X. yüzyılda Türkler'in İslâm dinini kabulü ve buna bağlı olarak yazılarını değiştirmeleri sonrasında, hat san'atıyla ilgilerini gösterecek ilk eserleri zamanımıza kadar gelememiştir. Ancak şunu hemen belirtelim ki: Türkler'in hüsn-i hatta bu mertebe yatkınlıklarının -kābiliyet dışındaki- esas sebebi, önceden kullandıkları Uygur yazısının da diğer Uzak Doğu yazıları gibi san'at icrâsına müsâid oluşundan dolayıdır.
En eski hat örnekleriyle, Selçuklular'dan îtibâren karşılaşılmaktadır. Anadolu Selçukluları devrinde (1092-1308) kûfînin kitaplarda kullanılmasından hemen hemen vazgeçilmiş, artık aklâm-ı sitte hâkimiyeti başlamıştı. Bu sebeple, kûfî hattına, daha çok kitap başlıklarında ve âbidelerde çiçekli, yapraklı, örgülü olarak tanınan tezyînî şekilleriyle rastlanmaktadır. Yine, âbide yazısı hâlinde, hendesî bir hat cinsi olan satrançlı (murabba'lı) kûfî kullanılmıştır ki, bâzı kaynaklar bunu ma'kılî veya bennâî olarak da isimlendirmektedir
a: Ma'kılî hattı.
b: Müselsel hattı ile Besmele (her iki yazı da Ahmed Karahisârî'ye âiddir).
Beylikler devrinde (XIII.-XIV. yüzyıl) ve İstanbul'un fethine kadar Osmanlı'nın ilk asırlarında (1299-1453), Anadolu'daki hat san'atı, kalan örneklere nazaran, Abbasîler'in Bağdad'daki üstâdâne tavırlarının bir devamı gibi görülmektedir. Nihayet, Şeyh Hamdullah'la (1429 - 1520) hat san'atı Osmanlı hâkimiyetine geçmiş ve dâimâ gelişip ilerleyerek XX. asrı bulmuştur. Bu tekâmülde rolü bulunan büyük üstâdları anmadan önce, Osmanlı hat san'atında kullanılan yazı cinsleri sırayla tanıtılacaktır.
AKLÂM-I SİTTE
Bu isimle anılan altı cins yazı birbirine tâbi, ikili guruplar hâlinde gözden geçirilebilir: Sülüs-nesih, muhakkak-reyhânî, tevkî'- rıkā' (bunlara örnek olarak Hat San'atı:1'e bakılabilir). Bu üç grubun birincilerinin (sülüs, muhakkak, tevkî ), ağzı daha geniş kalemle (2 mm civarında) yazılmalarına mukābil, ikincileri (nesih, reyhânî, rıkā') 1 mm civarında ağız genişliği olan kamış kalemle yazılırlar. Yazı karakteri îtibâriyle, muhakkak reyhânîyle, tevkî' ise rıkā'yla, birbirine çok benzeyen büyük ve küçük iki kardeşi hatırlatırlar. Ancak sülüsle nesih böyle değildir; onlar arasında, ölçüleri dışında da belirgin şekil farklılıkları vardır. Nesih hattının çok ince yazılan şekline de, toz kadar küçük görüldüğünden gubârî hattı denilir
Ahmed Karahisârî'ye âid gubârî hattı.
Eski kaynaklarda "ümmü'l-hat" (yazının anası) olarak isimlendirilen sülüs, aklâm-ı sitte içinde san'at göstermeğe en müsâid olanıdır. Harflerindeki yuvarlak ve gergin karakter, ona hattatın elinde en fazla şekil zenginliğine girebilmek ve yeni istiflere açık olmak imkânını vermiştir. Bu hâl, hele âbidelerde yer alan ve uzaktan okunabilmesi için ağzı geniş kalemle yazılan (veya kareleme usûlüyle büyütülen) celî sülüs hattında daha da çarpıcıdır
Mustafa Râkım'ın celî sülüs kitâbesi (Fâtih Câmii).
Celî kelimesi "iri, aşikâr" mânâsına gelir. Sülüs veya celî sülüsün, kelime veya harf gurupları birbirinden koparılmadan yazılan şekline müselsel (Resim 1-b), aynı iki ibârenin karşılıklı yazılarak ortada kesişen biçimine de müsennâ denilir;
İsmail Hakkı Altunbezer'in celî sülüs müsennâ hattı.
bir biçim değişikliği olarak, bunlar da çokça kullanılmıştır.
Nesih hattı ise, harflerinde yuvarlaklık olmakla beraber, dâimâ satır nizâmına tâbi olup istife uygun gelmez; bu sebeple uzun metinlerin, en ziyade Kur'ân-ı Kerîm'lerin (mushaf) yazılmasında tercîh edilmiş, eski matbaa hurûfatı da nesihle hazırlanmıştır.
Hasan Rızâ Efendi'nin nesih hattı.
Birbirinin kardeşi sayılan muhakkak ve reyhânî de -düz harf unsurları hâkim olduğundan- satır nizâmına uygun gelmiş; XVI. asra kadar büyük boy mushaflar için muhakkak, küçük boy mushaflar için de reyhânî hattı kullanılma sâhası bulmuştur (Muhakkak ve reyhânî hat örnekleri için bkz. Hat San'atı: 1). Tevkî' ve rıkā' kardeşler de Osmanlı'nın ilk devirlerinde resmî yazışmalar ve nâdiren kitap çoğaltmak için ele alınmışlardır (Tevkî' ve rıkā' hat örnekleri için bkz. Hat San'atı: 1). Bu altı cins yazı da, Arapça'nın îcabı olarak hareke ve diğer yardımcı okuma işâretlerinin kullanıldığı yazı cinsleridir. Türkçe metinler için nesih, tevkî' ve rıkā' yazılarının harekesiz yazıldığı da görülmektedir.
