Osmanlı Devrinin Adalı Hattatları - 2
(Bu makâlenin birinci bölümü geçen hafta neşredilmiştir)
Hüseyin Efendi
Moralıdır. Tereboluca'da arzuhalcilik yapardı. Ali Râkım Efendi'den sülüs-nesih meşk etti. Vefat târihi belli değildir.
Hüseyin Efendi
Mora yarımadasındandır. Anabolu'da oturur, Magrıbîzâde adıyla tanınırdı. Ali Râkım Efendi'nin talebesi olup vefat târihi belli değildir.
Hamza Beşe Efendi
Aslen Arnavud olup Mora'ya gelmiş ve Ali Râkım Efendi'den meşk etmişdir. Vefat târihi belli değildir.
Süleyman Penah Bin İbrahim
Mora'da hüsn-i hattı Ali Râkım Kefevî'den meşk etti, icâzet alıp İstanbul'a geldi. İlmiyeye intisâb edip 1786 yılında vefat etti. Mahmud Paşa Türbesi hazîresine defn olundu.
Bîzeban İbrahim Ağa
Cenâb-ı Hak, dilsiz olarak yaratdığı İbrahim'e öyle bir kābiliyet ihsan buyurmuş ki, Tuhfe-i Hattātîn'de belirtildiği gibi: "El-hattu lisânü'l-yedi ve'l-hattu ahadu'l-lisâneyn" (Yazı elin lisânıdır ve iki lisandan biridir) hükmü, zâtında âşikâr olmuşdur. Yine Tuhfe, yazısını görenlerin hayranlıkdan dillerinin tutulduğunu ve onun, kendi ahvâline uyan bir semtde, Çapa'daki Dilsizçeşmesi'nde oturduğunu beyân ediyor.
İbrahim Bîzeban, Girid'in Hanya şehrinden olup babası Hacı Hasan Efendi'dir. Hüsn-i hattı gençliğinde Seyyid Mehmed Nûri Mısrî'den (ö.1749) meşk etmişdir. Ancak, hocasının Mısır'dan İstanbul'a gelip kaldığı yıllar, Sultan I.Mahmud'un tahta geçişi sırasında, yani 1730 sonrasıdır. Eserlerine örnek olarak sunduğumuz mushafı 1727'de yazabilecek mertebeye çıkan İbrahim Bîzeban'ın, Mehmed Nuri Mısrî İstanbul'a gelmezden çok önce, o zamanlar her ikisi de Osmanlı beldesi olan Hanya'dan kalkıp Kāhire'ye giderek hüsn-i hattı oradayken öğrendikden sonra İstanbul'a gelmesi ihtimâli akla daha yakındır.
Bîzeban, Enderûn'da terbiye gördü; bunu bâzı eserlerine koyduğu imzalarında da belirtmektedir. Eski üstâdların yazılarını taklîdde muvaffakıyet sâhibi olduğu da biliniyor. Rahmetli üstâdım Necmeddin Okyay, Mustafa Kütâhî (ö.1787'den sonra) ile Bîzeban'ın hat şîvelerinin birbirine müşâbih olduğunu, imzâ olmasa yazılarının karıştırılabileceğini söylerdi.
Dünya hayâtında dâimâ suskun kalan bu hattatımızın -ne hazindir ki- hased sahiblerince zehirlenerek bedenen de susturulması 1741 yılındadır, medfeni de belli değildir. Kendisinin hattıyla dillendirdiği bir mushafı (Resim 1) ve farklı biçimde birkaç hilyesi zamanımıza gelmiş, herhangi bir talebesi de tesbît edilememiştir.
