Hikayecilerin çoğu eserlerinde konu olarak insanı alır. Oysa dünya üzerinde insan dışında pek çok varlık var. Onlar da anlatılmaya değer özellik ve güzelliğe sahipler. Gerçi insanlar onlara bakarken de kendilerinden kurtulamazlar ama insan dışı varlıklara karşı insanın ( ve hikayenin ) dünyasını genişletir. Şairler bu konuda daha açık görüşlüdürler. Kâinattaki her şeyi, hatta varlık ötesini büyük bir sevgiyle kucaklarlar. Bu sevgi dolu geniş ilgi, onların eserlerine bir başka güzellik ve derinlik verir.
Türk edebiyatında Sait Faik, hikayelerinde insanın dışında başka varlıklara özellikle balık ve kuşlara büyük bir ilgi gösterir. Bu, onun şiir duygusu olmakla beraber, kendisini onlara yakın görmesiyle de alakalı aslında. Fuzuli'nin Leyla ve Mecnun mesnevisinde görüldüğü gibi, çevreleri ile uyuşamayan insanlar tabiata açılırlar. Dağlarla, taşlarla konuşur, hayvanlarla dost olurlar. Karşılık görmeyen sevgi ve yalnızlık, insanları yaratıcıya ya da tabiata iter.
"Dülger Balığı'nın Ölümü" hikayesinde konu dülger balığıdır ama dikkat, ilgi, sevgi ve acıma duygularıyla ona yazarın kendisi de karışır. Biz hikayeyi okurken kahramanın aslında Sait Faik olduğu nazarımızda ışıldar. Yazar, dülger balığına bakarken, adeta onda, kendisine benzer, çevresi tarafından anlaşılmayan, sevilmeyen, hakir görülen insanların sembolünü bulur.
Dülger balığı çirkinliğiyle diğer balıklardan ayrılır. Diğer balıkları hepsi dış görünüşleri bakımından güzel olmalarına rağmen dülger balığı, balıkların en çirkinidir.
Balıkçıların anlattığı efsaneye göre o, eskiden müthiş bir canavarmış. "Keser, biçer, doğrar, mahmuzlar, takar, yırtar, koparır, atar, çeker, parçalarmış." Ondan dertli olan balıkçılar, İsa'ya şikayet etmişler. İsa, dülger balığının kulağına eğilmiş bir şeyler söylemiş ve ondan sonra dülger balığı pek uslu pek zavallı bir balık olmuş.
Yazar hikayede, dülger balığının dehşet verici, çirkin görünüşü ile yumuşaklığı ve zavallılığı arasındaki tezadı kuvvetle belirtir. Bu hali ile o, toplumda dış görünüşleriyle çirkin, korku verici fakat özünde iyi huylu, mazlum insanlara benzer.
Dülger balığının insanlara çirkin ve dehşet verici gösteren "birçok yerlerinde çiviye, kesere, eğriye, kerpetene benzeyen çıkıntılar" olmasıydı. İsmini de bu sebeple alan bir balık… yazar bu hikayeyi kaleme aldığı zaman Türk toplumunda değeri henüz anlaşılamamış olan köylü ve işçinin sembolü olarak düşünmüştü.
Sait faik bütün hikayelerinde, kendisini dülger balığı gibi dış görünüşü ve sosyal durumu dolayısıyla dışlanan insanlara, balıkçılara, işçilere ve zavallılara yakın bulur ve onları sever, onların içinde yaşar. Çünkü Sait Faik, sevgi ve merhamete inanır.
Hikayeci, dülger balığının ölümüne karşı büyük bir ilgi duyar ve hayalen onu diriltmeye, hatta insanlar arasında yaşatmaya çalışır. Fakat insanların kötü davranışları karşısında kötümserliğe kapılır. Hikayecinin gözünde balık yaşatılmaya çalışılsa bile insanlar tarafından yine canavara dönüştürülecektir.
