Gerçeklik: Hakîkatın bilebildiğimiz kısmı…
(1) Yeri geldiğinden, aklın, olaylar dünyasından bağımsız hâlde kavramları oluşturan mercii olduğunu tekrar bildiriyoruz. Zihinde, onun malı olan zaman ile mekân salt biçim kalıplarının gözetiminde kavramların, duyu verileriyle mezcinden düşüncelerin meydana geldiklerini de yeniden belirtelim. İnançların da temel birimleri az yahut çok tasavvurla yüklü olan yahut da bunu hiç bulundurmayan düşüncelerdir. Düşüncelerin dışımızdaki yansısıysa, sözlerdir.
Aklın kurucu (Fr constructif) ile düzenleyici (Fr regulatif) kurallarına, demek ki transsendental mantığa uygun şekilde ve zihnin salt biçim-verici gücü demek olan zaman ile mekân denetiminde düşünceler arasında bağlar kurularak dardan genişe doğru giden anlam birimleri[i] vücut bulur. İşte, düşüncelerden örülü bu anlam birimlerine inanç diyoruz.
(2) Düşünceler, akıl ile zihin ve dahî gönül denetiminde nasıl inançlar hâlinde bütünleşiyorlarsa, aynı şekilde sözler de, yukarıda belirtilen kurallar çerçevesinde, cümleleşirler. Görüldüğü gibi, söz, düşüncenin; cümle —yargı, önerme... — ise, inancın dile getirilmiş hâlidir. Tecrübeler dünyasındaysa inançların, olaylarla karşılaşıp onlar tarafından sınanmalarından bilgiler teşekkül eder.
(3) Tecrübeler dünyasında inançlara denk düşecek olayları keşfeden melekemizse, zekâmızdır. Dimâğ etkinliklerinden olup kişiyi olan bitenlerin ayrıntısıyla tanıştıran zekânın, geneli derinlemesine uzun vadede mütâlea ettirerek gerek bilgide gerekse ahlâkta nihâî manâda doğru yolu gösteren aklın denetimi ile kılavuzluğunda iş görmesi durumuna, aklıselîm diyoruz.
(4) Duyu verilerinin, inançtaki payı nice artarsa, o da onca tasavvur içerikli olur. Ne var ki gerek birey gerekse toplum düzlemlerinde beşerlilikten insana dönüşüldükce, kavramların zihindeki payı tasavvurlarınkinin aleyhine artar.
Tasavvur, tekâbül ettiği tek olayı cüzî hâliyle zihne resmeder, orada resmini çıkarır. Hâlbuki belli bir kavrama karşılık gelebilecek tek olay olamaz. O belli bir olaylar öbeğinin 'resimsiz' bütünüdür, toparlayıcısıdır. Bu bakımdan kavram, tasavvurun tersine, tümel ve daha soyuttur. Ancak, dış dünyaya ilişkin tasavvurlar olmadan da kavramların içleri dolarak fiilîleşemezler. Dış dünyadan bölük pörçük algıladığımız duyu verilerini zihnimiz, zaman ile mekân salt biçim ölçülerine vurarak bütünlükler tarzında tertipler. Bu 'resimli' cüzî duyu verileri zihnimizde bütünlükler oluşturarak görüntü (Fr&İng image) hâline gelirler. Belirginlik kazanan görüntülerse, tasavvurlar ile temsillere (Fr representations) vücut verirler. Yalnız, görüntünün, tasavvura geçişi kavramla karşılaşmasına bağlıdır. Zihinde görüntüler, kavramlar çerçevesinde tasavvurlara dönüşürler. Bahse konu tekâmülün son merhâlesinde görüntü, kavramın bağrında tümüyle eriyip ona siner. İşte bu son merhâleye de topyekûn kavramlaşma[ii] denir.
(5) Duyu verilerinden görüntülere geçiş algıdır. Görüntülerden basit tasavvurların teşkili de algının devâmıdır. Nihâyet, bu aşamada düşünme denilen zihin işleyişi ortaya çıkar. Ancak, tasavvurların, kavramlara intikâli daha üst bir zihin işleyişi olan idrâk yoluyladır. İdrâk, katmerlenmiş bir düşünme sürecinin verisidir.