Abdülfettah Efendi
Tahmînen 1815'de Sakız adasında doğan Abdülfettah Efendi aslen Rum'dur. Serasker Hüsrev Paşa (ö.1855) tarafından satın alınarak İstanbul'a getirildi; onun diğer köleleri gibi iyi bir tahsil ve İslamî terbiye gördü. Paşa'nın seraskerliği zamanında Dâire-i Askeriye'de okudu ve bu sırada hüsn-i hat öğrendi. Bir levhasına koyduğu imzâdan anlaşıldığına göre, sülüs-nesihde hocası, Hâfız Mustafa Şâkir Efendi'dir (ö.1867); kendisinden 1832'de icâzet aldı. Lâkin Hatt u Hattâtân'da Mirzâ Habîb, Mustafa Burusevî (ö. 1837?) isimli hattatı tanıtırken (s.167): "Bilecikli olarak tanınırdı. Hacı Fettâh ressamın üstâdıdır." diyerek aklı karıştıran bir ifade kullanmıştır.
Ta'lîk hattını daha sonraki yıllarda Yesârîzâde Mustafa İzzet Efendi'den (ö.1849) meşk edip 1846'da mezun olan Abdülfettah, henüz gençliğini sürerken, 1831'de Hüsrev Paşa'nın husûsî kâtibliğine getirildi. Bu sırada sıbyan alayı ve tabur kâtiblerine yazı öğretdi. Hüsrev Paşa sadrâzam olunca (1839), Abdülfettah Efendi de sadâret kalemine girdi; İstanbul'da, Anadolu ve Rumeli'nin muhtelif şehirlerinde idârî vazîfelerde bulundu. 1858'den îtibaren İstanbul'daki Darbhâne'de "ser-sikkekenlik" (para ve madalya kalıblarını hâkk edenlerin reîsi) makāmına getirildi. Kendisine "ser-sikkezen" (para ve madalya basımıyla uğraşanların reîsi) veya "sikkezenbaşı" da denilmekdeydi. Hattâ bu konuda şu şirin hâdise rivâyet edilir: Sadrâzam Âli Paşa'yı (1815-1871) ziyârete gitdiği vakit, kendisini karşılayan haremağası, Abdülfettah Efendi'yi tanımadığı için kim olduğunu sorar. O da "Sikkezenbaşı geldi, deyiniz" cevâbını verince, daha evvel adını duymadığı bu meslekden kendince bir mânâ çıkartan haremağası, Âli Paşa'ya gidip: "Efendim, sünnetçibaşı ziyâret-i âlînize gelmişdir" der. Paşa, bu gelişe bir sebeb ararken, huzûruna çıkan kişinin Abdülfettah Efendi olduğunu görünce, vaziyeti derhâl kavrayarak yanında bulunanları: "Fellâhın aklı fikri hep orasında!" sözleriyle tebessüm etdirir!
O yıllarda kāime adıyla çıkartılan kâğıd paraların kalıblarının hazırlanmasında çalışırken, 1860'da filigran îmâlini öğrenmek üzere Viyana ve Paris'e gönderildi. Osmanlı Devleti'nde üst dereceli vazîfeler gördü, nişânlar aldı. 8 Cemâziyelevvel 1314 (16 Ekim 1896) günü Vaniköy'deki yalısında vefat etdi. Kabri, Sultan II. Mahmud türbesi hazîresindedir.
