Dünyada, her şeyin bir ölçüsü, tartısı vardır. Uzunluk metreyle, ağırlık kiloyla, sıcaklık termometreyle ölçülür ve tanımlanır.
İnsanların kişisel, kurumsal, toplumsal hayatlarında; doğru ile yanlışı, iyi ile kötüyü,güzel ile çirkini, sevap ile günahı, hasılı olumlu ya da olumsuz duyguyu, düşünceyi, davranışı ayırt edip belirleyen "değerler" var. Kimi örften-adetten-gelenekten gelen, kimi eski ya da yeni hukuk sisteminin uzantısı olan, kimi dinlerden ve dünya görüşlerinden kaynaklanan bu değerlerin; bazıları "hak" ve "hakikat", bazıları "batıl" ve "bidad" olabiliyorlar.
Gerçi, insanlık aleminin tamamının yahut büyük bir çoğunluğunun benimseyip kabul ettiği "ortak değerler"den söz etmek mümkün ama; daha çok ülkelere ve toplumlara, hatta küçük topluluklara göre değişen "değer ölçüleri" ya da "değerler sistemi" ile karşılaşıyoruz. Her birimiz; kendi hayat hikayemiz içinde oluşturduğumuz, geliştirdiğimiz, benimseyip kabul ettiğimiz, sınırlarını çizerek koruma altına aldığımız bir dünyada yaşıyoruz.
O halde; bizi güdüleyen, kabullerimizi ve retlerimizi belirleyen, hal ve gidişimizi çerçeveleyen değerlerin nereden ve nasıl geldiklerine, hangi kültürlerin ve medeniyetlerin temsilcisi olduklarına, nasıl bir mesaj ve muhteva verdiklerine iyi bakmamız gerekiyor. Onun da bir adım ötesine geçip; bedenlerimizi işgal eden, akıllarımız iğfal eden, ruhlarımızı ifsad eden ve böylece hayatlarımızı ele geçirip köleleştiren kirli ve zehirli değerlerin gizli-açık esaretinden çıkmamız gerekiyor.
Şeflik Dönemi Sendromu
Bir zamanlar, Türkiye'nin Şeflik Rejimi ile idare edildiği günlerde, muallimler muallimi Mahir İz Hoca; derslerinde, evire çevire İstiklal Marşı'nı işliyormuş. Talebelerinden, "Hocam biraz abartmıyor musunuz?" diye soranlara da; "Evladım, ne yapayım, başka çarem yok; ben, dinimi ve diyanetimi ancak bu yolla anlatabiliyorum" cinsinden bir cevap veriyormuş.
Cumhuriyet tarihi boyunca, devlet dine ve dindara düşmanlık ettiği, bu tutum ikibinli yılların başlarına kadar ufak tefek zikzaklar çizerek sürüp gittiği için; hepimiz, güvenlik gerekçesiyle, kuş dili konuşmaya alıştık. Kendi çapımızda, hüsn-ü talil (güzel sebep gösterme) sanatını sonuna kadar kullanıp; mesajımızı ve muhtevamızı maskeli kelimelerle, kavramlarla anlatmaya çalıştık.
Bu cümleden olmak üzere, doksanlı yılların başlarında, kurucusu ve yöneticisi olduğumuz özel okullarda; yeni nesillere dinimizi ve diyanetimizi anlatabilmek için, "değerler eğitimi" diye bir maske bulmuştuk. Baskılara boyun eğip pasif durmak yahut yerinde saymak zorunda kalmak yerine; değerlerimizin ve doğrularımızın dolaylı anlatımına vesile olabilecek bir projeyi, adım adım uygulamaya koyduk.
O zamanlar, her bir değer için konu ve kavram haritası çıkarıp; çok yönlü ve geniş kapsamlı kampanyalar organize ediyorduk. Tüm derslerle ve ünitelerle irtibatlarını koruyor, hayatın içinden sıra dışı örnekler ve öyküler buluyor; böylece, hem güçlü, hem de geniş açılı yahut bütüncül bir algı oluşturma yoluna gidiyorduk.