(6) Az önce de belirttiğimiz üzre, 'düşünce'nin dışavurumu olan 'söz' (Fr parole), insanın 'dil' denilen 'bildirişme' sistemindeki 'anlamlı ses topluluğu birim'idir. Sözler, şu durumda, 'inanç beyânı' anlamına gelen 'konuşma'nın (Fr langage) temel unsurudurlar.
(7) Bâtınîliğe (mysticisme) göre, sözaşkın inançlar da elbette vardır. Bunların da tecellîgâhı, zihin olmayıp 'gönül'dür. Felsefenin odağı sayılan metafizik ise, o âlemi kabul etmekle birlikte, orasını ilgi ile uğraşı alanının dışında görür. Felsefe, varlık ile bilgi öğretileriyle zihin ve tabîî ki, zihin - akıl bağıntısı üstünde odaklanır. Sâdece ahlâkla zihni aşarak gönle uzanabilir. Felsefî metafizik araştırma, düşünce ile sözün ve inanç ile onun dışavurumu olan cümlenin örtüştükleri kabulünden kalkar.
(1) Geçerli olup olmadıkları dışımızda cereyân eden olaylar yahut süreçler tarafından sınanmak üzre, dile getirilen inançlara varsayım diyoruz. Şu durumda, varsayım, dışımızda olup bitenlerce sınanarak bilgiye dönüştürülür. Özge bir anlatımla: Varsayım, bilginin kuvvesiyken; bilgi de, varsayımın fiilleşmişliğidir.
(2)Sınavdan başarıyla geçen, demek ki olup bitenlerce onanan varsayımlar, geçerli; geçmeyenler, başka bir deyişle, olayların onamadığı, yalanladığıysa, daha önce de belirtildiği üzre, 'zan' yahut 'sanı' şeklinde anılan geçersiz bilgilerdir. Ne var ki, değişen şartlar ile zamanlarda geçerli bilgiler, geçerliliklerini yitirebilir; buna karşılık, geçersiz olanlar, geçerlileşebilirler. O hâlde bilgiler dünyasında kesinlik ile mutlak devâmlılıktan bahsolunamaz. Bilginin kendilerinden devşirildiği olayların dünyasında, şu durumda, gerekirciliğin (Fr determinisme) hüküm sürdüğünü söyleyemeyiz. Söz konusu olan ihtimâllerdir.
(3)Gerekirciliğin var olmadığını söylememiz, sürecin tümüne bilgice tam anlamıyla hâkim olmamamızdandır. Olabilmemiz için alîm olmak zorundayız. Alîm olan ise, âlemin yaradanı Allahtır. Bilgice hep eksik ve kısmî kalmağa hükümlüyüz. Bilgileri edinme çabalarımızın ötesinde, üstümüze düşen ana ödev, âlemin, bu arada, evrenimiz ve onda yer alan tüm süreçlerin, öngörülerek yaratılmış olmasından ötürü, zorunluluğuna imân etmektir.
(4) Dışımızdakileri, demek ki fizik dünyayı deneme ile sınama yoluyla kavrayıp değerlendirmemizi sağlayan[iii] ve deneme ile sınamanın ardından cereyân eden olayların yahut süreçlerin varlığından ve yapıları ile olup bitme tarzlarından bizleri haberli kılan[iv] inanç cümleleri, yargılardır.
(1) Karşılaşılan, baştan geçen, kısacası yaşanan olayların ömrün her kesitinde[v] meydana getirdikleri birikimler, tecrübeleri oluştururlar. Tecrübelerin birikimiyse, yaşantılardır.[vi] Ömür de, sonuçta, yaşantıların tümüdür.
