1. Türklüğün öteden beri başat özelliği olan askerî savaşcılığın, herkes için geçerli kılınması, demekki belli bir zümrenin tekelinde bulunmaması keyfiyeti, Osmanlı devlet ile toplum yapısının esâsını teşkil etmiştir. Aynı durum, din yakası için de söz konusudur. Nasıl, eli kılınç tutabilecek adam, muharebe meydanında arzıendâm ederdiyse, akılbâliğ öğrenim görmüş herkes, hinîhâcette, en azından, bir cuma, bayram yahut cenâze namazını kıldırabilecek kadar dinin amelî hünerleriyle mücehezdi. İşte, bu bildirilenlerden de anlaşılacağı üzre, askerî (Fr militaire) - mülkî (Fr civile) ile ruhbân (L clericus) - ruhbân-olmayan (L laicus) ayırımının, Tanzîmât sonrası döneme değin Müslüman Türk, özellikle de Osmanlı tarihinde yeri olmamıştır.
Ruhbân - ruhbân-olmayan ayırımının olmaması, Müslümanlığın temel özelliğidir. Allah, kendi adına tasarrufta bulunma yetkisini hiç kimseye tanımaz. Burada Peygâmberler bile istisnâ teşkil etmez; onlar dahî beşerdirler: "Peygamberleri onlara —yanî ahâliye— dediler ki: 'Biz sizin gibi beşer olmaktan başka bir şey değiliz. Ne var ki Allah, kullarından dilediğine ihsânda bulunur; Onun, izni olmadıkca sizlere hüccet getirmeğe kudretimiz yoktur...'" —İbrâhîm/14 (11); "Senden önce gönderdiğimiz peygâmberler de yemek yiyen, sokaklarda yürüyen beşerdiler" — Furkân/25 (20). Hâlbuki ruhbânlık, ilahî yetkiyle mücehhez olmak anlamındadır. Şu durumda birinin kalkıp sırtını Allaha yaslayarak resmen ve siyâsetce başkalarına çekidüzen vermeğe yeltenmesi İslâmın esâslarına aykırı bir işdir. Ruhbân zümrenin ilahî yetkiye ve kudrete dayalı siyâsî ve hattâ iktisâdî erki anlamındaki 'diniktidarı' (Fr theocratie) İslâmla bağdaşmaz. Bu sebeple geçmişte İslâm yahut Müslüman lakabı yahut ünvânını taşımış devlet yahut iktidar ad terkîbiyle karşılaşmıyoruz. Günümüzde de ilahî-dinî ünvân taşıma iddiasındaki bir kısım Müslümanın, Allahtan aldıkları hücceti göz önüne sermek zorundadırlar.
Filhakîka, Allahtan ruhsat aldığımızı iddia ederek dünya işlerini tanzîm etmeğe kalkıştığımızda, kaçınılmazcasına düştüğümüz yanılgılar ile yaptığımız yanlışlarda, işlediğimiz cinâyetlerde Onu bunlara âlet etmeğe, Onun muazzez adını lekelemeğe ne hakkımız var? Böyle bir yola tevessül etmek hatâların en büyüğüdür. İki onulmaz yanlıştan söz edilebilinir: Biri dini siyâset ile iktisâda âlet etmek, öbürü de müstehcenliktir. Birincisi manevî, ikincisiyse, maddî mahrecimizi ayağa düşürür. Kişinin birinci —yânî dünya ile âhıret— dayanağı, Rabbıdır; ikincisi de Mürebbiyesi (annesi)dir. Bunlardan başta birincisi olmak üzre, ikisini de yitirirsek, varoluşumuz çürüyüp çözülür.
Bir toplum-siyâset ortamında[1] ruhbân zümre yoksa, karşıtı, ruhbân-olmayan da, tabîatıyla, bulunmayacaktır. Tıpkı, sivil zümreniz yoksa, askerinizin (OsmT seyfîyenin) de olamayacağı, ve bunun tersi durumu, gibi. Osmanlı Türk tarihinde işte bu sebeple, Clerical - Laique ile Militaire - Civile karşıt zümrelerini ve bunlardan kaynaklanmış siyâsî iktidarları aramak beyhûdedir. O hâlde Cumhuriyet Türkiyesindeki bu kabîl sınıflamalar idhâl malı sunîliklerdir. Nitekim, dinadamı meslek öbeği dahî, sunîliklere bâriz bir misâl teşkil etmektedir.
