Arama

Prof. Dr. Hayrettin Karaman
Haziran 23, 2017
Muhammed Esed: Haçlı Seferlerinin Gölgesi

Ruhî ve manevî benzerliğin bulunmayışı yanında Müslümanları, Garb medeniyetini taklit etmeye sevkeden bir sebep daha vardır: İslâm'a karşı garip ve şiddetli bir düşmanlık rengi taşıyan tarihî tecrübeler. Bu da bir dereceye kadar Avrupa'ya Yunan ve Roma'nın mirasıdır. Yunan ve Romalılar yalnız ve yalnız kendilerini medenî görürlerdi. Yabancılara ve özellikle Akdeniz'in doğusunda yaşayanlara "barbarlar" adını verirlerdi. O zamanlardan bu yana Avrupalılar, kök bakımından başkalarından üstün olduklarına bir realite olarak inanmışlardır. Hangi millet ve soydan olursa olsun Avrupalı olmayan herkesi az çok küçük görmek, Garb medeniyetinin karakteristiği olmuştur.


Avrupalıların İslâm'a karşı, içlerinde gizlediklerini ifadeye yalnız bu da yeterli değildir. Onların İslâm'a karşı durumları, diğer dinlere karşı olduğu gibi yalnız önemsiz bir nefret belirtisinden ibaret değildir. Bu nefretin kökleri çok derinlere inmekte ve şiddetli bir taassubun kurduğu temeller üzerinde durmaktadır. Bu direnme ve nefret yalnız akıldan gelmemekte, çok kuvvetli bir hissîlik rengi taşımaktadır. Avrupa Hinduizm ve Budizm felsefesinin esaslarını da kabul etmiyebilir; fakat bunlara karşı, düşünce üzerine kurulu ve dengeli bir muhâkemeye bağlı olan durumunu muhafaza eder. Fakat İslâm'a yöneliverince denge ve itidâl bozulur, hissî meyil öne geçer ve işe müdahele eder. Öyle ki Avrupalı müsteşriklerin en ileri gelenleri bile, İslâm konusundaki inceleme ve yazılarında kendilerini ilmî olmayan tarafgirliğe kaptırmaktan kurtulamamışlardır. Bütün incelemelerinde -sanki İslâm'ı, sırf ilmî incelemenin muayyen bir konusu olarak ele almak mümkün değilmiş gibi- ekseriyetle görülen manzara şudur: İslâm dâima hâkimlerin önünde duran bir sanıktır. Bu muhâkemede, Batılı müsteşrikler suçu isbat için uğraşan savcı rolü oynamakta, bazıları da müdâfaa halinde avukat vazifesi görmektedir. Avukat rolünü oynayan da müvekkilinin suçlu olduğuna bizzat kanidir ve bu yüzden ancak ve biraz çekinerek hafifletici sebeplerin göz önüne alınmasını isteyebilmektedir. Umumiyetle müsteşriklerin takip ettiği muhâkeme tarzları (istintâc ve istikrâ) bize Engizisyon mahkemelerini hatırlatmaktadır. Bu mahkemeleri, Katolik kilisesi, Ortaçağda düşmanları için kurmuştu.


Herşeyden sıyrılarak dikkat edilirse müsteşriklerin takip ettiği metoda tarihin şâhid oldukları arasında raslanamaz. Her meseleye, daha önceden varılmış bir netice ve hüküm açısından bakıyorlar. Bu hükmü de onlara dikte eden, kendi görüşlerine mutaassıp bir şekilde sarılmalarıdır. Müsteşrikler şâhidlerini, daha baştan, ulaşmayı tasarladıkları sonuca göre seçmektedirler. Eğer şâhidleri istedikleri gibi seçme imkânı bulamazlarsa o zaman mevcut şâhidlerin (delîllerin) şâhidlik ettiği gerçeği parçalayıp şehâdeti metinden ayırma yoluna girerler yahut da şehâdetleri kötü bir niyet ve ilimden uzak bir ruhla tevil eder (yorumlar), meseleyi karşı tarafın (Müslümanların) görüş noktasından ele almaya bir kıymet atfetmezler.