(2) Duyu verileriyle başlayan algı sürecinin zihinde bıraktığı izlenimlerin yol açtıkları görüntülerin, daha sonra da tasavvurların, akıl ürünü kavramlarla karşılaşıp bunların denetimleri ve yönlendirmeleriyle biçimlenen inançların, tekrar dış dünyaya çıkarak orada olayların imbiğinden geçerek oluşan tecrübe, bir nefs (Fr psychique) hâletidir. Bu nefs hâletinde görev alan bellibaşlı süreçler, genetik, hormonal ile sinir fizyolojisine ilişkin işleyişlerdir. Ama özellikle tasavvur seviyesinden itibâren tamamıyla farklı bir düzleme giriyoruz: 'Dirimaşkın' düzlem. Başta kavram oluşturma işi olmak üzre, akıl işlemlerini dirim faaliyetlerinden hareketle açıklayamayız. Hayat, fizik veriler ile etkilere ve genetik-fizyo- lojik faaliyetlere dayanır. Ancak, o seviyeyle sınırlı değildir. Genetik-fizyolojik faaliyetler, demek ki yaşama etkinlikleri, evvelemîrde ruh verisi ve türevi aklın, az yahut çok, denetimi ile yönlendirmesi altında cereyân ederler. Hayat, yaşamanın ötesine akıl yolundan ağar. Aklın ne olduğunu, nasıl çalıştığını, hangi nirengi noktalarına bakarak onu kullanmamız gerektiğini onun da ötesinden bize bildiren bir merci vardır: Sezgi.
Duyu verilerinden türeyen algıların, izlenimler ile görüntülerin, yaşamanın başını çektiğini söylemiştik. Belirginleşip 'benim'e değerlendirme imkânını temîn eden soyutlama ile genelleme basamaklanışında zaman - mekân salt biçimleme etkenlerinin çerçevesinde daha üst dereceyi teşkil eden, tasavvurdur. Sonunda kategorilerin denetiminde kavram algıyla buluşur, kaynaşır. Ne var ki, tasavvur yüklü, ev, masa, dağ, ağaç gibi, kavramlar, soyutlama merdiveninin en alt basamaklarında dururlar. Bunlardan gerek menşe gerekse yapı bakımından ayrı olup andığımız 'merdiven'in üst basamaklarında duran duyu verisi türevlerinden ya git gide uzaklaşmış ya da hepten bağımsız olan kavramlar vardır. Bu saltımsı yahut doğrudan doğruya salt kavramlara fikir demiştik. İşte fikirlerin vucut verdiği inanç türüne duygu diyoruz. Elbette duyguların dahî 'benim'in dışıyla bağlantıları bulunur. Ancak, bağlar, dolaylı ve zayıftırlar. Bu yüzden, duyuların tersine, duygular, dışın içimizdeki tezâhürü yahut iz düşümü değildirler. Sonuçta onları duyu verileriyle bağlantılı görmek yanıltıcıdır. Duygular, haddizâtında sezgilerin semeresidirler.
Dış kaynaklı duyuların (yine) tersine, duyguların kökü içtedir. Duyu verilerinin, duyu verisi evresinden algı aşamasına kadarki süreci duyu/m/dur. Algı aşamasında duyu verileri anlamlandırılırlar. İdrâk safhasındaysa manâlanırlar. Oysa dışarıdan duyup algıladıklarımızdan farklı olarak içimizde yakaladığımız sezgiyi, basamak basamak merdiven çıkarcasına aşamalar kaydetmeksizin, doğrudan doğruya idrâk edip ona manâ atfederiz. Şu son bahsi geçen süreç de duygulanmadır. Sonuçta, gerek duyunun gerekse duygunun gelip çattıkları, nihâî biçimlerini aldıkları merhâle idrâk safhasıdır. Duyu ile duygu, o hâlde, birbirlerinden tümüyle kopuk, tecrîd olmuş veriler değildir. Tersine, ikisi birbirini algıda kısmen, ama idrâkte topyekûn tamamlar. İkisinin birbirini son aşamada tamamlamasına zâten 'idrâk safhası' diyoruz.
Dış dünyaya dair tasavvurun kaynağı, duyulara dek geri gider. Duygulara gelince; onlar da, düşünceler gibi, duyu verisi çıkışlı tasavvur içeriğine kavuşarak ete kemiğe bürünür.
Biçim, düzgünlük sağlar. Düzgünlük kazanmış duyu, tasavvurlaşıp anlamlanır. Akıl menşeli kavram, algının taşıyıp getirdiği tasavvuru idrâk edince ortaya düşünce çıkar.