TA'LÎK
Bu yazı, aslında tevkî' hattının XIV. asırda Îran'da kazandığı değişiklikle ortaya çıkan yazıya verilen isimdir ve orada daha çok resmî yazışmalarda kullanılmıştır.
İran'da kullanılan kadîm ta'lîk hattı.
Sonradan, anılan yazıya benzemeyen ve onun hükmünü ortadan kaldırdığı için nesh- ta'lîk diye adlandırıldığı anlaşılan bir yazı çıkmış, buna da daha kolay söylenişle nes-ta'lîk denilmiştir. İşte bu nes-ta'lîk hattı XV. asrın ikinci yarısında İstanbul'a ta'lîk adıyla gelmiştir ve asıl kadîm ta'lîk ile bir münâsebeti yoktur. Haşmetli sülüsün yanında, ince kavisli nârin yapısıyla, ayrıca -Farsça'daki gibi Türkçe'de de lüzûm duyulmadığı için- harekesiz yazılışıyla hoş ve şiir gibi bir görünüşe sahip olan bu Osmanlı ta'lîk hattının hurde veya hafî denilen şekli edebî eser ve dîvanların yazılmasında kullanıldıktan başka, fetvâhânenin de resmî yazısı olmuştur
Durmuşzâde Ahmed Efendi'nin hurde (hafî) ta'lîk hattı.
Celî şekliyle de, celî sülüsten sonra Osmanlı âbidelerinde ve levhâlarda en ziyade celî ta'lîk görülür.
Sâmi Efendi'nin celî ta'lîk zer-endûd levhası.
Ağzı 2 mm.lik kalemle yazılan tabiî boydaki ta'lîkle daha ziyâde kıt'alar yazılmıştır.
Kâtibzâde Mehmed Refî'nin mâil ta'lîk kıt'ası.
DÎVÂNÎ - CELÎ DÎVÂNÎ
Îran'da resmî yazışmalarda kullanılan kadîm ta'lîk hattı (Resim 6) İstanbul'a Akkoyunlular (1467-1501) yoluyla Otlukbeli savaşından (1473) sonra geldiğinde, kısa zamanda şekil değişikliği geçirerek -Dîvân-ı Hümâyûn'daki resmî yazışmalara tahsîs edildiği için- dîvânî adını almıştır
Halim Özyazıcı'nın dîvânî çalışması.
Harekesiz yazılan dîvânînin XVI. asırda İstanbul'da doğan harekeli, süslü ve haşmetli şekline celî dîvânî ismi verilmiş.
Hâmid Aytaç'ın celî dîvânî satırı
bu da devletin üst seviyedeki yazışmalarında kullanılmıştır (hat san'atındaki "iri ve kalın" mânâsının aksine, buradaki celî, "âşikâr" demektir). Okunması ve yazılması mehâret isteyen, aralarına harf ve kelime eklenmesi kolay olmayan bu iki yazının resmî yazışmalara tahsîsiyle, devlete âid konuların herkesçe öğrenilmesi de önlenmiştir. Her iki yazının bir başka husûsiyeti de - kadîm ta'lîk'de olduğu gibi- satır sonlarının yukarıya doğru yükselmesidir.
TUĞRA
Bugün nasıl her milleti temsil eden bir amblem mevcutsa, Osmanlı devrinde de, tahtta bulunan pâdişâhın adına çekilen tuğra, onun tahttan ayrılışına kadar devleti temsil ederdi. En eski örneği Sultan Orhan Gazi devrinde (1324-1362) basit çizgilerden oluşmuş bulunan tuğra, pâdişâhla birlikte babasının adını ve dâimâ muzaffer olmasını dileyen bir duayı (el muzaffer dâimâ) ihtivâ eden hususî bir şekildir. Kürsü (sere), tuğ, zülfe, iç ve dış beyza, hançer (kol) gibi kısımları bulunan tuğra,
Mustafa Râkım'ın çektiği Sultan II. Mahmud tuğrası: a) Kürsü (sere); b) Tuğ (elif); c) Zülfe; d) İç beza; e) Dış beyza; f) Pâdişah'ın mahlası (Adlî); g) Tuğrakeş'in imzâsı (Râkım).
bilhassa XVI. asırda tezhipli olarak hazırlanırdı. Dîvân-ı Hümâyûn'da tuğra çekmekle vazîfeli kişilere önceleri tevkī'î, muvakkî', tuğrâî veya nişancı denilirken sonraları bu ad tuğrakeş (tuğra çeken) olarak değişmiştir.
Zaman içinde eski havası kalmayan tuğra, Sultan III. Selim'den îtibaren Mustafa Râkım'ın (1758-1826) dehâsıyla (Resim 12) ve daha sonra da Sâmi Efendi'nin (1838-1912) üstün zevkıyle estetik ölçülerinin zirvesine varmıştır. Tuğrayla, pâdişâhlardan başka tarîkat pîrlerinin isimlerinin, yahut bir âyet veya hadîsin yazıldığı da görülmektedir.