Bu muhâkemenin sonucu, bütün Avrupa müsteşriklerinin yazılarında gördüğümüz gibi, İslâm'ın ve İslâm'a ait her şeyin değiştirilmiş ve bozulmuş şekillerinin ortaya konuşudur. Bu yalnız belli bir memlekette böyle değildir. İngiltere ve Almanya'da, Rusya ve Fransa'da, İtalya ve Hollanda'da -tek kelime ile müsteşriklerin İslâm'a bakışlarını yönelttikleri- her yerde durumu aynı bulursunuz. Öyle görünüyor ki onlar, tenkid yolundan İslâm'a dokunabilecekleri -gerçek veya hayalî- bir fırsat elde edilirse menfur bir sevinçle sarhoş olmaktadırlar.


Bu müsteşrikler (Şark ilimleri ve dilleriyle uğraşan Avrupalılar) aynı soydan olmadıkları, fakat bununla beraber medeniyet ve çevrelerinin öncüleri bulundukları için zarurî olarak şu sonuca varıyoruz: Umumiyetle Avrupa düşünce ve muhâkemesinde -herhangi bir sebeple- bir din ve kültür olarak İslâm'dan yüz çevrilmiştir. Bu sebeplerden birini, dünyayı "Avrupa'lı ve Barbar" diye ikiye ayıran mirasa bağlamak mümkündür. Başka bir sebebin de İslâm'la doğrudan doğruya ilgisi daha sıkıdır. Gözlerimizi maziye ve bilhassa Ortaçağ tarihine çevirince onu da takip etmek bizim için mümkün olacaktır.
Bir yanda Birleşmiş Avrupa'nın teşekkülü, bir yanda da İslâm'ın ilk şiddetli karşılaşma ve kapışması olan "Haçlı savaşları" Avrupa medeniyetinin doğuşu zamanına raslamaktadır. Roma'nın düşüşünden itibaren karanlık devirler geçiren ve hâlâ kilise ile ilgisini devam ettiren bu medeniyet öz yolunu açıyordu. O zaman Avrupa edebiyatının parlak ilkbaharı başlıyordu. Gotlar, Hunlar ve Avarlar'ın yürüttüğü savaşların sebep olduğu uykudan, güzel sanatlar da yavaş yavaş uyanmaya başlamıştı. Ortaçağın başlangıcındaki Avrupa, bu kaba durumlardan kurtulmak imkânını buldu; sonra da yeni bir kültür şuuru kazandı. Bu şuur yolundan da ince bir duygu elde etti. Avrupa bu dar geçidin tam ortasında iken Haçlı savaşları, onu İslâm dünyası ile bu "düşmanca karşılaşmaya" sevketti.


Haçlı seferlerinden önce de Müslümanlarla Avrupalılar arasında savaşlar olmuştur. Arapların Sicilya ve Endülüs fetihleri, Fransa'nın güneyine hücumları vardır. Fakat bütün bu çarpışmalar, Avrupa'nın yeni kültür şuuruna ermesi ve uyanmasından önce olmuş, bu sebeple de, hiç olmazsa Avrupalı görüş noktasından, mahallî ve sınırlı neticelerle hükme bağlanmıştı. Bu savaşlar henüz gerçek yüzüyle anlaşılmış değildi. Bundan sonraki birkaç asır içinde Avrupa'nın, İslâm karşısındaki durumunu tayin eden şey Haçlı savaşları olmuştur. Bu konuda Haçlı savaşlarının tesiri kat'idir; çünkü Avrupa'nın çocukluk devrinde vuku bulmuştur. Bu devrede husûsî kültür hareketleri kendini göstermeye başlamış ve gelişme yoluna girmiştir. İlk çocukluk devresinde meydana gelen şiddetli tesirlerin açık veya kapalı olarak hayat boyunca devam etmesi bakımından milletler de ferdler gibidir. Bu müessirlerin meydana getirdiği izler çok derindir. Öyle ki hayatın, duygudan daha çok düşüncenin şekillendirdiği sonraki devresinde bile aklî tecrübe ve çabaların bunları silmesi çok güçtür. Silse bile bütün izlerinin ortadan kalkması çok nâdirdir. İşte Haçlı savaşlarının da durumu bu olmuştur. Çünkü bu savaşlar, Avrupalı milletlerin ruhunda son derece derin ve devamlı bir iz bırakmıştır. Vuku bulduğu zamanda bu savaşların meydana getirdiği taassuba bağlı tarafgirlik, Avrupa'nın daha önce karşılaşıp denediği hiçbir şeyle ölçülemez; sonra da böylesini görmemiştir.