Sultan II. Mahmud'dan Sultan II. Abdülhamîd'e kadar beş pâdişah devrinde eserleri görülen ve takdîr edilen Abdülfettah Efendi'nin İstanbul (Süleymaniye, Bayezid, Yıldız Hamîdiye (Resim 2) ve Ertuğrul, Aksaray Vâlide, Altunîzade, Yûşâ/Beykoz camileri, Fâtih Türbesi, Topkapı Sarayı Bâb-ı Hümâyunu, Beylerbeyi Sarayı ve birkaç çeşme), Bursa (Ulu Cami'de, kendi îcâdı olan ve yazarken Sultan Abdülmecîd'in (saltanatı:1839–1861) de takdirle seyretdiği, ağaçdan yapılma celî kalemi de, bunu kullandığı "çifte Allah Hû" levhasının yanında hâlâ asılıdır, Resim 3), Edirne, Kastamonu (Şâbân-ı Velî Türbesi), Şam, Girid gibi Osmanlı şehirlerinde levha ve taşa mahkûk kitâbeleri, pûşîde ve perde üstüne işlenmiş celî yazıları ve tuğraları mevcudsa da, bunlardan Türkiye dışında kalanların âkıbeti bilinmemekdedir. Aynca, ser-sikkeken olarak Osmanlı altın, gümüş para, nişan ve madalyonlarının, kâğıd paraların kalıblarının hâkk ve îmâlinde, muâvini Trabzonlu Râsim Efendi'yle (1842-1885) birlikde büyük emeği geçmişdir. Süleymâniye Camii'nin celî sülüs yazılarını yeniden yazarken, Abdülfettah Efendi'nin geniş yer bulamadığını arz eylemesi üzerine, Sultan Abdülmecîd'in kendisine Vezneciler'de istediği gibi büyük sofası bulunan bir konak ihsân etdiği meşhurdur.
Hacı Abdülfettah Efendi, tuğra ressamı (Resim 4) olduğu kadar, celî sülüs ve celî ta'lîk yazılarında da kemâl sâhibi bir hattatımızdır. Sultan Abdülmecîd'in şahsî tercîhi dolayısıyla, onun devrinde Mahmud Celâleddin (ö.1829) tavrında celî sülüsle yazmak mecbûriyetinde kalmışsa da, gönlü dâimâ Mustafa Râkım (1758-1826) üslûbundan yanadır. Bu yolda birçok eser verdiği gibi, Râkım'ın seçkin yazılarının da Abdülfettah terekesinden çıktığını Necmeddin Okyay üstâdımdan işitmişdim.
Mevzuumuzla ilgili yazabileceklerim bundan ibâret… Bu vesileyle Mehmed Giridî, İbrahim Rodosî, Ahmed Hıfzı, İbrahim Bîzebân ve nihayet Abdülfettah misillû, yerleştikleri İstanbul'a latîf eserler bırakmış olan "adalı"ları, bu san'ata emeği geçen bütün meslekdaşlarıyla birlikte şükrân ve rahmet ile anarım.
Prof. Uğur Derman
Resimaltı yazıları
R.1 – Bîzeban İbrahim Ağa'nın nesihle 1139/1727'de yazdığı mushafın hâtime sahifesi ve rıkā' hattıyle imzası.
R.2 – Abdülfettah Efendi'nin Yıldız Câmii'ndeki celî sülüs kitabelerinden biri.
R.3 – Abdülfettah Efendi'nin Bursa Ulu Câmii'ndeki celî sülüs müsennâ levhası ve yanında asılı olan celî kalemi
R.4 – Abdülfettah Efendi'nin çektiği Ashâb-ı Kehf (Yedi Uyurlar) ve Sultan Abdülmecîd tuğraları.
Ancak alıntılanan köşe yazısı/haberin bir bölümü, alıntılanan habere aktif link verilerek kullanılabilir. Ayrıntılar için lütfen tıklayın.
- Osmanlı Devrinin Adalı Hattatları - 1 (24.11.2023)
- Vefat yıl dönümünde son klasik mücellidimiz İslam Seçen (16.11.2023)
- İslâm Yazılarının Türk Kültüründeki Yeri - 2 (10.11.2023)
- İslâm yazılarının Türk kültüründeki yeri - 1 (03.11.2023)
- İstanbul’un Osmanlı Devri Kitâbeleri - 4 (27.10.2023)
- İstanbul’un Osmanlı Devri Kitâbeleri - 3 (20.10.2023)
- İstanbul’un Osmanlı Devri Kitâbeleri - 2 (13.10.2023)
- İstanbul’un Osmanlı Devri Kitâbeleri - 1 (06.10.2023)