Suriye krizi başından beri uluslararası aktörlerin hem sahada hem de masadaki müdahalelerinin etkisi ile şekillendi. Bu iddianın mevcut konjonktürde daha fazla geçerli olduğunu iddia etmek hiç de zor değil. Yerel aktörlerin sahada yürüttüğü mücadeleyi gölgede bırakan bir süreç bu. Elbette ki ABD, Türkiye, Rusya ve İran başta olmak üzere uluslararası aktörler atacakları adımlar için birlikte çalıştıkları yerel aktörleri ikna etmek durumunda. Ancak sürecin belirleyici tarafları muhalif gruplardan ziyade, Suriye'de sahada olan küresel ve bölgesel aktörler.
Bu aktörlerin müdahalesi krizi nasıl derinleştirdiyse, çözüm sürecinin şartları da ancak bu aktörlerin mücadelesi ve müzakeresi ile mümkün olacak. Ve şu anda böylesi bir konjonktür iki eksen üzerinden yürümekte. Birinci eksen Türkiye, Rusya ve İran arasında yürüyen çatışmasızlık bölgeleri üzerinden yürümekte. Ocak ayında başlayan bu süreç teenni ile karşılanmıştı. Ancak Türkiye ve Rusya'nın kararlı duruşu çatışmasızlık bölgelerinin oluşmasına imkan tanıdı. Zaman zaman rejimin bu ateşkesi bozan saldırılarına rağmen bu süreç devam ediyor.
Alınan mesafeye rağmen Astana'nın Suriye krizine dair bir çözümü temin edip etmeyeceği hala net değil ancak ümit verici. BM 10 Temmuz'da toplantıların yedincisinin yapılacağını duyurdu. Üstelik geçiş yönetimi, anayasa, seçimler ve terörizmle mücadele gibi kritik konular konuşulacak. Buna paralel olarak Türkiye ve Rusya'nın Suriye içinde yeni askeri üsler kurması gündemde. Bu adımlar çatışmasızlık sürecinin korunmasını kolaylaştırabilir. Yine de özellikle başta rejim olmak üzere çeşitli aktörlerden gelecek olan provokatif hamlelere karşı dikkatli olunmalı.
İkinci eksen ABD'nin ağırlığını koyduğu DEAŞ'la mücadele süreci. Bu süreç bir yandan ABD'nin krize daha fazla müdahil olmasıyla sonuçlanırken, öte yandan Suriye'nin bölünmesine zemin hazırlıyor. Oldukça geniş bir uluslararası koalisyona önderlik eden ABD hava saldırılarından daha fazlasını yapamadı. Kara operasyonu için YPG'yi silahlandırmayı birinci öncelik olarak belirleyerek diğer seçeneklere kendini kapatması ise Suriye krizi açısından yeni risk alanları oluşturdu. Şu anda masada olan soru, DEAŞ sonrası YPG'ye verilen bunca ağır silah ve askeri eğitim ne gibi sonuçlar doğuracak? YPG, DEAŞ sonrasında silahsızlanmayı kabul edecek mi?
ABD Savunma Bakanı Mattis, Türkiye'yi teskin etmek için gönderdiği mektupla garanti verse de bu senaryo pek olası değil. Zira DEAŞ tehdidinin kalmadığı Afrin ve civarında YPG hala silahlı bir örgüt ve Türkiye için önemli bir tehdit konumunda. YPG silahlandırılmaması durumunda Suriye'nin toprak bütünlüğü söylemi önemli bir tartışma konusu olacak. Rusya, Türkiye ve İran'ın kullandığı söylemlerin başında "Suriye'nin toprak bütünlüğü" geliyor. Bu söylem, bu üç aktör tarafından üzerinde mutabakata varılmış bir stratejiye dönüşürse YPG'yi oldukça zorlu bir süreç bekliyor. YPG ağırlığında fiili bir özerk bölgeyi desteklemesi durumunda ise ABD de Suriye'nin toprak bütünlüğünü savunan aktörlerle karşı karşıya gelecektir. Bu durumda ise ortaya çıkan soru ABD'nin YPG'yi nereye kadar sahipleneceği sorusudur.
ABD'nin Suriye rejimine yönelik doğrudan hamleleri Suriye krizinde yeni bir boyut oluşturma potansiyeline sahip. Nisan ayının başında kimyasal silah kullandığı gerekçesi ile Şayrat hava üssünü vurması bu durumun ilk önemli işaretiydi. Bu saldırı tırmanmadıysa da benzer durumların gerçekleşebileceğine dair önemli bir ip ucuydu. Trump Fransa Cumhurbaşkanı Macron'un ziyareti sırasında Esed rejimine yönelik aynı gerekçe ile yeni bir müdahalenin sinyallerini vermesi bu açıdan önemli. Buna karşılık Rusya ve İran'dan gelen açıklamalara bakıldığında herhangi bir müdahalenin karşılıksız kalmayacağı anlaşılıyor. Bu senaryonun gerçekleşmesi durumunda Suriye krizini çok daha farklı bir zeminde konuşmaya başlayacağız.