Ayasofya meselesi dahili bir mesele ama etkileşime açık. Dini, kültürel ve siyasi boyutlar taşımaktadır. Günümüzde daha ziyade siyasi yönü ağırlık kazanıyor. Mesele evvel emirde yani geçmişte Ortodokslar ile Müslümanlar daha doğrusu Osmanlı Devleti arasındaydı. Günümüzde bu daha ziyade kültürel zeminde ele alınıyor. Doğu Roma'nın varisi kabul edilen Yunanistan'ın haklı olmasa bile meseleyi kurcalaması ve tepkiyle karşılaması anlaşılabilir bir durum arz eder lakin Katoliklerin, Ermenilerin, Batı dünyasının ilgisini anlamak mümkün değil. Bu hastalıklı bir ilgidir. Bu ilginin kaynağı, kültürel ve siyasidir. Türk ve İslam nefretiyle alakalıdır. Tepkilerin çoğu Yunanlıların rahatsızlıklarını kaşıma üzerinden Türkiye üzerinde nüfuz ve etkinlik kazanma çabasıdır. Amerikalıların tavrı ekümeniklik meselesinde olduğu gibi Ortodoksluğu kullanarak bölgede Rusya ve Türkiye üzerinde nüfuz kazanma yarışıdır. Ayasofya meselesini nüfuz kazanma aracı olarak görüyorlar ve onunla nüfuz alanı elde etmek istiyorlar. The Economist dergisi buna genel olarak 'religious politics/dini siyaset' adını veriyor. Burada ABD gibi ülkelerin üzerlerine vazife olmasa da meseleyi çıkarları doğrultusunda kurcaladıkları varsayılabilir. Amerikalılar genellikle azınlıklar üzerinden avantaj kazanma siyaseti güdüyorlar ve bu çerçevede Ermenileri, Yahudileri ve Yunanlıları gözetiyorlar. Bazen gerekirse onları ön karakol olarak kullanıyorlar. Kısaca kültürel meseleleri siyasi avantaja dönüştürüyorlar. Mescid-i Aksa konusunda Yahudilere arka çıkan ABD Ayasofya konusunda ise Yunanlıları kayırıyor.
Bunun ötesinde esasında etkileşime açık olsa da Ayasofya meselesi bir Boğazlar meselesi değildir. Tamamen Türkiye'nin bir iç meselesidir. Daha doğrusu tarihi ile yüzleşmesidir. 1934 yılında Türkiye bir reddi mirasta bulunmuştur. 10 Temmuz 2010 tarihinde yeniden açma kararıyla birlikte bu reddi miras kararı tashih edilmiş oldu. Reddi miras ile birlikte Türkiye Doğu ile Batı arasında kalmış, tam bir A'raf dairesine girmiştir. Bu bilinçli bir seçimdir. Arnold Toynbee bu A'raftaki adamı ' arrested' ibaresiyle, durdurulmuş medeniyet ilan etmiş ve tanımlamıştır. Böylece Şarkta Mustafa Kemal'a bağlanan umutlar solmuştur, sönmüştür. Şark o dönemde ondan bir Salahaddin Eyyübi olmasını beklemiştir. Bu umutları dile getirenlerden birisi Mısır'ın Mehmet Akif'i olan milli şair Ahmet Şevki'nin yazdıklarıdır. Mustafa Kemal'e hitaben ' Ya Halide'd Türk, ceddid Halit el Arab/ Ey Türklerin Halid'i (Bin Velid) Arapların Halid'ine can ver, onu yenile! ' demiştir. Burada Arap-Türk vurgusuyla İslam bağı üzerinden emperyalizme kafa tutma ve onu geriletme umudu dile getirilmiştir. Lakin Türkiye kendi yolunu seçmiş ve başına buyruk hareket etmek ve yüzünü Batı'ya dönmek istemiştir. Esasen meselenin doğrusu şudur: Doğu'nun temel değeri olan İslamiyete dayanmadan sömürgecilik illetinden kurtulmak mümkün değildir. Bunun dışındaki yollar yabancılaşmaya ve asimilasyona götürür. Kimliksiz kurtuluş olmaz. Kimliğini yitiren düşmanına benzer! Devşirme olur. Yeni Türkiye İslam dünyasının kendi arasında kenetlenme siyaseti yerine yani Selahaddin Eyyübi modeli yerine Napolyon'un çığırını benimsemiş, esas almış, izlemiştir. Kendi kendini asimile etme veya acculturation/kültürleşme yöntemini esas almıştır. Türkiye'nin bu eğiliminden dolayı şark bütünüyle bir fetret devrine girmiş ve Hazreti Musa ile birlikte Kızıldeniz sonrası Beni İsrail'in başına geldiği gibi siyasi anlamda bir Tih faslına girmiştir ve buradan çıkamamıştır. Kaderini sömürgecilerin kaderine bağlamıştır.