2. Müslüman Türk, savaşma gücü ile kâbiliyetini hep İslâmdan almıştır. İkisi el ele yürümüş süreçlerdir. İslâmın, savaşmağa, dolayısıyla da yaşamağa esin ve güç kaynağı oluşturması, bir ahlâk olayıdır. Kur'ândan kaynaklanan ahlâk gücüyle özümü ve dârulİslâmı koruyup kollama çabasında bulunurum. Özümü ve Dârulİslâmı koruyup kollama mücâdelesi meşrûu nefsimüdâfaadır. Sırf talan maksadıyla elin günün malına mülküne, ırzına canına, yerine yurduna tamah ve tecâvüz etmek, elbette, Allah yolunda gazâ değildir. Tam tersine zulümdür. Taktik icâbı yer yer ve zaman zaman hücuma geçilecekse bile, aslında gazâ, meşrûu müdâfaadan başka bir şey olamaz. Meşrûu müdâfaa, haddini bilmektir. Haddini bilmekse, edeptir. Haddini aşmak da kibirdir. İşte, ahlâklı yaşamak, edep ile kibir uçları —ifrât ile tefrît— arasında cereyân eder. Bu uçlardan edep, hayata örnek; kibir ise, ibrettir.
Gelişigüzel biraraya gelip talan peşinde koşan güruh kavgacılığından farklı olarak Osmanlının askerî savaşcılığı (mücâhitlik), üstün insanî değerlerin demetlenmiş hâlini dile getiren ülküyü gerçekleştirmek üzre, savaşmağı olabilir kılacak kuvvetler ile malzemelerin teşkilâtlanmış bütünlüğüdür. Toplumun bütün maddî ile fikrî imkânlarının bahsi geçen kuvvetler ile malzemelerin teşkilâtlanmalarına hasredilmiş olmaları, kendinden önceki Türk devletleri gibi, Osmanlıyı da yekpâre bir ordu kılmıştır. Başka türlü söylersek, Osmanlının Müslüman Türk unsuru, hükümdârıyla, rençberiyle, bilgini, dervişi ve zanaatkârıyla topyekûn bir savaş gücüydü. Yalnız, İslâmöncesi Türklerden farklı olarak Müslüman, özellikle de Osmanlı Türkleri savaşmak için savaşmamışlardır. Ülkü, ülkeleri ele geçirmek sûretiyle toprakların genişletilmesi ve bu yoldan maddî servetin artırılması doğrultusundaki mücâdeleyi öngörmez. İlk amaç, İslâm âlemini bir bayrak altında toplamak —Halîfelik, bu maksatla üstlenilmiştir—, bunun başa- rılamadığı durum ile zamanlarda, zorda kalan Müslümanlar ile diğer toplumların dahî korunup kollanmasıdır. Nitekim bu bildirdiklerimizin şüpheye yer bırakmaz örneklerini, 1492den itibâren ispanyadaki Müslümanlar ile Yahudîlerin Katolik istilâcılara; 1500lerin ortalarında Sumatranın kuzeyindeki Açelilerin, Portekiz; 1800lerin sonlarında da başta Çerkesler olmak üzre, Kafkas boylarının, Rus saldırılarına karşı savunulmalarında görebiliriz. Benzeri biçimde Lehler ile Macarlar ve İsveç kralı, tarihimizde 'Demirbaş' lakabıyla marûf Onikinci Karl (1682 - 1718) dahi, işğâle, zulme ve baskıya karşı Osmanlıya sığınmış, ondan medet ummuşlardır. İmdi, Osmanlı yurdu, tarihi boyunca, en olmayacak durum ve şartlarda bile, kolu kanadı kırılmış, aç biilâç ve açıkta kalmış mülteciye sığınak olmuştur.