Avrupa kıt'asını, bu taassup hareketinin sarhoşluk dalgası kaplamıştı. İlk zamanlarında, hiç değilse bir müddet için memleketler, milletler ve sınıflar arasındaki bütün sınırlamaları çiğneyip aşmıştı. Tarihte ilk defa o zaman, yalnız İslâm'a karşı olmak üzere kendi içinde Avrupa bir birliğe ermiş bulunuyordu. Mübâlağaya düşmeden diyebiliriz ki Avrupa, Haçlı savaşlarının ruhundan doğmuştur.
Bundan önce ortada Anglosaksonlar, Cermenler, Fransızlar, Normanlar, İtalyanlar, Danimarkalılar, Slavlar... vardı. Fakat Haçlı savaşları sırasında "Garb medeniyeti" fikri doğdu ve bütün Avrupa milletlerinin hep birden kendisine doğru koştuğu tek hedef haline geldi. İşte bu Avrupa medeniyeti İslâm'a düşmanlık şeklinde tecelli etti ve sözü geçen yeni doğuşta bu, vaftiz babası yerini aldı.


Tarihî gerçeklerden biri de şudur: Garb dünyasının kültür temeli olan "cemiyet şuuru"nun bu ilk işi, öyle bir sâike (sevkeden kuvvete) dayanıyordu ki, bu sâiki kilise sınırsız ve istisnasız olarak destekliyordu. Halbuki Garb'da sonradan meydana gelen her mahsûl, ancak kilisenin desteklediği veya destekliyeceği herşeye karşı fikrî bir ihtilâlden sonra mümkün olabilmiştir. Bu durum ise, gerek Hıristiyan kilisesi ve gerekse İslâm görüşü noktalarından fecî olan bir gelişme idi.
Kilise için fâcia oldu; çünkü bu müthiş başlangıçtan sonra kilise, Avrupa aklı üzerindeki otorite ve hâkimiyetini kaybetmişti. İslâm için de fâcia idi; çünkü o da bunu takip eden uzun yıllar boyunca (ve hâlâ) bir çok şekil ve çeşitli örtüler altında nice Haçlı seferlerinin ateşine tahammül etmek mecburiyetinde kaldı.


