Ocak ayı gelince üniversitelerde, hocalarda akademik teşvik puanları hesaplama telâşı başlar. Ben de birkaç günden beri bu işle uğraşınca dikkatimi çeken iki hususu sizinle paylaşmak istedim. Bu teşvik yasasını ve yönetmeliğini kimlerin hazırladığını bilmiyorum ama akademisyenleri sevmedikleri ve güvenmedikleri çok açık.
Hazırlanan yasa ve yönetmeliklere baktığımda iki konuda sıkıntı görüyorum:
- Akademik olduğu halde kimi çalışmaların değerlendirme dışında tutulması, puan verilmemesi.
- Sanki akademisyenler yalancı ve sahtekârmış gibi onlardan çok ayrıntılı ve gereksiz belge talep edilmesi.
Bu kanaate nasıl ulaştığımı anlatayım, sonra böyle düşünmekte haklı olup olmadığıma siz karar verin.
Hangileri akademik, hangileri değil?
Akademik teşvik yasasının özünde, akademisyenleri akademik faaliyet konusunda (yayın, bilimsel etkinlik, proje, patent vb) teşvik etmek, daha çok ve nitelikli yayın yaptırmak arzusu yattığını kabul ederek devam edelim. Bir üniversite hocasının, yani akademisyenin üç temel görevi olduğu kabul edilir. Birincisi eğitim-öğretim, ikincisi araştırma ve üçüncüsü de uzmanlık alanı ile ilgili toplumu bilgilendirmek veya toplumun yararına faaliyette bulunmak.
Eğitim-öğretimin ek ders ücreti ile karşılandığını düşünelim ve geçelim. Geriye araştırma ve topluma katkı kalıyor. Topluma katkı ile ilgili hiçbir etkinlik, değerlendirmeye alınmamış. Belki projeler arasında topluma katkı sayılabilecek araştırmalar vardır ama belli ki yasa hazırlayanların bu konuda zihinlerinde bir bilgi yok veya kanaat oluşmamış. Geriye tek araştırmalar kalıyor. Ancak araştırmaları da akademik olmayan kriterlere göre belirlemişler. Mesela doktora tezi tamamlatmak akademik bakımdan pek önemli bulunmamış olacak ki puan verilmemiş.
Sıradan bir makaledeki veya bir yayındaki atıf puanlandırılırken akademik hayatın en temel çalışması olan tezlerdeki atıfların hesaba katılmamasını da anlayamadım. Oysa o tezlerden üretilen makalelerdeki atıflar kabul ediliyor. Ayrıca teşvik meselesi mart ayında yapılsa atıf sayılarının tam olarak değerlendirilmesi açısından da iyi olacak. Çünkü ocak ayında 80 olan atıf sayısı mart ayında 100 olabiliyor. Mağduriyet olmaması için mart ayına alınması daha iyi olacaktır.
Üniversiteler Arası Kurul'a (ÜAK) doçentlik başvurusunda bir alan belirliyorsunuz. O alan dışındaki yayınlarınız akademik kabul edilmemiş olacak ki teşvike layık bulunmuyor. Kendimden örnek vereyim. Klasik Türk Edebiyatı, benim temel alanım. Halk Edebiyatı ve Türk Tasavvuf Edebiyatı da ilgi alanım ve bu konularda da yayınlarım var. Ancak ÜAK temel alanımdan farklı diye o çalışmalarımı teşvike lâyık bulmuyor.
Sorunlu alanlardan biri de kitapta bölüm yazarlığı konusu. Her şeyden önce süreli olmayan yayınlardaki makaleleri kitapta bölüm yazarlığı olarak kabul etmek bence sorunlu. Bu anlayışa göre bir makale ancak süreli yayında yayınlanabilir. Oysa farklı yerlerde de makaleler bulunabilir. Bir yazının makale olup olmadığına, yazının yayınlandığı yere değil, yazıya bakarak karar vermeli. Söylediklerimi bir örnek üzerinden açıklamaya çalışayım.
Akademik camiada, emekli olan, vefât eden veya meslekte 40, 50 gibi simgesel anlamı olan yılı tamamlayan hocalar için arkadaşları ve öğrencilerinin bir armağan veya hatıra kitabı hazırlaması güzel bir teamüldür. Bir armağan kitabındaki yazılar ise kitapta bölüm değildir. Ancak biz mecburen sisteme kitapta bölüm olarak giriyoruz. Kaldı ki öğrenciler ve meslektaşları, değer verdiği hocaları ve arkadaşları için hazırlanan kitapta en önemli çalışmaları ile yer almak ister. Ama böyle bir çalışmanız varsa size puan yok. Çünkü makale olarak girseniz sizden dergi adı istiyor, kitapta bölüm olarak girseniz bile ISSN numarası istiyor. Sonuç itibarı ile çok değerli bir makalenize puan alamıyorsunuz.
Bir akademisyene itibar kazandıracak işlerden biri de editörlüktür. Belirli bir konudaki birikimi, o konunun uzmanlarını tespit edip yazıları paylaştırıp daha sonra gelen yazıları teker teker okuyup düzeltmek, eksikleri tamamlamak çok ciddi zaman ve birikim ister. Her şeyden önce editörlük yapacak kişi, alanda uzman değilse ve saygınlığı yoksa meslektaşlarından yazı alamayacaktır. Böyle bir çalışmada bir yazı ile yer almak ise akademisyenler için bir onurdur. Akademide çok onurlu olan bu iş, akademik bulunulmamış olacak ki sadece dergi editörlüğü değerlendirilmiş ve kitap editörlüğü teşvik kapsamına alınmamış.