Değerlerin Değer Kazanması
Sonraki yıllarda, vaktiyle araştırma-geliştirme (ar-ge) çalışmalarımızın içinde bulunan ve arkasından bağımsız eğitim-danışmanlık şirketi kuran bir dostumuz; olurumuzu alma nezaketini de göstererek, bizim değerler eğitimi materyallerini küçük kitapçıklar haline getirip dağıtmaya başladı. Ayrıca, din eğitimi alanında yaptığı gönüllü hizmetlerle tanınan, bilinen bir vakıf adına; "değerler eğitimi" raporu yahut dosyası hazırladı.
Derken, bu küçük ama anlamlı gayretler; zamanla "kelebek etkisi" yapan büyük dalgalara dönüştü. Önce, örgün ve yaygın eğitim hizmeti veren sivil toplum kuruluşlarının; sonra, bütün toplumun diline derununa düştü.
O kadar ki; merkezi idareler, yerel yönetimler, özel sektör kurumları, gönüllü kuruluşlar, koro halinde "değerler eğitimi"nden söz etmeye başladılar. Kendilerine göre, değişik metot ve usullerle, muhtelif planlar ve programlar yaparak; öncelikli ve önemli gördükleri değerleri birimlerine, kurumlarına, kadrolarına, hedef kitlelerine taşıdılar.
Şimdilerde, artık tüm okulların ders programlarına girdi. Sihirli bir sözcük gibi toplumun değişik kesimlerinin buluşma noktalarından birisi haline geldi.
Artık tüm Türkiye'de, görüntüde "değerler eğitimi" veriyoruz. Önümüzde büyükçe bir kapı açıldı; elimizi kolumuzu sallaya sallaya giriyoruz.
Ancak; içini doldurup dolduramadığımızı, henüz tartışamadık. Adını alıp bayraklaştırdık ama; anlamını ve açılımını çalışamadık.
Hiç şüphesiz, "değerler eğitimi" tabirinin bir marka değeri var. Kişiler ve kurumlar; bu şemsiyenin altında, kendi hedef kitlelerine, kendi değerlerinin dağıtımını yapıyorlar.
Kendi Gök Kubbemiz
İşte bu noktada; hangi değerler düzeninin kuşatması altında olduğumuzu görmemiz gerekiyor. Pirincin içindeki taşları atarak, taşların içindeki pirinçleri tutarak; kendi gök kubbemizi kurmamız gerekiyor.
Kültür ve medeniyet dünyamıza sızmış sahte değerleri, ahlakî ajan-provakatörleri ayıklamalıyız. Gündüzleri uyanıkken kendi şarkılarımızı,türkülerimizi, marşlarımızı, ilahilerimizi, manilerimizi, ninnilerimizi mırıldanmalı; geceleri, uykuda kendi "kızıl elma"larımızı sayıklamalıyız.
Çocuklarımıza ve gençlerimize; hangi değerleri öğretecek yahut yaşatacağız? Geçmişten geleceğe; tebessümü sadaka sayan kültür ve medeniyet ile,pazarlama taktiği olarak kuyllanan zihniyetten hangisini taşıtacağız?
Öncelik ve önem sıralamasında; kerem ile dirhemin yeri ne olacak? Rızık dağılımında; helal kazanç mı, bol kazanç mı başarı sayılacak?
Kendi aleyhimizde olsa bile; hakkı teslim edip adaletin yanında durabilecek miyiz? "Komşusu açken tok yatan bizden değildir" düsturuna göre, ekmeğimizin yarısını başkalarına verebilecek miyiz?
Dostluklarımız, arkadaşlıklarımız "Alman usulü" mü olacak, yoksa "Anadolu usulü" mü? Bebeklerimiz ana sütü ile mi büyüyecekler, hormonlu mama besili mi?
Örneklerimiz, öncülerimiz, rol model kahramanlarımız tarihimizin altın sayfalarından mı çıkacak; uydurma Amerikan dizilerinin sahte sütunlarından mı? Benliğimiz, kimliğimiz, kişiliğimiz; maskeli baloların binbir surat bukalemunlarından mı etkilenmiş olacak; sırat-ı müstakim üzere yürüyen salihlerin samimi tutumlarından mı?
Hasılı, kendi değerlerimizi ve doğrularımızı bulma zamanı. Birilerine şirin görünmek için renkten renge, kalıptan kalıba girme gafletinden ve ihanetinden kurtulup; kendimiz gibi olma ve kalma zamanı.
Zekeriya Erdim