Takvâ sahibi (!) Haçlı süvârilerin işlediği korkunç cinayetler, istilâ edip sonra ellerinden çıkardıkları İslâm memleketlerinde yaptıkları tahrib ve sebep oldukları medenî duraklama... İşte bütün bunlar, Şark ve Garb arasında asırlarca süren düşmanlık ve dar sınırlı münâsebetlerin zehirli tohumlarını saçan âmillerdir. Onlar olmasaydı böyle bir duygu ve şuurun da yeri olmayacaktı. Sonra her ne kadar bizim inancımıza göre İslâm ve Garb medeniyetleri, rûhî temelleri ve sosyal nizamları bakımından birbirinden tamamen ayrı ve farklı iseler de, birbirlerine karşı toleranslı davranabilecek ve yanyana dostluk alâkası içinde yaşayabileceklerdi.
İslâm dünyasında, karşılıklı tolerans ve saygı için devamlı ve samimî bir arzu daima bulunmuştur. Halife Hârun Reşîd, elçilerini imparator Şarlman'a gönderirken onu, buna sevkeden aynı arzu idi. Yoksa arzusu, yabancı dostluğundan yalnız maddî menfaat elde etmek değildi. Fakat o zaman Avrupa buna karşı isteksizlik göstermediyse de böyle bir fırsatın kıymet ve önemini takdir edemiyecek kadar iptidaî bir durumda idi. Nihayet birdenbire ufukta Haçlılar belirdi ve Garb ile İslâm arasındaki bu münâsebetleri kesti. Bunun sebebi sadece Haçlıların harb açmış olmaları değildir. Çünkü milletler arasında daha önce de, ondan sonra da birçok harbler çıkmıştır. Birçok düşmanlıklar vardır ki sonradan dostluğa dönmüştür. Fakat Haçlıların sebep olduğu kötülük, yalnız silâh yarasından ibaret kalmıyor, her şeyden önce ve her şeyin başında bir kültürel katliam oluyordu.
Garb'da, cahil tabaka tarafından, İslâm'ın yüksek talimatı ve ideâl esaslarının yanlış ve çirkin anlaşılmasını bu Avrupa'lı önderler hazırlamış, neticesi de bu bakımdan Avrupa kafasının zehirlenmesi olmuşlardır. O zamandan itibaren Avrupalıların aklında şu gülünç fikir yerleşmiştir: İslâm hayvanca bir şiddet ve şehvet dinidir. O bir takım şeklî vazife ve merasimlere sarılmaktan ibarettir. Ruhların arınması ve yükselmesiyle ilgisi yoktur... Bu fikir sonradan da yerleştiği gibi kalmıştır. Allah Rasûlü Muhammed'e (s.a.) "Mahound" lâkabı1 takmaları da bu zamana rastlar.
Düşmanlık tohumları atılmıştı. Haçlıların cahilce taassupları Avrupa'nın her tarafına dal budak salmış, aynı taassup, memleketlerini "putperestlerin güneşi"nden (!) kurtarmak için Endülüs Hıristiyanlarını harbe teşvik etmiş, onlara cesaret vermişti. Müslüman İspanya'nın (Endülüs) yıkılması yıllara ihtiyaç göstermiş, sonunda bu da olmuştur.


Bu mukatelelerin süresi uzadıkça Avrupa'da, İslâm'a karşı oluş duygusunun kökleri yayılıyor ve yerleşiyordu. Nihayet, cihanın eşine raslamadığı bir taşyüreklilik ve vahşîlik içinde, görülmedik işkencelerle İspanya'da İslâm devresine son verilmekle bu duygu hedefine varmış oluyordu. Bunun neticesi, kültür ve ilmin gitmesi ve yerini Ortaçağın cehâlet ve kabalığına bırakmasından ibaret olacağı bilindiği halde, zaferin peşisıra sevinç yankıları bütün Avrupa'yı kaplamıştı.