Ayasofya'nın statüsünün ara bir statüye dönüştürmesiyle birlikte Türkiye a'raftaki ülke konumuna gelmiştir. Brzezinski'nin ifadesiyle Doğu'nun başı Batı'ya monte edilmiştir. Soğuk Savaşın sona ermesiyle birlikte Türkiye yeniden yönünü keşfetmeye başlamıştır.
Elbette bu arada çeşitli kesimlerden farklı hatta çığ tepkiler geliyor. Oysa ki, mesele Türkiye nefretinden ve sevgisinden daha derin bir meseledir. Abu Omar Alsrjjawi şöyle yazıyor:" İster sevin isterse ağla! Lakin bu Türkiye'nin yasal bir hakkıdır. Acaba bunu yapanlar ya da ağlayanlar Şam, Irak, Bosna-Hersek, Hindistan ve İsrail'de yıkılan binlerce minare ve tarumar edilen cami karşısında ne yaptılar? Kılları kıpırdadılar mı acaba?
Bilindiği gibi Ayodha'da Babri Mescidi yıkılmış ve üzerine bir Hindu tapınağı kondurulmuş veya kondurulmak istenmiştir. Türkiye genelinde hala faal aktif 400 kilise olmasına ve keza orada burada Şiilere hizmet veren onlarca cami olmasına rağmen Şii mezhebine bağlı İran'ın başkenti Tahran'da Sünnilerin Cuma namazı kılabilecekleri tek camileri bile bulunmamaktadır. Yine İran ile yakın ilişkilere sahip Ermenistan'ın başkenti Erivan'da Sünnilere ait tek bir cami bulunmazken bir Şii camii hizmet vermektedir. Bunlar Batı şemsiyesi altında azınlık siyaseti üzerinden Ortadoğu'da müttefik olarak dayanışma göstermektedirler. Yeni yeni Ortodoks ya da din devleti olmaktan çıkan Yunanistan'ın başkentinde tek bir cami bulunmamaktadır. Yunanistan bir Cuma camiine izin verme konusunda karar aşamasındadır. Yine Ortodoks ekolünden gelen Sırbistan'ın başkentinde tek bir cami kalmıştır o da Bayraklı Camiidir ve zaman zaman kundaklanmaktadır. Oysa ki daha önce bu bölgede 271 cami Müslüman cemaate hizmet vermekteydi.
İsrail ile karşılaştırmaya gelince Fatih Altaylı şöyle yazmaktadır:" İsrail de Müslüman ibadethanelerini 'bizim kılıç hakkımız' diyerek kapatabilir! Kapatmadığı ne malum? Nitekim, katıksız bir Müslüman mabedi olan El Halil (Hebron) şehrindeki İbrahim Camii 1993 yılında kundaklanmasının ardından taksim edilerek bir kısmı Yahudilere tahsis edilmiştir. İsrail aynı modeli Mescid-i Aksa üzerinde de uygulamak istiyor. Bitmedi, Ürdün asıllı yazar İhsan Fakih Akka'da yer alan tarihi El Bassa Camiinin koyun ağılına çevrildiğini yazıyor. Yine Akka sınırlarında kalan Zeyt Camii seramik ve zirai ürünler ve araçlar mahzeni yapılmıştır. Safed şehri sınırlarında kalan Aynu'z Zeytun camii de inek ahırına dönüştürülmüştür. Fatih Altaylı'nın tezi hilafına İsrail'in Müslümanlardan değil Müslümanların İsrail'den rövanş alacağı var. Emsal ise alın size emsal! Ürdünlü milletvekili Ebu Mahfuz'un yazdığına göre İsrail bugüne kadar 1200 camiyi yıkmış ve ortadan kaldırmıştır. Çağımız yeni Endülüs örnekleriyle doludur. Ne yazık ki son sıralarda
Fatih Altaylı'nın üslubunda eski mevziisine geri döndüğünü esefle müşahede ediyoruz. Halbuki, temel değerler konusunda daha sağlam durabilir.Fatih Altaylı'nın karşılaştırmasında mantık döngüsü ve hatası var. Ayasofya kesinlikle Mescid-i Aksa'ya benzemiyor. Tam tersi. Aksine Rumların tavrı Yahudilerin tavrına benziyor. Rumlar da Yahudiler gibi hala Ayasofya'nın statüsünü kilise statüsünde görüyorlar. Dolayısıyla Rumlar Ayasofya'yı Kiliseye Yahudiler de Mescid-i Aksa'yı havraya dönüştürmek istiyorlar! Mesele bu kadar basit! Ermeniler de onlara müzahir oluyor. İsrail de Mescid-i Aksa'yı hala Süleyman Tapınağı olarak görüyor.