(3) Nasıl, kavram, sezgi yoluyla akıldan çıkıp gelirse, duygu da aynı yolla gönülden neşet eder. Yine, 'kavram-doğurucu-akıl' kadar 'duygu-beşiği-gönül' de fizik dünyanın malı olmayıp insana mahsûs metafizik hâldir. İddiamızı tekrarlamak bahâsına: Kavram-doğurucu-akıl da duygu-beşiği-gönül de fizik meka- nismalar değildir. Zirâ ikisinin de zaman ile mekân boyutlarını gösteremeyiz. Yalnızca idrâk edilip duygulanılır sonuçlarını yaşıyoruz.
(4) Kavram-doğurucu-akıldan çıkıp gelen kavramların fikir çeşidiyle ahlâk - metafizik - mantık - matematik - teorik fizik; düşünce cinsiyle de denel bilim ile fen yapılarını inşâa ediyoruz. Aklın dizginleriyle iş gören duygular, hayat kurucusu oldukları kadar sanatın dahî temel devindiricisidirler. Aklın denetiminde kalan duygular, aklıselîm sâhibidirler. Onun dizginlerini yitirenlerse, duygusallık hâlini alırlar. Aklın dizginlerini yahut denetimini edinmiş duygu, sınırlarını tanır. Duygunun sınırlarını tanıması durumuna 'insâf' diyoruz. İnsâf duygusu da bize hayatın esâsını teşkîl eden adâleti duyurur. Adâleti duymayan, duyumlama- yan birey yahut toplum, pusulasız gemi gibi yönünü şaşırır, başıbozuk sürüklenir durur.
(5) Metafizik - mantık - matematik ilkeler ile etkenlerin ve güzel sanatlara ilişkin duyarlılığın yanında,
ahlâk inançlarını sezgi verisi sayıyoruz. Duyuların dış kaynaklı, dolambaçlı, basamaklı tarzda algılanan verilerinin tersine, sezgiler, içeriden duygulanılarak idrâk olunurlar.
(6) Sezgiler, zihnin zaman ile mekân salt biçimleyici etkenleri çerçevesinde de yer almazlar. Aklın kategorilerineyse tâbî olmayıp onları dahî biçimleyip düzenleyen güçlerin mebdesidirler (Y arkhe). Metafiziğin esâsı varlık öğretisinden edindiğimiz sezgi verisi temel ilke, varlık vahdetidir. Mantık-matematiğinki özdeşliktir. Sanata gelince; onunki de, güzelliktir. Ahlâkınkisiyse, iyiliktir.
(7) Varlık öğretisinden (ontologie) çıkan varlık vahdetine hakîkat denir. Fizik işlemlerle, öyleki matematik hesaplamalar yoluyla ve nihâyet, genellikle gerek olağan gündelik, gerek bazı ârifâne sezgiler sûretiyle de olsa, hakîkatın bilebildiğimiz kısmına, yanî hem soyutlamalar ile teorik düşünüşe hem de uygulamalarımıza açık kalan kesimine gerçeklik diyoruz. Gerçekliğin fizik bütünlüğüyse, evrendir (kâinât).
(Ş. Teoman Duralı'nın, Dergah Yayınları'nca yayınlanan 'Sorun Nedir' isimli kitabından alıntılanmıştır.)
Ş. Teoman Duralı
Ancak alıntılanan köşe yazısı/haberin bir bölümü, alıntılanan habere aktif link verilerek kullanılabilir. Ayrıntılar için lütfen tıklayın.
- Ödev (28.05.2019)
- İslâmın talimâtları akılla çelişmez (15.05.2019)
- Bilinmezlik alanı imanı şart koşar… (08.05.2019)
- Ölüm, sınavın sonu: Dirimsiz hayata diriliş (01.05.2019)
- Din ile eğitim (24.04.2019)
- Ahlâkın menbaı: Akıl (17.04.2019)
- Ahlak: İnsanın başkaldırması sorunu (10.04.2019)
- Bireylilik - kimlik - kişilik sorunları (03.04.2019)