Yüzyıllık bir periyoddan geçiyoruz. İspanyol nezlesi üzerinden yaklaşık bir asır geçti. Buna dair bazı hatıratı Hasan Basri Çantay'ın hatırat kitabında okumuştum. İspanyol nezlesi o vakit Anadolu'ya da uğramış ama kolektif veya toplumsal hafızada fazla yer etmemiştir. Yüz yıl sonra yeni bir dönüm noktasında karşımıza korona virüsü çıktı. Kimileri buna Wuhan virüsü de diyebilir. Bu virüsle birlikte kimileri yakınlarını, kimilerimiz eşini ( ölüm veya boşanma suretiyle) kimilerimiz de ekonomik etkileri ve bozukluk nedeniyle işini kaybetti. Bir savaş eksik. Felaketler insanlığı birleştirmesi lazım yoksa hasar daha da büyüyecek. Almanya Başbakanı Merkel 'bu gidişle bir daha yakınlarımızı ve akrabalarımızı göremeyebiliriz' şeklinde bir serzenişte bulunmuştur. Virüs her yaştan her sınıftan her dinden ve meşrepten insanları almaya devam ediyor. Merkel dokunaklı bir konuşma yapmış ve sorumlu davranarak birbirimizin kıymetini bilmeye çağırmıştır. Herkes yaşarken birbirinin kıymetini bilirse dünya daha anlamlı ve yaşanılır bir gezegen haline gelir. Hem maddi hem de manevi olarak yaşam kalitesini yakalayabiliriz. Bununla birlikte insanoğlu yaşananlardan pek de ders almıyor ve bencillikten vazgeçmiyor. Boğuşma halinde insani yanlarımızı ihmal ediyoruz ve dünya hayatını cehennem hayatına çeviriyoruz.
Alimden sanatçısına kadar her meslekten insanı koronaya kurban verdik. Bir kuşağın elenmesini seyrediyor gibiyiz. Korona ile birlikte bir kuşağın sonuna geldik. İster istemez korona aramızdaki en zayıfları alıyor, seçiyor. Bunlar da ya müzmin/ kronik hastalıkların pençesinde olanlar arasından ya da yaşlı kuşaktan oluyor. Bazen görmeseniz de yaşadığını bildiğiniz bir dostunuz veya tanıdığınız hakkında boşluk hissetmiyorsunuz. Zira görmeseniz de görme imkanınız, umudunuz hala var. Lakin Allah emri ölüm gelip çatınca artık fiziki kavuşma imkanı kalmıyor, kopukluk gerçekleşiyor. Dünya gözüyle bir daha görmeniz kabil değil. Umut ölümle birlikte soluyor. Elbette inananlar için bir de ahiret cephesi ve madalyonun öteki yüzü var. Bununla birlikte bu dünyayı elemiş eleğinizi asmış oluyorsunuz.
Bu korona ile birlikte kayıp giden kuşaktan birisi de tarihçi ve akademisyen Ramazan Balcı idi. Biz de özellikle de sanat dünyasında acıların kadını, acıların çocuğu diye bir tabir vardır. Talihsizliklerden yakasını kurtaramayanlar için acıların çocuğu veya kadını denilmektedir. Akademisyenler arasında da talihsizlikler yaşayanlar var. Bunlardan birisi de garipler (gureba) kuşağından Ramazan Balcı beydi. 10 yıl kadar önce 24-25 yaşlarındaki tek erkek çocuğunu kansere kurban verince kaybedince ailecek perişan olmuşlar ve hayata biraz küsmüşler. Eşi bu ve öteki talihsizlikler üst üste gelince merhum Ramazan Balcı'ya şöyle terslenmiş: " 10 yıldan beri sevindirici hiçbir haberle gelmedin". Belki de son demlerinin özeti bu.
Doğrusu son günlerinde sosyal medyada hayatın ve nefesin kıymetine dair satırlar kaleme almış ve bazı tavsiyelerini paylaşmıştır. Bir dörtlük üzerinden halini özetliyor ve Allah'a arz ediyordu:
Felek başıma çok belalar (açtı) çevirdi
Dönmedim yüzümü başkasına ilahî
Düştüğüm şu kuyudan Yusuf misali
Kurtar kulunu tut elimden ilâhi!
Belki de kurtuluşu ölüm üzerinden oldu. Bizler üzüldük ama ölmeden kendisini naim cennetleri arasında görmüş olabilir. Niye olmasın!
