İnsan ve hakikat birbirlerine öylesine yakışırlar ki, bu iki kelime beni her defasında heyecanlandırır. Birisinin ayna olduğu yerde diğeri görüntünün mekânıdır. İnsan, hakikatin kalbine inmesi gereken en güzel varlığı yeryüzünün. Hakikat ise, insanın kavramasına âmâde kâinatın onun tarafından bilinenleri ve bilinmeyenleri. Ve yine hakikat, yaratıcının kâinatın dışında olup bize bildirdiği ve bildirmediği ne varsa hepsinin adı. Kendisi ve var ettiği her şey. Aynı zamanda insanın kendi kâinatı da bu anlamda bilinenleri ve bilinmeyenleriyle hakikat içinde hakikat olarak çıkıyor karşımıza. Hakikat fizik ve metafiziği kuşatan yegâne kelime. Hikmet ise, anlayalım ya da anlamayalım, hakikatin Hak olana götüren sonsuzluk terennümü. Hak olan ise O. Her şeyin sahibi Allah.
Var edensiz bir varoluş düşünmek, koşanı olmayan bir koşuyu, oyuncusu olmayan bir satranç oyununu düşünmek gibi gelir bana hep. Üstelik koşu ve satranç fânilerin yapabildikleri fiiller iken. Fânilerin yapabildiklerini failsiz düşünmek bile insana son derece absürd ve gerçek dışı görünürken, fâni olanın yapamayacağı bir hâlin, varoluşun var edensiz gerçekleşebileceğinin düşünülmesi ise kapanmış bir aklın ve hikmetin diliyle teması olmayan bir kalbin mevcudu olabilir ancak. Varoluşun var edensiz gerçekleşemeyeceğini düşünebilme imkanının var eden tarafından bağışlanmış en büyük hazine olduğu da bu durumda apaçık meydana çıkıyor. Çünkü var eden onu da var etmeseydi, var olanı düşünme farkındalığı da olmayacaktı. Yoksa böylesi bir hakikate karşı akıl nasıl kapanabilir ve yürek onun diliyle nasıl temas kuramaz diye düşünmeden edemiyor insan.
Yaratılmış olanın yaratılanları bilmesi yaratanın ona bu özelliği vermemesi halinde zaten mümkün değildir. Bu nedenle verenin de O, alanın da O oluşunu anlamak daha bir mümkün hale geliyor. Kün feyekûn. Kainatı tanıması ve olgunluğa ulaşması için yaratılan kâinat içi bir kâinattır insan. Şeyh Galib'in insana seslenen o güzel beytini hatırlamamak elde değil: Kendine iyi bak, sen bir kâinat numunesisin ve yaratılmışların göz bebeği olan âdemsin.
Kâinat içinde insan, insan içinde kâinat. Hakikatin farkında olmak ise, denizde olup denizi bilmek kadar önemli. Balıklar gibi olmamak yani. Hayali'nin, cihanı süsleyen cihan içindedir; ama o süsleyeni bilmezler, balıklar derya içredirler ama deryayı bilmezler, beytini okuduğumda, balıklara yakışan mananın insan için ne kadar ıstırap verici olduğunu düşünürüm. Kainatta yaşayan yaratılmışlar içinde Allah'ın akıl bağışladığı insanın aklı olmayan bir yaratılmış gibi davranmasının ıstırabıdır bu. Yüreğine inemeyip akıl dışılığın, fikredememenin kurbanı olmak, günah – sevap ikileminde dahi insanı derinden sarsarken, cihan ârâyı bilememe noktasından bakınca ortaya çıkan vehâmet için söylenecek belki de tek söz kalıyor geriye: Vermemiş ma'bud, neylesin sultan Mahmud..
Bütün bunlardan sonra, bir önceki yazımızda anlatmaya çalıştığımız toprak ve ateş hakikatinin insanlara yansıyan esrarının nerede olduğunu kestirebiliriz: Var edenin katında. Topraktan yaratıldığı halde ateşin yanında saf tutan insanın sapkınlığı ve azgınlığı daha bir netleşiyor şimdi. Yüce kitabımız Kur'an-ı Kerim'de zaman zaman bu azgınlığa ve sapkınlığa vurgu yapılır. Anasırı erbaanın diğer iki unsuru olan suyu ve havayı kirleten ateşin toprağı yok etmek için yüzlerce yıldır nasıl hararetle yanmaya devam ettiğine tarih tanıklık ediyor. Çünkü toprak yok edildikten sonra, havanın da, suyun da bir önemi kalmayacaktır.