Bu olayların yankısı İspanya'da henüz bitmeden, İslâm'la Garb dünyasının münâsebetlerini daha da bozan büyük bir üçüncü olay meydana geldi: Bu, İstanbul'un Türkler tarafından fethedilmesidir. (Bizans İmparatorluğunun düşmesi.) Avrupa, Eski Yunan ve Roma ihtişamının bakiyyesini, Bizans'ın temsil ettiği görüşünde idi. Aynı zamanda ona, Asya barbarlarına karşı Avrupa'nın kalesi nazarıyle bakıyordu. Bizansın düşmesiye İslâm akınına Avrupa kapısı sonuna kadar açılmış oluyordu. Bunu takip eden ve savaşlarla dolu bulunan yıllarda Avrupa'nın "İslâm'a karşı düşmanlığı" yalnız kültürel önem taşıyan bir mesele olarak kalmamış, aynı zamanda siyasî ehemmiyet taşıyan bir durum almıştı. Bu da, mevcut düşmanlığın artmasında rol oynamıştır.
Bütün bunlarla beraber Avrupa bu çekişme ve didişmeden çok faydalanmıştır. "Rönesans" yahut İslâm ve özellikle Arap kaynaklarından geniş yardım gören Avrupa ilim, teknik ve sanatının ihyâsı, çok defa Şark ile Garb arasındaki maddî temasa bağlanır. Bu temastan, İslâm'dan fazla Avrupa istifade etmiştir. Fakat Avrupa, İslâm'a karşı kinini eksilteceği için bu iyiliği itiraf etmez. Bu bakımdan durum tamamen aksine olmuş, zamanla bu kin gelişmiş, sonra âdet halini almıştır. Bu kin, Müslüman adını her andıkça millî şuuru kaplamış, atasözleri arasına girmiş, kadın, erkek her Avrupalının kalbine inmiş, daha garibi, kültürel değişme ve gelişmenin bütün devirlerinden sonra da canlı kalmıştır. Sonra Avrupa'da dînî ıslâh (reform) devresi gelmiş, mezhebler doğmuş, her grup rakibinin önüne pür-silâh çıkmış, buna rağmen İslâm düşmanlığı yine eşit olarak hepsinde bulunmuştur. Bundan da Avrupa'da dînî duygunun zayıfladığı devreye girilmiş, fakat "İslâm'a düşmanlık" yine devam etmiştir.


Bunun gerçekliğini gösteren en büyük vâkıalardan birisi şudur: Fransız edib ve filozofu Voltaire, 18. asırda kilise ve Hıristiyanlığın en amansız düşmanlarından birisi olmasına rağmen, İslâm'ın ve İslâm Peygamberinin de mütecaviz ve kindar bir düşmanı idi.
Bir iki asır sonra Avrupa'da, Garp âlimlerinin yabancı kültürleri inceledikleri ve onlara bir miktar önem vermeye başladıkları zaman geldi. Fakat İslâm'la ilgili hususlarda ananevî (!) tahkîr, mantık dışı bir tarafgirlik şeklinde ilmî araştırmalarına bile yol buldu ve girdi. Tarihin, Avrupa ile İslâm dünyası arasında açtığı Haliç'in iki yakası, bir köprü ile bağlanmaksızın sürüp gitti. Sonra da İslâm'ı küçük görme (hastalığı) Avrupa düşüncesinin esaslarından biri oldu.
Gerçek şudur ki yeni asrın ilk müsteşrikleri, İslâm memleketlerinde vazife almış Hıristiyan misyonerleriydi. İslâm tarihi ve dinin esasları hakkında uydurdukları çirkin şekil, Avrupalıların putperestler1 karşısındaki durumlarını etkileyecek şekil ve plânda hazırlanmıştır. Şu da var ki şarkıyât ilimleri misyonerlerin elinden kurtulduğu halde bu aklî sapıklık devam etmiştir. Halbuki bu ilimlerin hareket ve yönünü sapıtacak "cahilce dînî taassup" mazereti de artık kalmamıştır.