Kimileri de eksik bir bilgi ve sapla samanı karıştırarak neden Hazreti Ömer'in Kıyamet Kilisesini camiye çevirmediği halde Fatih'in tersini yaparak Ayasofya'yı camiye çevirdiğini soruyor. Bu yönde en şaşırtıcı tepkilerden birisi Lübnan asıllı el Cezire spikeri Ghada Owais'den gelmiştir. Neden Fatih Sultan Mehmet'in Hazreti Ömer'in uygulamasının dışına çıktığını sormuştur.
Bu soru statü farkını bilmemekten kaynaklanıyor. Zira Kudüs barışçı bir biçimde Müslümanlara teslim edilirken İstanbul kılıçla alınmıştır ve dolayısıyla fethe takaddüm eden günlerde şehrin boşalması nedeniyle cemaatten yoksun bazı Ortodoks kiliseleri cami yapılmaktan öte diğer bazı Hristiyan mezhep mensupları arasında dağıtılmıştır. Ancak Fakih ile birlikte İstanbul'a girebilen Ermeniler şimdi Fatih'in hatırasına karşı Rumlarla birlikte oluyor! Tebe-i sadıka zamanla özüne yabancılaşmış. Paylarına kilise düşenler arasında Ermeniler de vardır. Bunun ötesinde bazı kiliseler atıl kalmasından dolayı Yahudilere verilmiş ve havraya dönüştürülmüştür. Bugünkü eksik bilgilerimizle o günü sağlıklı değerlendiremeyiz. Daha önce şehre giremeyen Ermeniler fetih sayesinde şehre girdikleri gibi paylarına düşen kiliseleri de zimmetlerine geçirmişlerdir. Tersi süreç te benzer olmuştur. Ermeni isyanları nedeniyle Ermenilerin İstanbul'u terk etmeleri üzerine emlakları veya ticari mirasları büyük ölçüde Rumlara kalmıştır. 1955 sonrasında Rumların İstanbul'dan ayrılmalarıyla Rumların da emlakları en azından ticari mirasları Yahudilere kalmıştır.
Papa'nın mabedin müze yerine camiye çevrilmesine sevineceği yerde teessürünü dile getirmesi tam bir aymazlık ve ikiyüzlülük örneğidir. Bunun en iyi cevabını verenlerden birisi Ragıp Soylu olmuştur. Türklerin veya Osmanlı ordusunun İstanbul düştüğü halde hala direnmeye veya direnmekte inat edenlere karşı kılıç kullandığını hatırlatmıştır. Latinler ise gördükleri her Ortodoks'u öldürmeye ve avlamaya azmetmişlerdir. Bununla birlikte Araplar arasında Papa'dan daha fazla Katolik veya Yunan Kültür Bakanından daha Ortodoks olanlar var. Bakan arasına bazı 'Müslümanların' da katıldığı bir haçlı seferi mi düzenlemek, başlatmak istiyor? Yunanistan Kültür Bakanı Lina Mendoni "Ayasofya kararı bütün uygar dünyaya karşı bir provokasyondur" açıklamasında bulunmuştur. Bu çağrı Haçlı seferi çağrısını da aşan cesamette büyük bir çağrıdır. Bilhassa Birleşik Arap Emirliklerini temsil eden isimler, kesimler Yunanlı bakana hak veriyor ve söylediğine iştirak ediyorlar. UNESCO da Yunanlı bakanı teyit eden bir açıklama yapmıştır. UNESCO mabedin dünya mirası olduğunu hatırlatmıştır. Buna karşın İbrahim Kalın da camiye dönüştüğünde bu mabedin dünya mirası özelliğini kaybetmiş mi olacağını sormuştur! Her yere Hindu mabedi serpiştiren BAE yönetiminin Babri Camii konusuyla ilgilenmesi mantıklı veya eşyanın tabiatına uygun düşebilir mi? Heyhat! Bunlara göre en mantıklı çözüm ver kurtul çözümüdür. Nitekim, Dahi Halfan Müslümanların Endülüs'ü işgal ettiklerini söylemişti. Onlara göre Fatih de işgalci Yavuz da işgalcidir? Bu lakırdılar ancak İşgale uğramış bir beynin, kafanın hezeyanı ve ürünü olabilir. Bunların Kudüs konusunda Trump'ın kararına hiç tepki vermezler ama mesele Ayasofya olunca Yunanistan'ın arkasına dizilirler ve çıkarlarının bekçisi kesilirler.