Şu hâlde, birinci amaç, kavim, dil, itikât, örf, âdet ayırımları gözetilmeksizin, İslâm ülküsünde biraraya toplanabilecek cümle halklara ortak bir devlet ile yurt sağlamaktı: Ümmetin barınabileceği Dârulİslâm. İkincisine gelince; bahse konu ülküyü Müslüman olmayan ellere ve halklara, demekki Dârulharp dahi taşımaktı. Arzulanan, dünyaca İslâm birliğinin -beynelmilelcilik (Fr internationalisme)- tesisiydi. Fetholunan Dârulharb ahâlisi dilediği inanç çerçevesinde yaşamağa mezûndu. Hedef, kılınç zoruyla halkları Müslümanlaştırmak değil; onlara kendini Os-manlının kişiliğinde gösteren, tebârüz ettiren İslâm ahlâkını yaşatmaktı. Sorun, kişisel inançlara düğümlenmiş olmayıp düzendi. Haksız kazanç, yani faiz ve onun yıkıcı sonuçlarından arındırılıp kurtarılmış toplum-siyâset-iktisât düzeni.
Bahsettiğimiz şu ahlâk meselesini biraz daha deşip açalım: Tabiatca, fıtrat- ca, maddeten güçlenip kudretlenmek imkânından yoksun olanlara insanca, insan şeref ile haysiyetine uygun yaşamak fırsatını sunmak. Bu gâyeyi gerçekleştirebilmek üzre, zâten güçlü olanlar ile böyle olmağa eğilimli bulunanların ziyâdesiyle palazlanmalarını önleyecek tedbirlere başvurulmuştur. Sözgelişi, çeşitli dini esâslı vergilendirmeler, vakıfların tesisi, verâset ile zilyetin tanzimi, toprakların işlenmesiyle ilgili düzenlemeler, hep bahse konu maksada matûftular.
İnsanlar, eşitce yaratılmadıklarından, hukukun dışında kalan sahalarda, herkes istidâdıyla, aklıyla, fikriyle, zikriyle, öğrenimiyle, yapıp ettikleriyle bağlantılı biçimde lâyıkına kavuşmalıdır. Hukuk ise, kişinin, zihnine, genel kanâatlarına, toplumdaki orununa bakılmaksızın, belli bir mekân ile zamanda olup bitmiş bir olaya karışmışsa, vakada onun payı nedir; neyi, nasıl, niye, niçin yapmış olduğunu sorgulayıp bulgulamağa gayret eder. Toplumun bütün katlarında katmanlarında her şeyin ve herkesin lâyık olduğu oruna yerleştirilmesiyse, adâlettir. Giderek, adâletin, yaşatan, hayat veren uygulanışına da hukuk diyoruz. Bu yüzden "vur deyince öldürür" düstûru doğrultusunda yürüyen bir hukuk, adâletin zıddı demek olan zulümden türemiştir. Ahmak ile yoksulu, işe yaramaz ile tenbeli, çalışkanla, zeki ve hayırlı olanla karıştırmak da; o ilk saydıklarımızı insan şeref ve haysiyetiyle bağdaşmayan bir hayata hükümlü kılmak da, aynı raddede zulümdürler. Kul hakkı yiyenlerin, kanunları fütûrsuzca çiğneyenlerin, cezâya çarptırılmasıyla kalınmayıp zâlimce muamelelere tâbi tutulmamaları kaydıyla, zarara uğrattıklarının, bir nebze dahi olsa, öc alma duygularına cevap vermeleri de adâletin gereğidir.
Sonuçta Müslüman Türkün savaşırlığını, İslâm ülküsünden çekip koparmak, onun mücâdele azmini dumûra uğratmaktan özge bir anlam taşımaz. İngiliz-
Yahudî medeniyeti ile onun hareket ettiricisi olan İmperyalismin de maksadı işte budur. Bütün ezilen sınıfların, zümreler ile halkların, İslâm ülküsüne sarılmaları, bu ülkünün taşıyıcısı ile sürükleyicisinin de Müslüman Türkün olması, tarihî cihetten, aklın, izânın gereğidir.
Nihâyet kulluk, insandan Allaha olup insanın insana olanı tek kelimeyle günâhtır.Yazıklar olsun, kulu kula kul kılan toplum düzenine!