Müsteşriklerin İslâm'a hücumları, onlara miras kalmış bir alışkanlık ve tabiat hâlini almış bir özelliktir ki bütün neticeleriyle beraber Haçlı seferlerinin, ilk Avrupalıların ruhlarında meydana getirdiği müessirlere dayanır.
Bazı kimseler şöyle bir soru ileri sürebilirler: Temeli dine dayanan ve Hıristiyan kilisesinin manevî hâkimiyeti sebebiyle zamanında mümkün görülebilecek olan böylesine eski bir nefret nasıl olur da, din duygusu artık geçmişe ait bir mesele hâline gelen bugünkü Avrupa'da hâlâ devam edebilir?
Bu mesele o kadar hayrete şayan bir şey değildir. Çünkü psikolojinin kabul ettiği şöyle bir gerçek vardır: İnsan küçükken kendisine telkin edilen bütün dînî inançlarını kaybedebilir de bu inançlara bağlı bazı hurâfeler kuvvetle varlığını korur ve insanın bütün hayat devrelerinde her türlü aklî analizi aşarak ayakta kalmakta devam eder. İşte Avrupalıların İslâm'a karşı durumları bundan ibarettir. İslâm'dan nefret etmelerine sebep olan din duygusu, hayata daha çok madde açısından bakmaları sebebiyle yerini artık maddeye terketmiş olmasına rağmen, bizzat o eski nefret, Avrupalıların aklında bir şuuraltı unsuru olarak kalmıştır. Gerçi bu nefretin kuvvet derecesi şahıstan şahsa değişir, fakat varlığında hiç şüphe yoktur.
Haçlı savaşlarının ruhu -hiç olmazsa küçültülmüş şekliyle- Avrupa'ya hâkim olagelmiştir ve dâimâ Avrupa medeniyeti İslâm dünyasının karşısında, ölüm pahasına kendini savaşa atan bu gölgenin açık izlerini taşıyan durumunu muhafaza edecektir.
Biz İslâmî toplantılarda zaman zaman şu inancın ifade edildiğini duymaktayız: Geçmiş zamandaki amansız çarpışmalar sebebiyle meydana gelmiş bulunan -Avrupa'nın İslâm düşmanlığı- günümüzde yavaş yavaş yok olmaya yüz tutmuştur.
Hattâ Müslümanlardan bazıları şuna inanıyor: Avrupa, dînî ve içtimâî nizam olarak bütünüyle İslâm'a olan meylini açığa vurmaktadır. Öyle ki bazı Müslümanların inancına göre bu büyük sosyal inkılâb (Avrupa'nın İslâm'ı kabulü) yaklaşmıştır.
Bütün dînî nizamlar içinde yalnız İslâm'ın, tarafsız olan her tenkit karşısında zafer kazanacağına ve varlığını ispat edeceğine inanan bizler de bu inancı, aklın kabul etmiyeceği bir şey olarak görmüyoruz. Bunun da üstünde Rasûlüllah (s.a.)'ın sonunda İslâm'ın bütün insanların umumî dini olarak kabul edileceğini haber vermiş olması vardır. Fakat diğer yönden bunun, yakın bir gelecekte olacağını gösteren belirtiler de mevcut değildir.
Avrupa'nın mevcut kültürel gururunu sarsacak bir seri fikrî ve içtimâî inkılâplardan sonradır ki onun herşeyle ilgili düşünce tarzı değişecek ve ancak bu sayede Avrupa, hayatın dînî bir analizini kabule istidad kazanabilecektir.