Hikayeyi Sait Faik ile birleştireceğimiz bir husus daha var. BU hikayeyi Fransa'da hastalanıp doktora gittikten sonra tesadüfen öleceğini öğrenmesiyle yazar. Dülger balığının ölüsünde aslında kendi ölüsünü görmüştür. Hikayenin bu kısmında dikkatimizi çeken dülger balığının ölümünden çok, ölümün karanlık ışığı ile daha da parıltılı hale gelen yaşama sevincidir. Dülger balığı ölürken, yaşadığı hayatın mutluluğunu daha derinden hisseder.
"İçimde dülger balığının yüreğini dolduran korkuyu duydum. Bu hepimizin bildiği bir korku idi: Ölüm korkusu." Bu cümle Sait Faik ile kendisiyle dülger balığı arasında kurduğu münasebeti açıkça gösteriyor. Bizzat yaşadığı sevgi, acı, yalnızlık, yaşama sevinci onu gökteki kuşlara, denizdeki balıklara aşina kılar.
"Ölüm duygusu ve ölüm düşüncesi, insanlarda yaşama sevincini ve varlığın güzelliği şuurunu kuvvetli surette arttırır."
Yaşamak, çevreye uymak, çevre ile canlı ilişkiler kurmak demekti. Dülger balığı kendi çevresinde mesuttu ve çevresini değiştirirse ölecekti. Yazar balığın ölümüne razı değildi ve onu başka çevrede yaşatma hayali kuruyordu.
Sait Faik, hayatı, insanları seven bir adamdı. Aynı zamanda görmesini bilen, gördüğünü anlatma gücüne sahip olan bir yazardı. İnce bir dikkati vardı. Hayata bakış ve anlatış bakış açısı tarzı bakımından "gerçekçi"dir. Fakat o, gerçeği sadece dış görünüş bakımından anlatmaz, dülger balığında olduğu gibi, çirkin bir dış görünüşün ardında iyi bir ruh, derin bir mana bulur. Sadece hayatın ve kainatın dışını değil, içini de görür. Onun gerçekçiliği sığ bir gerçeklik değil, efsaneyi, şiiri, duyguyu, sevgiyi ve hayali de içine alan, çirkinlik ve güzelliği, iyilik ile kötülüğü bir arada gören, insanı ve kainatı bütünüyle kucaklayan bir gerçekliktir. Hikayelerini hayat gibi zengin, karmaşık ve güzel yapan bu sevgi dolu derin, geniş ve hassas bakıştır.
DÜLGER BALIĞININ ÖLÜMÜ
Hepsinin gözleri güzeldir. Hepsinin canlıyken pulları kadın elbiselerine, kadın kulaklarına, kadın göğüslerine takılmağa değer. Nedir o elmaslar, yakutlar, akikler, zümrütler, şunlar bunlar?
Mümkün olsaydı da balolara canlı balık sırtlarının yanar döner renkleriyle gidebilselerdi bayanlar; balıkçılar milyon, balıklar şan ü şeref kazanırdı. Ne yazık ki soluverir ölür ölmez, öyle ki, büzülmüş böceklere döner balık sırtının pırıltıları. Benim, size ölümünü hikâye edeceğim balığın öyle parıltılı, yanar döner pulları yoktur. Pulu da yoktur ya zavallının. Hafifçe, belirsiz bir yeşil renkle esmerdir. Balıkların en çirkinidir. Kocaman, dişsiz, ak ve şeffaf naylondan bir ağzı vardır: Sudan çıkar çıkmaz bir karış açılır. Açılır da bir daha kapanmaz.
Vücudu kirlice, esmer renkte demiş miydim?
Rum balıkçıların hrisopsaros -Hristos balığı- dedikleri bu balık, vaktiyle korkunç bir deniz canavarı imiş. İsa doğmadan evvel, Akdeniz'de dehşet salmış. Bir Finikeli denize düşmeye görsün! Devirdiği Kartacalı çektirmesinin, Beni İsrail balıkçı kayığının sayısı sayılamamış. Keser, biçer; doğrar, mahmuzlar; takar, yırtar; koparır atar; çeker, parçalarmış. Akdeniz'in en gözü pek; insandan, hayvandan, fırtınadan, yıldırımdan, belâdan, işkenceden yılmaz korsanı, dülger balığının adından bembeyaz kesilirmiş.
