığı halde böyle kimseleri doğru yoldan ve cemâattan ayrılmakla suçlamışlardır.

4. İctihad hareketini durdurmak
Taklîd ve taassubun en büyük zararı ictihad faaliyetini durdurmuş olmasıdır diyebiliriz. Dördüncü asırdan önce hem farz, hem de çok şerefli bir ilim pâyesi telâkki edilen ictihad, nazarî bakımdan olmasa bile tatbikatta -dördüncü asırdan sonra- garip ve münker bir iş gibi karşılanmış, dinî gayret ve medenî cesaret sahibi bazı müctehidler, bu sıfatlarıyla ortaya çıktıkları zaman kendilerine cephe alınmış ve hakaretlere maruz kalmışlardır. İbn Teymiyye, Süyûtî, Behâüddin Mercânî... gibi âlimleri burada örnek olarak hatırlayabiliriz.21

5. İslâm hukukunun ilmî ve tatbikî gelişmesini önlemek
İctihad hukukun hayatı demektir. İctihadsız bir hukuk sisteminin -bilhassa İslâm hukukunun- gelişmesi ve yaşaması mümkün değildir. Bizim "bir hukuk sisteminin yaşamasından" maksadımız onun cemiyet hayatına girmesi, yaşanması, tatbik edilmesi demektir. Taklidde ısrar, ictihada karşı aksülamel zamanla hukukun donmasına, yürüyen hayata ayak uyduramamasına sebep olmuş, İslâm âleminin birçok yerlerinde şer'î hükümlerin ya toptan veya kısmen terk edilmesine, bunların yerine yabancı menşe'li sistemlerin kabul edilmesine yol açmıştır.
Taklîdin, son olarak işaret ettiğimiz zararına, biri vukûundan önce, diğeri de sonra isabetle parmak basan iki âlimimizin söylediklerini naklederek bu fasıla son vermek istiyoruz:
Dâru'l-fünûn-i Osmânî Hukuk Fakültesi Usûl-i Fıkıh Müderrisi M. Seyyid Bey, fertler için bile sâbit olmayan tek mezhebe bağlılık mükellefiyetinin, devletin teşrî kuvvetine musallat kılınmasının doğru olmayacağına işaret ettikten sonra şöyle demiştir: "Bilirim, memleketimizde âlim geçinen bir takım câhil ve şer'î hakikatlerden tamamen gâfil taassup sahipleri vardır ki, taassup onların iliklerine işlemiş ve kalplerinin en derin köşelerine kadar kök salmış olduğundan onlar bizim sözlerimizi kabul etmezler. Zaten bizim de sözlerimiz onlara değil, insaf duygusu taşıyan, irfan nuruyla aydınlanmış bulunan izan sahiplerinedir. O gibiler sâbit gerçekleri deliller ile değil, zamanın vâkıaları ile tasdik ederler. Lâkin korkarım ki onlar takdir ve tasdik edilinceye kadar hükümet, zarûretin sevkiyle Avrupa kanunlarını terceme ederek tatbike mecbur olacaktır. Nitekim Ticaret, Ceza, Usûl-i Muhakeme kanunlarını o sûretle yapmıştır. İşte o zaman gözler açılacak ve pek acı nedâmetler hissedilecek amma iş işten geçmiş bulunacaktır.
"İşinin âkıbeti âkıle der-piş gerek
Kâr-ı evvelde kişi âkıbet-endîş gerek"22
Ord. Prof. Ebu'l-ulâ Mardin merhum, "Mecelle"yi tahlil ve tenkit ederken şu satırları kaydetmiştir: "Halkın ihtiyaçlarına geniş sahada cevap vermek, ihtilaflı meselelerde açıktan açığa kat'î hükümler sevkederek her türlü şek ve tereddüdü önlemek ve ezmânın tebeddülünü nazara almak icap ederdi. Halbuki hükümleri tedvinde dar bir çerçeve içinde, hanefî mezhebi hükümleriyle iktifa cihetine gidildi. Ve iç siyaset endişesiyle tehâşî ve ihtiraz mesleği güdüldü. İşte bu yüzden Mâlikî mezhebindeki alacağın temlîki ve borcun nakli gibi Roma hukukunda bile bulunmayan ve ilk olarak tedvini Alman Medenî Kanunu'na bir fahru şeref vesilesi veren hükümlerden faydalanma fırsatı kaçırıldı... Hele menkul malın kabzından evvel bey'ine cevaz göstermiyen ve Hanefî fıkhına uygun olarak yazılan madde ile Mecelle'ye en büyük fenalık yapıldı..."23
Size sunduğumuz bu kitaptaki dört risâle, buraya kadar arzetmeye çalıştığımız gerçekleri; dinin mâna ve mâhiyetini, İslâm hukukunun menşe ve tekâmülünü... gereği gibi anlamış, bu hakikatleri muasırlarna anlatmak için çırpınmış zevattan dördüne aittir. Risâlelerinin başında sunduğumuz terceme-i halleri onları size kâfî derecede tanıtacağı için haklarında daha fazla bir şey söylemeye lüzum görmüyor, artık biz aradan çekiliyoruz.