Bugün Garb dünyası hâlâ devamlı istihsâle büyük değer vermekte ve maddî refahın -yalnız bunun- insanın yöneleceği tek gaye olduğuna inanmaktadır. Garb'ın maddeciliği ve düşünce hayatında dînî görüşü inkârı, her gün biraz daha kuvvetlenmekte ve bu meseleyi inceleyen bazı iyimser Müslümanların zannı hilâfına hiç eksilmemektedir.*
Modern ilmin, görünen maddî tabiat ötesinde, yaratıcı tek bir kuvvetin bulunduğunu kabul etmeye başladığı da söylenenler arasındadır. Bu -o iyimserlerin iddialarına göre- Garb dünyasında yeni bir din şuûrunun doğuşudur. Fakat maalesef bu da, yine iyimser Müslümanların Avrupa ilmî düşünüşünü yanlış anlamalarından ileri geliyor. Zira ne bugün ne de geçmişte, hiç bir mütehassıs bilgin, bu varlığın kökünün "yapıcı bir temel illet"e dayandığını inkâr edememiştir. Fakat dün olduğu gibi bugün de mesele, bu illete (ilk yapıcı faktöre) verilen sıfatlarla ilgilidir.
Bu konuda dinlerin ileri sürdüğü şudur: Mutlak bir idrâk ve şuûr sahibi bir kuvvet vardır. Bu varlığı o meydana getirmiştir; muayyen kanunlar ve belli maksadlara göre idare eden de odur. Kendisi hiçbir kanuna bağlı değildir. Yahut bir kelimeyle bu "Allah"'tır.
Bugünkü durumuyle modern ilmin böyle bir tarife ne meyli ne de istidâdı vardır. Zaten bu konu onun sınırının dışındadır. O, idrâk, şuûr ve istiklâl vasıflarını yahut başka bir deyişle, bu yaratıcı kuvvetin ulûhiyetini tenkide (kabul etmeye ve etmemeye) tâbi tutmaktadır. Onun, bu mesele karşısındaki durumu şöyle ifade edilebilir: "Böyle olması mümkündür, fakat ben bilmiyorum, bilmek için de ilmî bir vâsıtaya sahip değilim."
Bu felsefe gelecekte çok şümûllü bir bilinemezcilik (agnostisizm: lâ edriyye) görüşüne varabilir. Bu görüşte, rûh ve madde, varlık ve gaye, yaratan ve yaratılan birleşir. Şimdi böyle bir inanca, İslâm'daki müsbet "Allah düşüncesine" doğru atılmış bir adım nazarıyle bakmamız güçtür. Bunda, maddeden ayrılmak değil, yalnız ve sadece onu, daha saf ve yüksek bir düşünce seviyesine yüceltiş vardır.


Gerçek odur ki Avrupa hiçbir devirde bugünkü kadar İslâm'dan uzak olmamıştır. Garb'ın bizim dinimize karşı faal düşmanlığı şimdi yumuşama kazanmıştır. Bunun sebebi, onların İslâm dininin esaslarını hakkıyle anlamış ve takdir etmiş olmaları değil, müslümaların durmadan artan kültür za'fları ve İslâm âleminin birleşememesidir. Avrupa bir kere İslâm'dan korkmuştu; bu korkusu onu, İslâm rengi taşıyan herşey -hattâ sırf manevî ve sosyal işler- karşısında düşmanca bir durum almaya sevketti. Fakat İslâm, Avrupa menfaatleri karşısında rakip ve engel bir faktör olarak öneminin çoğunu kaybedince, ondan korkusu azalan Avrupa için, ona karşı düşmanlık duygusunun biraz yumuşaması tabiî (normal) idi. Bu düşmanlık duygusunun daha az açık ve daha az faal bir hal alması bize, Garb'ın İslâm'a yaklaştığı hükmüne varma imkânını vermez. Ancak onunla az ilgilendiğine delâlet edebilir.
Garb medeniyeti İslâm'a karşı olan aklî görüşünü değiştirmemiştir. Daha önce de olduğu gibi bugün de hayatta dînî görüşün şiddetle karşısındadır. Biraz önce söylendiği gibi yakın gelecekte Garb'da, din görüşünde bir değişikliğin olabileceğini gösteren (ikna edici) bir delil mevcut değildir. Garb'da bazı İslâm davetçilerinin bulunması, bazı Avrupalı ve Amerikalıların, çok defa bütün esaslarını anlamaksızın İslâm'ı kabul etmeleri doğrudan doğruya -bu konuda- bir delil olamaz. Zira, her yerde materyalizmin zafer kazandığı bir zamanda, şurda burda birkaç kişinin, hâlâ rûhî ve manevî yenileşmeye iştiyak duyan bir avuç kimsenin, dînî düşünce üzerine kurulmuş bir inanca, istekle kulak vermeleri tabiîdir.
Hem bu yönden Garb'da İslâmî dâvet yalnız da değildir. Orada, dînî hayatı yeniden yaşatma meyli taşıyan sayısız mistik Hıristiyan mezhebleri veya tarikatleri, oldukça kuvvetli bir "işrak" hareketi, Budist hey'et ve mabetleri ve çeşitli Avrupa memleketlerinde Budistler vardır. Şu hale göre İslâm misyonerlerinin ileri sürdüğü aynı delili, Budistlerin de "Avrupa Budizme yaklaşıyor" demek için ileri sürmeleri mümkündür. Her iki durumda da bu iddiayı gülünç buluruz.
Sonra bir avuç insanın, İslâm'a veya Budizme girmesi, bu iki îman sisteminin Garb hayatına geniş çapta tesir etmeye başladığını kesin olarak göstermez. Birimizin daha da ileri giderek şöyle demesi mümkündür: Her iki dâvet de çok zayıf bir tesir meydana getirmiş ve bunun da sebebi çok kere, hayâlperest bazı kimselerin aklında, yabancı inançların hâkimiyet kurmasını temin eden "hayranlık" olmuştur. Şüphesiz bunun bazı müstesnâları vardır. Bazı mühtedîlerin tam bir samîmilik içinde gerçeğe koşmaları mümkündür. Fakat istisnâlar, bir medeniyetin şeklini değiştirmek için yeterli değildir.
Diğer yönden bizim için, bunlarla, her gün marksizm ve faşizm gibi materyalist sosyal doktrinler safına katılan Avrupalıların sayısını karşılaştırmak mümkün olursa, modern Garb medeniyetinin meylini tam mânâsıyla anlıyabiliriz.


