Bizim tarihe taraflı yaklaşmak gibi kötü bir alışkanlığımız var. Bizim için bir şey veya kişi ya çok iyidir ya da çok kötü. Hepimizin zihinlerinde muhtelif kaynaklardan beslenen önyargılar var, ismini duyduğumuz anda bazen düşünmeden ezberlenmiş o cümleler dökülüverir ağzımızdan.
Medreseler de böyle. Okullarda bize öğretilen medreselerin kötü ve geri olduğu, ülkenin gelişmesinin önündeki kurumların başında geldiği değil mi? Acaba gerçekten öyle mi? Medreseleri ne kadar tanıyoruz? Batılılar kadar tanımadığımız kesin.
ABD'de adında medrese olan tez sayısı 1691 iken YÖK Tez kataloğunda bu rakam 154. Türkiye'deki tezlerin sadece 21'i doktora, diğerleri hep yüksek lisans tezi. Bugün dünyadaki tüm üniversitelerini takip ve taklit ettiği ABD daha 19. yüzyılın sonlarında bir heyet göndererek klasik medrese eğitimini inceletirler ve raporlaştırırlar. O ilgileri hâlâ devam ediyor anlaşıldığı kadarı ile. Sadece ABD'de yapılan tezlerin sayısı bile bizim medreseleri hiç bilmediğimiz ve tanımadığımızı gösterdiği gibi hiç merak etmediğimizi, aslında öğrenmeyi de pek düşünmediğimize işaret ediyor. Bir de bu cehaletimizle mutlak doğruymuş gibi kesin hükümler veriyoruz. Ülkemiz ve üniversitelerimiz adına ne acı verici bir tablo.
Türkler Anadolu başta olmak üzere girdikleri her yerde medreseler inşa ettiler. Bir şehir fethedilir fethedilmez ilk yapılan işlerden biri de medrese kurmaktı. 16'ncı asırda Bursa'da medrese sayısı 50 iken 17'nci yüzyılda bu sayı 200'e çıkar. Aslında 19'uncu asırda medreseler entelektüel birikim açısından o kadar kötü durumda değildi. Müderrisler dünyadan ve gelişmelerden haberdardı.1861'de, Amasya'ya gelen Perrot adında bir seyyahın buradaki medreseyi ve eğitim hayatını gördüğünde Amasya'yı Anadolu'nun Oxford'u diye nitelemesi medreselerin o dönemde o kadar da kötü olmadıklarını gösteriyor.
Bugün Batı'da Oxford, Cambridge, Sorbonne, Humboldt, Bologna, Harvard gibi köklü üniversiteleri ziyaret edenler özellikle binaların tarihi olmasından ve mimarisinden etkilenirler. Bu tarihi atmosfer sadece ziyaretçileri değil, öğrencileri de etkiler. Kendilerini çok köklü bir geleneğe ait olarak görürler ve aidiyet duyguları çok güçlü olur. Neden bizdeki medrese binaları üniversitelerin bir birimi olarak kullanılmaz. İbn Haldun Üniversitesi'ne Süleymaniye Medreseleri tahsis edilmesi bu bakımdan çok önemli ve güzel bir örnek. Üniversite demek biraz da bina demek çünkü.
Size medreseler hakkında birtakım bilgiler vereceğim. Sonra da bir soru ile yazıyı bitireceğim.
Medreseye tahsil için gelen öğrenciler önce temel becerileri kazandıracak dersler görürdü. İlm-i âlât olarak isimlendirilen bu derslerde Türkçenin dışındaki lisanlar öğretilirdi. Mantık da ilm-i âlâtdan kabul edilirdi. Bu dersleri iyice öğrenmeden sonraki derslere geçilmezdi. Mantık ve belagat bilmeyen hukuk öğrencisi düşünülemezdi bile.
Medreselerde sınıf geçilmezdi, dersten geçilirdi. Bir öğrenci bir derste başarılı olmadan bir sonraki dersi alamazdı. Yani bir nevi şartlı ders sistemi.
Müfredatta Türk edebiyatı ve Farsça gibi dersler yoktu. Ama şair tezkirelerinde isimleri geçen şuaranın %95'i medrese mezunu idi. Resmi müfredatında olmadığı halde öğrencilerine Türk edebiyatını ve Farsça'yı şiir yazacak kadar öğretilmesi sizce üzerinde düşünülmesi gereken bir mesele değil mi?
Eğitim süresi öğrencinin zekâsına ve gayretine göre değişirdi. 25 yaşında da mezun olunabilirdi, 30 yaşında da. Kadı ve müderris olmak için 60'lık medreseleri bitirmek gerekiyordu. Daha sonra kazaskerin yanında bir nevi staj yaparlar, sıralarının gelmesini beklerlerdi. İlk olarak günümüzde orta eğitime denk gelen medreselerde göreve başlarlardı. Kabiliyetleri ölçüsünde daha yüksek medreselere geçerlerdi. Birden fazla başvuran olursa sıkı bir imtihan sonucu kazanan atanırdı. Talebe mezun olduğu okulda başlamazdı hocalığa ve doktorasını İstanbul'da yapmayan Anadolu'da bir orta mektebe bile müderris olarak atanmazdı. Hocaların maaşları ise çalıştıkları medreseye göre idi. Herkes aynı maaşı almazdı.