Son dönemdeki 10 yıllık hayatına birçok talihsizlik sığdırıyor. 5 çocuktan tek erkek evlat olan oğlunu 24-25 yaşında tabir caiz ise kansere 'kurban' veriyor. Bu kendisinde ve eşinde büyük bir travma meydana getiriyor. İkincisi 15 Temmuz sürecinde bir talihsizlik daha yaşıyorlar. İlk evrelerinde FETÖ'cülerle karıştırılıyor. Yüksek nispette şeker hastalığının pençesinde olan ve bundan musdarip Ramazan Balcı korona illetine yakalandıktan sonra bir daha toparlanamıyor. Nefes darlığı ile ilgili şikayetleri sosyal medyaya aksetmişti. Şöyle yazmıştı:
"Şimdilik alabildiğim nefes ile, oturduğum yerde ancak farzları kılabiliyorum. Aman Allah'ım onca nefesi ne kadar değersiz işlerin peşinde harcamışım. İnsanın aklı başında olsa en kıymetli varlığı olan nefesi, sadece Allah yolunda sarf ederdi. Ne yazık ki insan okuyup yazmakla bu hakikati anlayamıyor. Gaflet insanı yeniyor. Evet! Herkes pişman olacak. Ya ölünce ya benim gibi olunca, nefesini boşa harcadığını anlayacak. İnsanın en değerli varlığı nefestir. Boş işlere harcamayın. Son pişmanlık fayda vermez!"
Burada ilme'l yakin ile ayne'l yakin farkını anlatıyor. Nefes darlığını bilirsiniz ama hissetmezsiniz ya da yaşamazsınız. Buna ilme'l yakin düzeyi diyoruz. Nefes darlığını hissettiğinizde bu ayne'l yakin düzeyine erişir. O da ayne'l yakin tecrübe ile bu ifadeleri kaleme alıyor.
Kendisiyle misafirperver ya da ziyafetperver Şevket Demirci'nin küçük bir numunesi olan Matbaacı Orhan Beyin (Altuntaşoğlu) işyerinde tanışmıştık. Kendisini yazılarından ve Mısırla ilgili olarak yazmış olduğu II. ABDÜLHAMİD VE MISIR KUŞATILMIŞ VATAN kitabıyla tanıyordum. Meğer muhtelif branşlarda ve alanlarda 20 ile 30 arasında eser vermiş. Yani yazarlık alanında velut isimlerden birisiydi.
Kendisinden Cezayir ile ilgili anılarını dinledim. Bir yıl Cezayir'de bir üniversite bünyesinde araştırma yapmış ve bu kurum tarafından ağırlanmış ve burada ayrıca Arapçasını ilerletmek veya derinleştirmek istemiştir. Fakat ortamını bulamadığı için hayal kırıklığı yaşadığı, memnun kalmadığı anlaşılıyor. Belirli bir düzeyin dışındaki insanlar aralarında gündelik dille konuşuyorlar. Pakistan gibi ülkelerde resmi dil Urduca Cezayir'de ise Arapça olsa da özellikle de devlet kademelerinde ve entelektüel ortamlarda konuşmalar Pakistan örneğinde İngilizce veya Cezayir örneğinde Fransızcaya kayıyor onun dışında halk düzeyinde Arapça kırık (rekik) olarak konuşuluyor. Bu durumda bir yabancının o ortamlarda Arapçadan fazla istifade etmesi mümkün değil. Hatta sizi yabancı görünce sizin üzerinizden yabancı dillerini işletmek istiyorlar bu nedenle sizinle Arapça değil de Fransızca veya İngilizce konuşmayı yeğliyorlar. Arapların tamamı demesek de çoğunluğunda böyle bir kompleks var. İmam Şafii ya da Esmâî döneminde yaşasanız kırsala (badiye) kaçarsınız ve oba da 'akhah' denilen katıksız Arapçayı öğrenebilirsiniz. Şimdi kırsal kesim de fasih Arapçadan oldukça uzak. İsmail Raci Faruki de Amerika'daki onca eğitiminden sonra Ezher'e gelerek otantik ilimler öğrenmeye azmetmişti. Buradan memnun kalarak ayrıldı mı acaba? Kuşkuluyum. Nitekim, Tayyar Altıkulaç Bey de Bağdat günlerini anlatmıştı. Doktora talebesi olarak burslu olarak Bağdat'a gitmiştir. Planlanan süre 2 yıldır. Lakin üniversite ortamına devam ederken Muhsin Abdulhamit veya İrfan Abdulhamit gibi bir iki fasihçe konuşan