Akademik bir metni herhangi bir dilden Türkçeye tercüme etmek oldukça meşakkatli bir iştir. Hem zaman ister hem de tercüme edilen çalışmada bilgi sahibi olmayı. Mesela bugün bir araştırmacı, Hind veya Çin halk hikâyelerini tercüme etse halk edebiyatçılarımız için oldukça önemli kaynak olur ve o tercümeden istifade ederler. Böylesi önemli ve gerekli bir çalışmaya teşvik verilmezken yüz otuz altı kez yazılmış Kerem ile Aslı üzerine bir makale daha yazarak teşvik puanı alabilirsiniz. Oysa teşvik puanı verilmeyen tercüme, teşvik puanı verilen makaleden çok daha değerli ve önemli olabilir.
Akademisyenlere güvenmemek
Keşke hepsi bu kadar olsa idi. Seneye düzeltilir der geçerdik. Ama bir husus var ki o hepsinden daha üzücü ve biz akademisyenler için utanç verici bir durum. Yayınların künyeleri belli iken ve bu künyeleri tespit etmek üç saniyelik bir iş iken bizden, beyan edilen kitap için yayınevi ile yazar arasındaki sözleşmeyi istiyor. Oysa sözleşme olmadan yayınevi o kitabı basamaz. Basabilmesi için ISBN ve bandrol alması gerekir. Eğer sözleşme yoksa ne ISBN alabilir ne de bandrol. Bir de meselenin ticari sırlar ve kişisel verileri koruma ile ilgili hususları var ki oralara hiç girmeyelim.
Diyelim sempozyuma katıldınız, bildiri kitabında yayımlandı. Sempozyum davet mektubu, katılım belgesi, sempozyum programı hepsini belgelendirmek zorundasınız. Güvensizliğin had safhada olduğunu görüyorsunuz.
Üniversitede şunca sene çalışmış, profesör unvanı almış birinden böyle bilgi istemek onu aşağılamaktan ve ben sana güvenmiyorum demekten başka bir şey değil. Bir öğretim üyesi olarak bu durumun çok zoruma gittiğini ve incindiğimi söylemeliyim.
Bu kadar belge istemezseniz ne kaybedersiniz? Söyleyeyim: Hiçbir şey. Arada hak etmediği ve şartları taşımadığı halde teşvik almak isteyecekler olacaktır. Böyleleri dünyanın her tarafında olur. Bu durumda Osmanlıların ibretün li'l-âlemin dediği sistemi çalıştıracaksınız.
İbretün li'l-âlemin nedir?
Bir örnek üzerinden açıklamaya çalışayım.
Evliya Çelebi naklediyor:
IV. Mehmed, Celâlî isyanını bastırmak üzere Anadolu'ya sefere çıkar. Ordu, İzmit'e geldiğinde, yapılan istişareler sonucu sultanın sefere devam etmemesi daha münasip bulunur ve sultan, maiyetindekilerle birlikte İzmit Topyeri menzilinde konaklar. Konaklama esnasında, bir köle çocuk, ağlayarak sultanın otağının önüne gelir. Çocuğa neden ağladığını sorarlar. Çocuk, elinde satmak için taşıdığı bir sepet kirazı olduğunu, adamın birinin elinden kirazları zorla aldığını ve parasını vermediğini, takip edip çadırını bulup parasını istediğinde de kendini dövüp yaraladığını söyler. Sultan, hasekisini çocukla birlikte hemen çadıra gönderir. Hakikaten olay çocuğun anlattığı gibidir. Haseki, gösterilen çadıra girdiğinde içeridekiler, kirazları yerken bulunur ve suçüstü yakalanır.
Şimdi sorumuz şu. Siz olsanız ne ceza verirdiniz?
- Kirazların parasını adamlardan alıp çocuğa vermek,
- Parasını ceza olarak fazlasıyla ödetmek,
- Kiraz parası yanı sıra çocuğu yaralama bedeli ödetmek,
- Kellesini uçurmak.
Bu soruyu kimse sorduysam ya b dedi ya c. Ama doğru cevap d şıkkı. Eğer sultan, orada o iki kişinin kellesini uçurmasaydı, Osmanlı ordusunun sefer esnasında halka zarar vermemek için yaptığı alicenaplıkları bugün dinliyor olamazdık. O idam cezası, kirazlar çocuğun elinden bedeli ödenmeden alındığı için verilmedi. Halkın orduya ve sultana güvenini muhafaza etmek için verildi.
Eğer siz de akademisyenler arasında hak etmediği halde teşvik almaya teşebbüs edenler olduğunu düşünüyorsanız, idareci olarak göreviniz bunları tespit ettiğinizde en ağır şekilde cezalandırmak olmalı. Öyle cezalandırın ki bir daha kimse aklından bile geçirmesin.
Şüphesiz bu uygulama tüm üniversite hocalarına hırsız ve sahtekâr muamelesi yapmaktan çok daha iyidir.
İsmail Güleç