Biraz önce söylediğimiz gibi, sosyal ve ekonomik ıztıraplar, -ilim âlet edileceği için- daha önce genişlik ve fâcialarının benzerine raslanmamış bir dünya harbinin patlak vermesi... bütün bunların, Garb medeniyeti mensuplarının maddî gururunu korkunç bir yoldan hüsrâna uğratması mümkündür. İşte o zaman Avrupa aklı ikinci defa, başı göğsünde ve samimi olarak manevî gerçeğin ardına sığınacaktır. O zaman Garb'da İslâm daveti başarıya ulaşabilir. Fakat bu değişme hâlâ geleceğin ufukları ardında gizlidir. İşte bu sebeple Müslümanlar, İslâm nüfuzunun Avrupa rûhuna hâkim olma yolunda olduğunu ileri sürerlerse, tehlikeli ve aldatıcı bir iyimserliğe düşmüş olurlar. Bu inanç, gerçekte, Mehdî'nin çıkacağına dair olan eski inancın aynıdır; fakat aklın kendini gösterir gibi olduğu bir perde arkasında.


Bu inanç tehlikelidir; çünkü nefse hoş ve kolay gelmektedir ve çünkü hile bizim gerçeği görmemizi önlemeyi istemektedir. Gerçek şudur: Bugün İslâm dünyasında Garb'ın tesiri bütün kuvvetiyle hâkim iken bizim kültürel durumumuz çok zayıftır. Ayrıca bu Garb tesiri İslâm cemiyetini her yerde sarsıp çökertirken biz uykudayız. Bu durumda İslâm'ın yayılmasını istemek başka, bu istek üzerine bazı asılsız hayaller kurmak başka şeylerdir. Biz büyük kıt'alarda İslâm nurunun yayıldığını hayal ederken, gözümüzün önündeki İslâm gençliği dâvamızı terkediyor ve ideallerimizden kaçıyor!

Muhammed Esed

Yolların Ayrılış Noktasında İslam

Çeviren Prof. Dr. Hayrettin Karaman

Yasal Uyarı: Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Turkuvaz Medya Grubu’na aittir. Kaynak gösterilse veya habere aktif link verilse dahi köşe yazısı/haberin tamamı ya da bir bölümü kesinlikle kullanılamaz.
Ayrıntılar için lütfen tıklayın.
2024 Fikriyat. Tüm hakları saklıdır.
BİZE ULAŞIN