Devletin medresesi yoktu, ama devlet adamları tarafından kurulan vakıfların vardı. Dolayısı ile mali yapısı ve denetlenmesi vakıf kuralları içinde yapılırdı. Her medresenin kendine has kuralları vardı. Devlet, toplum eğitimini ve kamu düzenini ilgilendiren tarafları olduğu için daima sıkı bir denetim olurdu. Dersini yapmayan, amirlerine karşı edebe mugayir sözler sarfeden ve asistanlığı ve doktorayı parayla satanlar müderrislikten azledilirdi.
Medreselerin hepsi bir yere bağlı değildi. Küçükler kazaskere, yüksek dereceliler ise şeyhülislâma bağlı idi. Bir şikâyet olduğunda, derslerin düzenli yapılmadığı durumlarda, kadılar bazen şikâyet üzerine, bazen re'sen denetlemeye giderlerdi.
Medreseler müderrisler tarafından yönetilirdi. Öğrencileri kabul etme, mezun etme veya okuldan atma hep müderrislerin uhdesinde idi. Talebenin çalışmasını, medresedeki düzeni ve gündelik hayatı müderrisler takip ederdi.
Medrese hayatı oldukça sade idi. Haftanın dört günü ders olurdu. Dersler sabah ve ikindi namazlarından sonra verilirdi. İcazet alınacak, yani mecburi dersler sabah görülürdü. Ders dışı zamanlarda öğrenciler ya derse hazırlanır ya gördükleri dersi tekrar ederlerdi. Dersler takrir, müzakere ve cedel usulünde yapılırdı. Öğrenciler hocalarıyla ve birbirleriyle tartışırlardı. Mezun olmak için aldıkları tüm derslerden yazılı ve sözlü imtihana tabi tutulurdu.
Medreselerde öğrenci sayısı nüfusa oranla bakıldığında bugünkü kadar çok değildi. İhtiyaca cevap verecek sayıda medrese kurulur ve öğrenci kabul edilirdi. Zeki sayılamayacak öğrencilerin devam etmesi mümkün değildi. Bir medresede ortalama yirmi öğrenci kalırdı. En büyük medresede 400 öğrenci olurdu. İstanbul'da medreselerdeki öğrenci sayısı 17'nci asırda 3000 civarında iken 19'uncu asırda 6000'i geçmişti. Bir hoca en fazla on öğrenciye ders verirdi. İstanbul'daki bir medreseye gidecek öğrencide IQ seviyesi 120 civarı olmalı idi.
Yeni başlayanlara müptedi/çömez, ikinci ve üçüncü sınıftakilere refik, son sınıflara danişment veya molla, asistanlara muid, yardımcı hocalara da mülazım denilirdi.
Öğrencilere ait odalarda genellikle bir öğrenci kalırdı. Orası öğrencinin hem yatma hem de çalışma yeriydi. İki öğrencinin kalması durumunda kıdemli öğrencinin rızası alınırdı. Üç öğrencinin kaldığı çok istisnadır. Medreseye yeni başlayan bir öğrenci, yani müptedi/çömez kıdemli talebenin yani mollanın yanına verilir, çömez mollanın yemeğini pişirir, odanın temziliğini yapar, karşılığında da molla derslerinde çömeze yardım ederdi. Molla ilk seneki derslerini tekrarlarken çömez de derslerini çok iyi öğrenirdi. Ayrıca gelenek aktarılırdı.
Özellikle ihtiyaç sahibi öğrenciler, üç aylarda ve ramazanlarda medresenin tatil olmasından faydalanıp kasaba ve köylere dağılırlar, buralarda imam-hatiplik, vâizlik yaparak elde ettikleri parayla geçinirlerdi. "Cerre çıkma" denilen bu uygulama sayesinde öğrenciler halkı daha yakından tanır, onların sorunlarını öğrenmiş olurdu. Mezun olduklarında da sudan çıkmış balığa dönmezlerdi.
Öğrenciler kendilerine seçimle "kemerbaşı" denilen bir nevi temsilci seçerlerdi. Bu seçimler esnasında kavganın çıktığı bile olurdu.
Şimdi lütfen arkanıza yaslanın ve düşünün. Özellikle ABD üniversitelerini bilenlere ve yükseköğretim ile ilgilenenlere soruyorum. Yukarıda açıklamaya çalıştığım hususların ne kadarı ABD'nin önemli üniversitelerinde uygulanıyor, ne kadarı Türkiye'deki üniversitelerde?
İsmail Güleç