Hayreddin Karaman
İstanbul, 1971
İstanbul Yüksek İslâm Enstitüsü
Öğretim Üyesi

hayrettinkaraman.net



1. Zemahşerî, Esâsü'l-belâğa, Beyrut, 1965, s. 210; ez-Zâvi, Tertibu'l-lkâmûsi'l-minhit li'l-Firûzâbâdî, Kahire, 1959, II, 252.
2. el-Karâfî, el-İhkâm..., nşr. Ebu Ğudde, Haleb, 1967, s. 195-200. İbn Teymiyye'nin, tercemesini sunduğumuz "Raf'u'l-melâm..." isimli risâlesinde başlıca ihtilâf sebepleri zikredilmiştir.
3. Bu medreseler hakkında geniş bilgi için bkz. Hayreddin Karaman, İslâm hukukunda, ictihad, Ankara 1975, s. 101 vd.
4. Ebu Tâlib el-Mekkî, Kûtü'l-kulûb, Kahire, 1961, s. 324.
5. Şah Veliyyullah, Hüccetullahi'l-bâliğâ, Kahire, ts. I, 321-322.
6. Tebrîzî, Mişkâtü'l-mesâbîh, Dimaşk, 1961, I, 58.
7. Age, III, 218.
8. Şah Veliyyullah, age, I, 308.
9. Ebu Yusuf, el-Harâc, Mısır 1352, s. 19, 88; Muhammed b. Hasen, el-Âsâr, Hind, ts, s. 71; Debûsî, Te'sîsü'n-nazar, Mısır, ts., (giriş kısmı); Sübkî, Tabakât, nşr. Tanâhî ve ark., Kahire, 1964, II, 102 vd,; Kevserî, en-Nüket, Mısır, 1365, s. 41.
10. Muhammed b. Hasen, el-Hucce, Topkapı Sarayı ktp., M., vr. 102a; Şâfiî, el-Ümm, Mısır, Bulak, 1329, VII, 150; İbn Teymiyye, Sıhhatü-usûli mezhebi ehli'l-Medîne, Mısır, ts., s. 75; Zebîdî, Ukûdü'l-cevâhir, Kostantınıyye, 1398, s. 9; Füllânî, İkâzu'l-himem, Hind, 1298, s. 140-142; Şah Veliyyullah, age., I, 308, Kevserî, Te'nibu'l-Hatîb, s. 4-5.
11. Gazzâlî, İhyâ..., Mısır, 1358, ı, 49 vd.; Şah Veliyyullah, age, I, 321-324.
12. Meşhur dört imam ve diğer müctehidler müminleri taklîdden menetmiş, Kitap ve sünnet delillerini bizzat öğrenerek onlara ittibaa teşvik eylemişlerdir. Bkz. Hayreddin Karaman, age, s. 157 vd.
13. A. Metz, el-Hadâratü'l-İslâmiyye, trc. Ebu Rîde, 4. b, Beyrut, 1967, I, 389.
14. İmamlar ve mezheblerinin husûsiyetleri, tarihî gelişmeleri için müstakıl eserler yazılmıştır. Prof. M. Ebu Zehra'nın kitapları bunların en yenilerini teşkil etmektedir. Ebu Hanife ve Şâfiî'nin hayat ve eserlerine tahsis ettiği ikisi Türkçe'ye çevrilmiş ve Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından neşredilmiştir. Ayrıca bkz. Hayreddin Karaman, İslâm hukuk tarihi, İstanbul, 1975, s. 68-88.
15. Mezhepler karşısında mükellefin durumu, bir mezhebe bağlanmanın zaruri olup olmadığı, bağlanılan mezhebi terketmenin cevaz ve imkânı, avam için mezheplerin faydaları... gibi meseleler, tercemelerini sunduğumuz risâlelerde ele alınmış bulunduğundan biz bu girişimizde onlara temas etmedik.
16. Kevserî, Te'nîb, s. 4-7.
17. Mezhep taassubu: Bir mezhebe, delillerini incelemeden, hatasını savâbından ayırmadan sımsıkı sarılmak, daha doğru ve uygun bir hükmün başka bir mezhebde olduğu ortaya çıksa bile mezhebini terketmeyecek bir ruh hâleti içinde bulunmaktır.
Taklîd: Delil ve kaynağını incelemeden bir âlimin sözüne uymak, dediğine inanmak ve yapmaktır.
18. Itkânî, Mukaddime fî raf'i'l-yed..., Fâtih ktp., nr. 2269, vr. 91a-94b; Seyyid Sâbık, Fıkhu's-sünne, Beyrut, 1389, I, 14.
19. Yâkût, Mucemü'l-büldân, Mısır, 1323, I, 273.
20. İbn Kesîr, el-Bidâye ve'n-nihâye, Mısır, 1351-1358, XI, s. 146.
21. Şevkânî, el-Bedru't-tâlî..., Kahire, 1348, I, 65, 334; II. 91, 134 vd.; Ebu Şâme, Kitâbu Muhtasarî'l-müemmel..., Mısır, 1328, s. 26, 36; Hayruddin Ziriklî, el-A'lâm, Kahire, 1954-1956, II, 258.
22. M. Seyyid Bey, Usûl-i fıkıh, I, (Medhal), İstanbul, 1333, s. 330.
23. Ord. Prof. Ebu'l-ulâ, Ahmed Cevdet Paşa, İstanbul, 1946, s. 171.

Yasal Uyarı: Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Turkuvaz Medya Grubu’na aittir. Kaynak gösterilse veya habere aktif link verilse dahi köşe yazısı/haberin tamamı ya da bir bölümü kesinlikle kullanılamaz.
Ayrıntılar için lütfen tıklayın.
2024 Fikriyat. Tüm hakları saklıdır.
BİZE ULAŞIN