Şu bir gerçek ki; biz, Cumhuriyet nesliyiz. Kendi tarihini, kültürünü, medeniyetini reddeden; ağaç kovuğundan çıkmış çocuk gibi, geçmişsiz gelecek oluşturma yoluna giden bir dönemin eseriyiz.
Ellili, altmışlı yıllarda; Osmanlı Hanedanı'nın tamamını, "vatan haini" olarak biliyorduk. Mustafa Kemal Atatürk'ü ise; bizi ve vatanımızı onların elinden kurtaran kahraman olarak görüyorduk.
On Kasımlarda; hüngür hüngür ağlardık. Günlerce yas tutar; kelimenin tam anlamıyla, başımıza karalar bağlardık.
Eski Yunan tapınaklarına öykünerek ve özenilerek yapılmış Anıtkabir; "Türk'ün mabedi" olarak anlatılırdı. Atatürk ilke ve inkılapları; kurtuluşumuzun, var oluşumuzun ana direkleri olarak aktarılırdı.
Yetmişli, seksenli, doksanlı yıllarda; hakikatin duvarına tosladık. Perdeler aralandı; pek çok konuda kandırıldığımızı, hatta dolandırıldığımızı anladık.
Alacakaranlıkta, düşe kalka; alınan, çalınan, başımıza balyoz vurularak felce uğratılan toplumsal hafızamızın kırıntılarını bulduk. Devlet eliyle dine ve dindarlara düşmanlık yapıldığını, Hıristiyan Batı kültür ve medeniyetinin millete zoraki hayat modeli olarak dayatıldığını, Atatürk'ün ve Atatürkçülüğün cellat elindeki kılıç yahut kırbaç gibi kullanıldığını gördük, duyduk, bildik.
İki binli yıllarda; bir "normalleşme" süreci içine girildi. Devlet ile milleti barıştırmanın, geçmiş ile geleceği buluşturmanın, ifrattan ve tefritten kurtularak makulün ve mümkünün zeminini oluşturmanın mücadelesi verildi.
Pek çok konuda, ciddi mesafeler alınmış olmasına rağmen; zaman zaman, git-gel tarzı kaymalar ve kırılmalar yaşıyoruz. Sevincimiz kursağımızda kalıyor; "Az gittik, uz gittik, dere tepe düz gittik, altı ay bir güz gittik; bir de dönüp baktık ki, bir arpa boyu yol gitmişiz" durumları yaşıyoruz.
Yeni öğretim yılının başlamak üzere olduğu günlerde, yeni Milli Eğitim Bakanımız tarafından; Orta Öğretim Kurumları Yönetmeliği'nin bazı maddeleri değiştirildi. Yakın geçmişte, kutlanması zorunlu olmaktan çıkarılıp ihtiyari hale getirilen bazı günler ve haftalar tekrar zorunlu yapıldı; makul seviyeye indirilen Atatürk ve Atatürkçülük konuları, tekrar eğitim ve öğretim faaliyetlerinin ana ekseni yahut ortak gündemi haline getirildi.
Biz, yılların tecrübesi ve birikimi sonucu, gözünü yumup övenlerden ya da kulağını tıkayıp sövenlerden olmayı geçmişte bırakıp; herkesin hakkını verenlerden olma noktasına gelmiştik. Ancak, vesayet dönemlerinin dayatmalarını hatırlatan bu geri dönüşle; eski yaralarımız tekrar sızladı ve yeni bir endişe içine girdik.
Öğretmenler ve idareciler; durumu anlamaya çalışıyorlar. Birbirlerine, "28 Şubat dönemine geri mi döndük, yen bir ele geçirilme süreci içine mi girdik?" cinsinden sorular sorarak; endişelerini dile getiriyorlar.
Eğitim kadroları ve kurumları olarak; şimdi ne yapacağız? Yetişme çağındaki çocuklara ve gençlere; hangi Türkiye'yi anlatacağız?
Asırlardır nice devletler hatta imparatorluklar kurmuş, üç kıta yedi denizde at koşturmuş, insanlık tarihinin en büyük medeniyetlerini oluşturmuş bir milletin evlatları olarak; Mustafa Kemal'den başka atamız, Anadolu'dan başka vatanımız, Türkiye Cumhuriyeti'nden başka devletimiz ve düzenimiz yoktur, olmamıştır mı diyeceğiz? Allah'tan başka tüm ilahları reddedip, asırlardır İslam dininin bayraktarlığını yapan bir ecdadın torunları olarak; hem de yirmi birinci yüzyılda, yeniden, "Kâbe Arapların olsun, bize Anıtkabir yeter" mi diyeceğiz?
Geniş bir coğrafya içinde, birden fazla dini-dili-kavmi bir arada bulundurarak ya da barındırarak, "çoklu yaşama" modelini hayata geçirmiş ve sürdürülebilir hale getirmiş bir milletin; ortak paydası Atatürk ve Atatürkçülük olabilir mi? Büyük bedene küçük elbise misali, bu dar kalıplara sığdırılmaya ve sıkıştırılmaya çalışılan bir Türkiye; dost ve akraba ülkelerin, mazlum ve mağdur toplumların, ümidi ve güveni olma konumunda kalabilir mi?
Büyüyen ve gelişen Türkiye'nin aydınları, yöneticileri; bu eski hastalıklardan ne zaman kurtulacaklar? Tarih, kültür, medeniyet mirasını katma değere dönüştüremeyen yeni nesiller; hangi temeller üzerinde yükselip, payidar olacaklar?
Biz, zincirin en başından en sonuna kadar; bütün atalarımızın kadrini ve kıymetini biliyoruz. Fakat, zaman ve mekan ufku daraltılmış bir anlayışın; dar kalıpları içinde sıkışıp kalmak istemiyoruz.
Gönül coğrafyamız kadar geniş bir derdimiz, davamız var. Hayallerimiz ve ideallerimiz; idrakimize giydirilmiş deli gömleklerine sığmıyorlar.