ALLAH HANGİ SAFTA VEYA KİMİNLE?
ABD'de yaşamakta olan ünlü hahamlardan Rabbi Manis Friedman Arapların Allah'ın veya rabbin kendi yanlarında olmadığını anlamaları için Kabe ile Peygamber Mescidinin başlarına yıkılması gerektiğini söylemiştir. İkinci Dünya Savaşının galiplerinden birisi Stalin idi. Bu hahama ve mantığına göre Allah ateist Stalin'in safında olmalıydı. Rabbi Manis Friedman aynı zamanda Trump'ın damadı Kushner'e yakınlığı ile bilinmektedir. George W. Bush da Beyaz Saray'da olduğu sıralarda dünyaya ahmakça 'ya bizimlesin ya da karşımızdasın' gibi sofistike olmayan ve hikmetten uzak sözler söylemişti. Yine Bush II, tanrının kendi yanlarında olduğunu söylemişti. Amerikalı emekli generallerden William Boykin de 1990'lı yıllarda bulunduğu Somali'de karşılaştığı İslami unsurlara " sizin tanrınız sahte bizimkisi gerçek. Bizimkisi sizinkisine üstündür. " Mealinde sözler söylemişti.
Elbette Müslümanlar da kendilerinin ehli hak olduğunu düşünüyorlar. Bununla birlikte kapsayıcı düşünüyor ve davranıyorlar ve başkalarına hayat hakkı tanıyorlar. Zira inandıkları din olan İslamiyet camii yani kapsayıcı (müheymin) bir din olduğundan diğer inançların da asıllarını belliğinde, böğründe barındırmaktadır. Bundan dolayı diğerlerine karşı tahammüllü ve kapsayıcıdır. Nitekim, Kur'an'da bunu beyan etmektedir: Eğer Allah'ın, insanların bir kısmıyla diğer kısmını defetmesi, savması, savuşturması (bloke etmesi) olmasaydı, Allah'ın isminin çokça anıldığı manastırlar, kiliseler, havralar ve mescitler yıkıma uğrardı (Hac: 40). Demek ki dinlerin, mabetlerin ayakta kalması adalet ve dengeye bağlıdır.
'Allah kiminle?' sorusunun cevabı prensipte ve vakıada değişebilir. Dolayısıyla çok peşin fikirli (peşinci) olanlar çok yanılanlardır. Allah mabetler konusunda bir ayrım gözetmiyor. Ama kilise iken camiye çevrilen mabetler -Hristiyanlar anlasa veya anlamasa da- asli şekline dönmüş olmaktadır. Bundan dolayı merhum Taha Cabir Alvani Müslüman olan Latinolara şöyle seslenmiştir: Siz aslı dininize geri döndünüz. Zira Mesih'in gerçek tanımı ve onun tanıttığı gerçek din veya Allah inancı İslam'ın tarif ettiği şekildedir. Bu anlamda Hazreti İsa İslam peygamberlerinden birisidir. Hazreti Peygamber de bu peygamberlik silsilesinin hatemi, bağlayıcısı ve mühürdarıdır.
Hazreti Peygamber tashih edici olarak gelmiştir. Buna rağmen eski ahitleri veya bağlılıkları da tanımakta ve onlara fiili bir meşruiyet (uhrevi değil dünyevi) atfetmektedir. Ayasofya gibi bazı kiliseler kılıç hakkı olarak camiye çevrilse de İslam tarihinde ve topraklarında kilise düşmanlığı görülmüş müdür? Batı da olduğu gibi cami düşmanlığının İslam dünyasında bir karşılığı yoktur. Ermeniler veya benzerleriyle çatışmalar din meselesinden ziyade ortak alanı paylaşamama ve onların kışkırtma ile kapıldıkları beşinci kol faaliyetleriyle alakalıdır. Bugün Ayasofya'nın eski statüsüne iade edilmesini kaşıyanlar geçmişte de Ermenileri Osmanlı ahalisine karşı kışkırtmışlardı.
Hazreti İbrahim'in Yahudi veya Hristiyan olmasının arabayı atın önüne bağlamak olacağı gibi Allah'a da saf aramak, göstermek öyledir. Allah kendi yolunda olanlara yardım eder. Allah kendisiyle beraber olanlarla beraberdir.
Mustafa Özcan