(Mülteci Dramının Düşündürdükleri)
İnsanlık romanının son sayfalarında, suların çağlayana yaklaşması ile hızlandığı bir vadiye doğru hep birlikte ilerliyoruz. Her gün bizimle birlikte uyanan milyonlarca insan; adil olmayan, sömürü ve karanlıkla dolu bir dünyaya gözünü açıyor. Akşam başını ölmeden yastığa koyma şansı bulan milyonlarcası da, vatansızlık, sömürü, açlık ya da hastalıklar nedeni ile çektiği acılarıyla birlikte uyumak zorunda kalıyor. Dünya ölçeğinde her yıl 10 milyondan fazla çocuğun önlenebilir nedenlerle öldüğü tahmin ediliyor. Bu ölümlerin çoğu az gelişmiş ülkelerde; bunların da yarısı çocuk ölüm oranının en yüksek olduğu 20 ülkenin 19'unu barındıran Afrika'da meydana geliyor.
Küresel adaletsizlik insanlığın bağrında derin yaralar açıyor. Japonya'da doğan bir kız çocuğu 85 yaşına kadar yaşamayı, yeterli düzeyde besin almayı, gerekli aşılamayı ve iyi bir eğitim görmeyi ümid edebiliyor. Bu kız çocuğu, sağlığı için her yıl ortalama 550 $ para harcayabiliyor. Aynı kız çocuğu, eğer Sierra Leone'de dünyaya gelmiş olsaydı, yaşam beklentisi sadece 36 yıl olacaktı. Ayrıca hastalıklara karşı bağışık kazandırılmamış olacak, yetersiz beslenecek ve eğer çocukluk çağından sağ olarak çıkabilirse, bir genç ergen iken evlenerek tamamen sağlıksız ortamlarda 6-8-10 çocuk doğuracaktı. Yaşadığı şartlarda doğum yapmak onun için yüksek bir hayati risk anlamına gelecekti. Çocuklarından birkaç tanesi bebekken ölecekti. Yılda sadece 3 $ tutarında sağlık harcaması yapabilecekti.
Vatanında yaşayanların maruz kaldığı bu can yakıcı sorunlar yanında, bir örnek olarak, 2008 sonu itibariyle dünyada 42 milyon insan zorunlu olarak yer değiştirmek durumunda kaldı. Bunun 15,2 milyonu mülteci, 827 bini sığınmacı ve 26 milyonu ülkesi içinde yerinden edilmiş kişi konumunda idi. Bugün ise dünyada 230 milyon kadar göçmen var. Mültecilerin de tüm diğer insanlar ile benzer gereksinimlerinin bulunduğunu ve bunları karşılamakta eşit haklara sahip olduğunu kabul eden bir bakış açısının yeryüzüne hakim kılınmasının vakti geldi de geçiyor.
Bugünün geri kalmış sayılan ülkelerinde sömürgeciliğin başladığı tarihten bu yana, ihtiyar dünyamız rahat ve huzur bulmamıştır. Ne yazık ki, "küresel vicdan" ve "küresel adalet" gibi söylemler hep lafta kalmış, göstermelik de olsa yapılan taahhütler yerine getirilmemiştir. Kuzey-Güney ikileminde, az gelişmiş ülkeler yalnızca kendi kaderlerine terk edilmekle kalmamış, doğrudan olmasa da dolaylı sömürgecilik hep varolmuş ve varolmaya devam etmektedir. Bu post-modern sömürü düzeninde en önemli enstrümanlar, kışkırtılmış savaş ve iç savaşlar, doğal kaynakların ve zenginliklerin yok pahasına transferi ve yolsuzluk çarkına batmış yerel yönetimlerdir.
Bugün Nijer'de uranyum, Sierra Leone'da elmas, Sudan ve Irak'ta petrol yatakları; Suriye ve Afganistan'da siyasal hakimiyet, Somali'de bölgesel çıkar çatışmaları, Ruanda'da etnik ayrımcılık, Yemen'de mezhep ayrımcılığı… üzerinden yürütülen kirli oyunlar, yerini adalet, barış, insan hakları ve gerçek demokrasi temelli bir yaklaşıma bırakırsa mültecisiz bir dünya hiç de uzak bir hayal olmayacaktır. Küresel bilinç, ontolojik varoluşun siyasal varoluştan daha önde gelen bir ilke olduğunu kavradığında, uluslar arası toplum hem geri bırakılmış ülkelere hem de masum ve mazlum mültecilere karşı borcunu ödeme imkanı bulmuş olacaktır. "Kalkınma ortakları" diye adlandırılan Kuzeyli seçkinler, kendi zenginlikleri sebebiyle dünya nüfusunun yüzde 12 sinin her gece yatağa aç girdiğini bilerek rahat uyuyorlarsa, yeryüzünde tek bir aç, bi-ilaç insanoğlu bırakmayacak kadar çok serveti füzelere, nükleer silahlara, savunma sistemlerine harcıyorlarsa, bu dünyada ne bir küresel vicdandan, ne bir küresel adaletten bahsetmek mümkün değildir.