İki medeniyetin, toprak ve ateş medeniyetlerinin suya karşı tavırları incelense ve binlerce yılın fotoğrafı çekilebilse, ya da her ikisinin havaya karşı tutumu bir irdelenebilse!.. Katrana dönüşmüş denizde boğulan balıkçılların fotoğraflarının insanlığın yüz karası arşivinde yerini aldığını hepimiz çok iyi biliyoruz. Ateş medeniyetinin ozon tabakasına kadar varan vurdumduymazlık tahrifatının biliçlerimizde yer alan endişe verici ve yürek burkan soru işaretlerini de. Su savaşlarının eşiğine gelmiş bir dünyada, obeziteyi, yaklaşan büyük tehlike olarak ilan edebilen haddinden fazla yiyici ve içicilerle birlikte yaşamanın zulum derecesindeki ağırlığını, etiyopyada bir avuç su ve hatta yiyecek bulabilmek için her gün kilometrelerce koşmak zorunda kalan ve katıldğı olimpiyatlarda birinci olan atletlerin bir deri bir kemik tenlerinin hafifliğinden daha iyi hangi ironi anlatabilir.
Bu gün artık tatlı su kaynaklarını hızla tüketen ve kirlettiği havayı temizleme derdine düşen insanlığın toprağa yeniden dönüş veya ateşin içinde kalma tercihleriyle başbaşa olduğunu söylemek hiç de yanlış olmayacaktır. Bu öyle bir felâkettir ki, toprağın damarlarına zehir akıtan bir döngüyü insanlığın kalbine dayamıştır. Tohumu bozulan bitkilerin, besini yapaylaştırılan hayvanların ve hakikatinden yüzyıllardır koparılmaya çalışılan toprağa dayalı fıtrî yaşayıştan uzaklaşma temayülünün özellikle mazlum ve köleleştirilmiş insan topluluklarına küresel güçler tarafından dayatılmış hali ister istemez insanın aklına, ateşin üstünlüğünü külte dönüştüren ve ırk, renk, para gibi başka kavramlara yansıtan, Allah'tan aldığı ruhsat ile kıyamete kadar insanı yoldan çıkarma eyleminin mimarı olan Şeytan'ı getiriyor. Irmakta olsak bile suyu israf etmememiz gerektiğini dile getiren Peygamberimizin dikkat çektiği hakikat, hak ve batıl olanın müthiş mücadelesinin tam da bu günü anlatan en güzel tercümanı değil midir! Yanından geçtikleri köpek ölüsünün tesiriyle arkadaşları pis kokuya dikkat çekerken, O'nun, "dişleri de ne kadar güzelmiş" ifadesi, güzelden yana bir tercihin adı değil midir? Mekkede kendisini öldürmeye gelen ateş medeniyeti insanlarının arasından geçerken yüzlerine savurduğu bir avuç toprakla onların gözlerindeki ateşi ve ışığı söndürmesi ve aralarından yürürken kendisini görememeleri ne kadar mânidardır. Bu yüzden diyebiliriz ki, kıymetini bilenler için toprak ateşi söndürecek ve bereketini yeniden onlara verecektir. Tabii ki sadece kıymetini bilenlere. Ateşli makinalar kullanıp da topraklarını taş yığınlarına çevirme yarışında olanlara değil elbette. Adı gökdelen de olsa, toprağı ve suyu terkedip taş yığınlarının içine gömülen ve orada toprağa ve suya muhtaç hale gelen, ateşten çıkan dumanlarla kirlenen bir gökyüzünün havasını solumaya çalışan insan ne kadar acınası bir durumdadır aslında.
Su ve hava da tıpkı toprak gibi, ateşle imtihandadır. Lakin su damarındadır insanın, hava ciğerlerinde. Toprak teninde ve özündedir. O yüzden imtihan insanın imtihanıdır. İnsan, toprak, su ve hava adına ateşle imtihandadır. İster istemez Son Hava Bükücü filmini hatırladım şimdi. Ateşi durdurmak için havayı büken bir çocuğun müthiş hava akımlarıyla suyu kabartarak ve adeta Kızıldenizde ateşi suyla boğan Hazreti Musa'ya telmih yaparcasına, düşman filosunun önünü su ile keserek sergilediği insanüstü güç sahnelerini. İnsan hem ateşe teslim oluyor hem de ateşe karşı su, hava ve toprak açısından yaşadığı hüsranı resmetmeye devam ediyor. Önceki yazımda işaret ettiğim Misyoner veya Cennetin Krallığı filmlerinde de olduğu gibi. Birinci veya İkinci dünya savaşlarını veya Vietnam'ı anlatan hangi film buna misal değil ki!
Garip bir hal bu…
Prof. Dr. Nurullah Genç
Fikriyat.com