3. İktisâdî çıkar ve kâr esâslı İngiliz-Yahudî medeniyetinin desîsede tarihte çığır açan üstün zekâlı bireylerden oluşmuş gizli ve açık, resmî ve gayrıresmî önder kurmaylarının dikkati, 1800lerin başlarından itibâren bahse konu duruma odaklanır olmuştur. Adı anılan medeniyetin dünya çapında iktisâdî yayılmacılık ve bunu desteklemekle yükümlü siyâsî ile askerî hâkimiyet tasarılarının önünde göze batacakcasına belirgin pürüz, çözülmekte olan İslâm medeniyetinin yeniden dirilme ihtimâline ilişkin emârelerdir. Mezkûr ihtimâli gerçekleştirme imkânını bağrında taşıyan tek siyâsî-iktisâdî güç merkezi olan Osmanlı Devletinin başı ve gövdesiyle ortadan kaldırılması, İngiliz-Yahudî medeniyetinin karşısına vazgeçilmez bir zorunluluk olarak dikilmiştir. İmdi, Osmanlı Devletinin başı ve gövdesiyle ortadan kaldırılma girişimi, Türklüğün ya toptan imhâsını ya da, neredeyse o anlama gelebilecek, bir başkalaşıma (metamorphose) uğratılmasını şart koşmuştur. Haddizâtında bir kültür varlığının imhâsı, tabiatının bozulması demek olan başkalaştırılmasından geçer. Türklüğü toptan imhâsı, soykırım yoluyla gerçekleştirilebilinirdi. Bu, nitekim denenmiştir. Balkanlarda 1800lerin başlarından 1950lilerin sonuna değin Türk diye adlandırılıp kabul edilen Müslüman nüfusun kâh öldürülüşü, kâh kavmî temizlik doğrultusunda yerinden yurdundan edilmesi (Fr deportation) olayı ile bunun bir benzerinin Kafkaslarda da sahnelenmesi yukarıda bildirilenin açık bir örneğidir.[2] Sevresde tasarlanmış taslaklardan biri olduğu söylenen, Müslüman Osmanlı Türkünün Anadoludan Orta Asyaya sürülmesi, gerçekleştirilemeyince, kültür varlığının başkalaştırma yoluyla imhâsı cihetine gidilmiştir. Başta yazı düzeninin tamamıyla değiştirilmesiyle millî maşerî hâfıza silinmiş, ameliyât da böylece başarıyla sonuçlandırılmıştır. Ameliyât, kültür soykırımı anlamındadır. Dirimsel soykırımınmı yoksa kültürel olanınmı sonuçları daha ağırdır, sorusunun cevabı, ikincisidir. Olağanüstü korkunçluğuna rağmen, katledilen bir soya mensûp bireylerin kalıtım unsurları, başka bir/çok topluluğun döldöşüne karışarak, bir ölçüde dahî olsa, saklı kalırlar. Oysa bir toplumun, tarhi boyunca, göz nuru, alın teriyle vucuda getirmiş olduğu kültürün köküne, bir kere, kibrit suyu dökülmeğegörsün; o artık, bütün zamanlar için sırra kadem basar.
Yazının değiştirilmesinin yanısıra, Osmanlı Türküne mahsûs dine, siyâsete, hukuka, kılık ile kıyâfete, ev ile aile hayatına ilişkin tekmil kurallar, örfler, âdetler, alışkanlıklar, biçimler, tavır ile tutumlar küpeşteden denize atılmışlardır. Fakat yazıya koşut bir başka bağışlanmaz, fecîi katliâm dile uygulanmıştır. 1920lere gelindiğinde, gerek söylenişindeki renklilik ile telâfuzunun soylu latîfliği, gerek dilbilgisinin tıkızlığı ile kavîliği gerekse sözvarlığının çeşitliliği ile zenginliği itibâriyle Osmanlı Türkcesi dünyanın üç beş en mutenâ ile müstesnâ dilinden biriydi. Bahsettiğimiz, nazmın şehinşahı Fars şiirine cepheden meydan okuyabilecek gücü kudreti kendinde gören bir şiir ve onunla içli dışlı olmuş ruh kardeşi hârikulâde bir musîkî geleneğini bağrında barındıran mümtâz bir dildir. Kıyılırmı böyle bir şahesere? Yakılıp kül edilmiş bâkir orman, yerini, iç karartıcı, susuzluğu gideremeyen, cümle umudu tüketen çöle bırakır. Klasik dilimizin katli yerlebir edilmiş bir şehre yahut yakılmış bâkir ormana nice benziyor.