"Yeryüzünün lanetlileri" için bu gidişi değiştirecek birşeyler yapmak lazım. Siyasal ve ekonomik hedeflerimiz yerine bütün insanlığın ortak değerlerine öncelik vermek lazım. Vize ve gümrük duvarlarıyla Güney gettosuna hapsedilerek, savaşlar ve sömürü ile kendi kaderlerine terk edilen ve milyonlarcası kaçak, sığınmacı, mülteci olmak zorunda bırakılan mazlum ve mustaz'aflara tarihsel borcumuzu ödemek lazım. Bu ülkelere, adil ve sürdürülebilir bir kalkınma modeli sunmak ve gelişmelerinin önündeki yapay engelleri kaldırmak lazım. Zengini daha zengin, fakiri daha fakir yapan bu vahşi dünya düzenini değiştirmek için insanlık alemi olarak hep birlikte karar vermek lazım. Parlamentoları, hükümetleri, özel sektörü, aydınları, şemsiye kuruluşları ve sivil toplumuyla, hep beraber mültecisiz, sömürüsüz, adalet ve barış içinde bir dünya için burada ve her yerde ahdimizi tazeleyip güçlerimizi birleştirmemiz lazım. Ama'sız ve fakat'sız olarak "Dünya beşten büyüktür!" diyebilmek lazım.
İşte bütün bunları yapabilmek için de, önce adalet, merhamet, iyilik ve ihsan sahibi olmamız lazım. Çünkü, bizler başkalarına yönelik iyiliklerimizi artırdıkça, kendi hayatımızı da artırmış, çoğaltmış, derinleştirmiş, anlamlandırmış oluyoruz. Bir dağ başında, unutulmuş bir diyarda, sahranın yakıcı sıcağı altında, bir mülteci kampında, ölümün kol gezdiği bir savaşın ortasında, işgal altındaki bir vatanda… semadan melce soran dertli bir yüreğin ışıldadığını, yaş dolu bir gözün parıldadığını, kurumuş dudakların duaya durduğunu, kimsesizlerin bir "kim"e kavuştuğunu görmek; geçmişini, bugününü ve geleceğini değerlendirmek için bir fırsat olsa gerek. Ben, bu gözlerle Pakistan'da Keşmir mülteci kamplarında, Somali'de iç mülteci barınaklarında, Lübnan ve Filistin'deki Filistin mülteci kamplarında bu manzaralara şahid oldum. Şahid olmak sorumlu olmaktır. İşte tüm sorumlu olanlar için, sinesinde vicdan, yüreğinde merhamet taşıyanlar için başka bir sebebe gerek var mı? Bu yüksek ideale gönül vermenin, daracık bir ömre sınırsız bir anlam sığdırmanın, kendisine ihtiyaç duyulduğunda sağına ve soluna bakınmadan "ben varım" diyebilmenin sırrı bu inanç ve düşüncede yatıyor.
Merhametin ve iyiliğin sınırları aştığı, mutlu ve huzurlu insanların özgürce dolaştığı, adil ve müreffeh bir dünyada yaşamak, en başta bugünün mültecileri olmak üzere yeryüzünün tüm sakinlerinin en doğal hakkı. Açlığın, sefaletin, çaresizliğin, savaşların ve bunların neden olduğu hastalık ve sakatlıkların bilinmeyeceği bir dünya mümkün mü? Neden olmasın? Alemlerin Efendisi bu dünyayı teşrif ettiğinde, yeryüzünün dört köşesinin bir gün onun nuruyla aydınlanacağı, yerkürede 1,5 milyar insanın O'na ve O'nun Rabbine iman edeceği akla gelir miydi? Ama O (aleyhisselam), "Rabbim bir Allah'tır" deyip tek başına yola çıktı ve ümmetine, bir gayeye varmak için tek yolun o uğurda cehd ü gayret göstermek olduğunu beyan etti. Kıyametin kopacağını bilsek bile elimizdeki fidanı dikmekle emrolunan bizler de, gelin, mültecisiz, barış, huzur ve adaletin hakim olduğu bir dünya için yola çıkalım. Hedefe varamasak da, hayatımızı o yolda harcayarak mazlumların duasına, Rabbimizin rızasına mazhar oluruz.
Prof.Dr.M.İhsan Karaman
İstanbul Medeniyet Üniversitesi