hocanın dışındaki hocaların konuşma tarzına agah ve aşina olamaz. Onlar rica minnetle derse fasihçe başlasalar bile üç beş dakika geçmeden 'imam bildiğini okur' misali halk diline geri dönerler. Bunun üzerine Tayyar Bey işin uzmanı bir akademisyenle anlaşır ve derslerine kahvehanede devam eder. Burs dönemini de tamamlamadan erken bir vaziyette ülkesine döner. Cemaleddin Afgani de Mısır günlerinde Ezher'e pek uğramaz, Ezher civarındaki kahvehanelerde Ezher hoca ve talebeleriyle bir araya gelir ve onlarla müdavele-i efkarda bulunur. Afgani, Necip Mahfuz gibi isimlerin müdavimi oldukları ortamlar, kahvehaneler ilim ve edebiyat yuvasına dönüşür. Belki de kimi akademik yapılara faik olur ve üstün gelirler. Esasında kahvehane dedikse de alternatif ismi kıraathanedir. Yani okuma salonu. Kahvehane ile kıraathane birleşirse elbette ki buradan çaplı adamlar (nabiğa) yetişecektir. Ramazan Hoca Cezayir'de de aradığını bulamamıştır. İslami anlamda vatan toprağına beydatu'l İslam denmektedir. Beydatü'l İslam zamanla paramparça olmuş ve ittihad-ı İslam adı altında parçaların yeniden bir araya getirilmesi zarureti doğmuştur. İslam yurtları esasında birbirinin bir devamıdır. Mümkün mertebe ve teorik anlamda bir olması ve bir rejim altında idare edilmesi gerekir, beklenir. Lakin imkan elvermediğinde durum değişir. Ramazan Balcı da bu konuda hassastı ve İslam topraklarını enine boyuna etüt etmesini seviyordu.
Batı akademik alanda ve dil konusunda Erasmus bursu gibi mekanizmaları işletmiş ve hayata geçirmiştir. Lakin İslam dünyası bundan ve benzerlerinden mahrumdur. İslam aleminde maalesef bırakın burslu kendi imkanlarınızla bile doğru dürüst dil öğrenecek bir zemin bulamazsınız. Bu husustaki başarılı kurumlar da sistematik olarak söndürülüyor. Sözgelimi, bir zamanlar Cezayir'de salı günleri Muhammed Gazali ekranda konuşuyor diye spor müsabakalarında olduğu gibi sokaklar çekilir ve boşalırken daha sonra onun ders verdiği Qacentina (Konstantin) Üniversitesi adeta kurutulmuştur. Bir zamanlar Kardavi, Şaravi ve Muhammed Gazali ile anılan Cezayir ve bu üniversite ardından 10 karanlık yıl boyunca irtica ile anılmış ve Muhammed Gazali gibiler aşırılığın kaynağı olarak gösterilmiş ve manevi olarak itibarsızlaştırılmıştır. Sistematik karalama kampanyasına maruz kalmışlardır. Hele de masum dindarlığı temsil eden Şaravi Mübarek ve Sisi döneminde adeta taşlanmış ve de bazı çevrelerin hışmına uğramıştır. Suçu dini dalganın kabarmasına vesile olmasıdır. Dolayısıyla 2013 yılından sonraki İslam karşıtı dalganın sınırlı olarak siyasal İslam'a karşı olduğunu zannetmek bir vehimdir, gerçekçi değildir. Bu darbeci dalga İslam'ın özüne ve dindarlığın her türüne karşıdır. Şaravi bunun en tipik tanığıdır. Halbuki, FIS'in ortaya çıkışı ne Gazali'nin ne de Malik bin Nebi'nin marifeti ya da kabahatidir. Onların yerini almış selefi dalganın öne çıkmasıdır. Pusuda bekleyen Hizb-i Fransa ise durumdan vazife çıkartarak Cezayir'i kan gölüne çevirmiştir. İslami mirası yok etmek istemiştir. Keza Konstantin Emir Abdulkadir Koleji/Üniversitesi gibi İslamabad Üniversitesi de küresel bir meşaleye döndükten sonra adeta söndürülmüştür.
Ramazan Balcı da 'sabiran ve muhtesiben' dedikleri gibi sabırla ve Allah'tan bekleyerek gözlerini bu aleme yumuyor öteki aleme açıyor. Allah rahmetiyle muamele etsin.
Mustafa Özcan