4. Kimilerinin son yirmi yılda diline pelesenk olmuş iddiası uyarınca, Türklerin yüzde altmışı ahmakmış. Bir millet yahut kavim, fıtraten, aptal olamaz. Böyle bir şeyi kanıtlar mahîyette aklı başında delîl yok. Günü çoktan geçmiş Kuzey kavmiyetci ırkcılığını çağrıştır bir saçmalık. Şurası da var ki, seksen yıldır her yeni nesille duygu ile düşünme yollarında tıkanıp yoksullaştığımız gözle görülür, elle tutulur bir gerçekliktir. Gerek bireyin gerekse toplumun duygu ile düşünme ufkunu dili çizer. Dil yoksa, duygu ile düşünme de olamaz. Sözdizimi ile dilbilgisiyle birlikte dilin kurucu unsuru söz haznesini teşkil eden her bir söz, tarihi boyunca edinmiş olduğu muazzam bir müktesebâtın taşıyıcısıdır. Belirli bir kültürün bâriz bir özelliği, karşılığını belli bir sözde bulur. Nasıl bir canlının gen havuzundaki kalıtım unsurlarını kurcalamak, onun genetik yapısını değiştirmek demekse, benzer biçimde sözlerle oynamak, onları ipe sapa gelmez gerekcelerle atmak, yerlerine saçma sapan sözümona karşılıklar koymakla dil mahvedilir. Dili mahvedilmiş bir toplum-kültürün günleri sayılıdır. Dil, düşünme ufkumuzdur. Tek tek sözler, düşüncelerimiz ile duygularımızdır. Belli bir zaman ile mekânda dile getirilen, başvurulmuş 'söz'ün tümü tamamı değildir. Çünkü, salt kavramlar, yanî fikirler dışında kalan düşünceleri ifâde eder bütün sözler, tasavvur yüklüdürler. İşte o tasavvur yüklü söz yokmu; o, toplumun, kültürün tarihidir; üstelik resimli tarihi. Kültürü toplumu teşkil eden fertler, o 'resimli tarih'in mihverinde buluşur, bağdaşırlar. Nitekim Osmanlı milletini kaynaştırıp birarada tutan mihver üçgeninin de köşelerinden biri, devlet-hukuk geleneği, öbürü dindarlık/dinlilik, ötekisiyse Arap asıllı harflerle yazıya geçirilmiş dil (Klasik Türkce) olmuştur.
5. Çağdaş İngiliz-Yahudî medeniyeti ve onun siyâsî-iktisâdî zenbereği hür sermâyecilik, dünyada tek ve eşsiz kalmak arzusundadır. Bu medeniyeti ve onun temel ideolojisini taşıyan güç, imperyalism, mümkün ve hattâ muhtemel her medeniyet tasarısını ateş bacayı sarmadan boğmak irâdesini tereddütsüzce uygulamaya geçirmektedir. Bu cümleden olmak üzre, mantıkca tek mümkün gözüken seçenek İslâm medeniyetinin yeniden dirilip toparlanma istidâdını durdurup kökten kurutmak amacıyla onun başını ezmek zorunluluğunu duymuştur. İmdi, İslâm medeniyet davâsının bin yıldır mücâdelesini ilimle, irfânla, kan ve gözyaşıyla sürdüregelmiş Türklüğü ve onun devlet şaheseri Osmanlıyı tarih sahnesinden ebeden silmek kaçınılmazlaşmıştır. Bu maksat doğrultusunda kırımın en akıllı ve kökten olanına başvurulmuştur: Binyüz küsur yıllık yazısının iptâliyle Türklüğün tarih-kültür hâfızası silinip boşaltılmış, millî kültür bilinci yokedilmiştir. Bu, tarihte eşine menendine rastlamadığımız bir tragedyadır. Böyle bir çılgınlığa devrimciliğin öncüsü Lenin ile Mao bile kalkışmamışlardır.
(Ş. Teoman Duralı'nın, Dergah Yayınları'nca yayınlanan 'Sorun Nedir' isimli kitabından alıntılanmıştır.)