İsa, günlerden bir gün, deniz kenarında gezinirken sandallarını büyük bir korkuyla bırakıp kaçan balıkçılar görmüş. Ne oluyorsunuz? diye sorunca balıkçılara; Aman demişler balıkçılar, elâman! Elâman bu canavardan! Sandalımızı kırdı, arkadaşlarımızı parçaladı. Hepsinden kötüsü, balık tutamaz olduk, açlıktan kırılırız.
İsa, yalın ayak, başı kabak, dülger balıklarının yüzlercesinin kaynaştığı denize doğru yürümüş. En kocamanını, uzun parmaklı elleriyle tutup sudan çıkarmış. İki elinin başparmağı arasında sımsıkı tutmuş, eğilmiş, kulağına bir şeyler söylemiş…
O gün bu gündür dülger balığı, denizlerin görünüşü pek dehşetli, fakat huyu pek uysal, pek zavallı bir yaratığıdır. Birçok yerlerinde çiviye, kesere, eğriye, kerpetene, destereye, eğeye benzer çıkıntıları, kemikle kılçık arası dikenleri vardır. Dülger balığı adı ona bunlardan ötürü takılmış olmalı.
Bütün bu alat ü edavatın dört yanını, şeffaf naylondan diyebileceğimiz işlemeli bir zar çevirmiştir. Kuyruğa doğru bu incecik zar azıcık kalınlaşır, rengi koyulaşır, bir balık kuyruğunun biçimini alır.
Oltaya tutuldu muydu dünyasına, sulara küsüverir. Nasıl bir korku içine düşer kim bilir? Onun için dünya bomboştur artık. Oltadan kurtulsa da fayda yoktur. Suyun yüzüne yamyassı serilir. Kocaman gözleriyle insana mahzun mahzun bakar durur. Sandala aldığınız zaman dakikalarca onun sesini işitirsiniz. Ya, sesini! Bir o, bir de kırlangıç balığı sandalda ölünceye kadar ikide bir feryada benzer, soluğa benzer acı bir ses çıkarır. İnce zardan ağzını bir kere ağlara vurmasın, küstüğünün resmidir dülger balığının.
Bir gün, balıkçı kahvesinin önündeki; yarısı kırmızı, yarısı beyaz çiçek açan akasyanın dalına asılmış bir dülger balığı gördüm. Rengi denizden çıktığı zamandı. Yalnız aletlerinin etrafını çeviren incecik, ipekten bile yumuşak zarları titreyip duruyordu. Böyle bir oynama hiç görmemiştim. Evet, bu bir oyundu. Bir görünmez iç rüzgârının oyunuydu. Vücutta, görünüşte hiç bir titreme yoktu. Yalnız bu zarlar zevkli bir ürperişle tatlı tatlı titriyorlardı. İlk bakışta insana zevkli, eğlenceli bir şeymiş gibi gelen bu titreme, hakikatte bir ölüm dansıydı. Sanki dülger balığının ruhu, rüzgâr rüzgâr, bu incecik zarlardan çıkıp gidiyordu; bir dirhem kalmamışcasına.
Hani bazı yaz günleri hiç rüzgâr yokken, deniz üstünde bir meneviş peydahlanır. İşte böyle bir cazip titremeydi bu. İnsanın içini zevkle, saadetle dolduruyordu. Ancak, balığın ölmek üzere olduğu düşünülürse, bu titremenin anlamı hafifçe acıya yorulabilirdi. Ama insan, yine de bu anlam'a almamağa çalışıyordu. Belki de bu, harikulâde tatlı bir ölümdür. Belki de balık, hâlâ suda, derinliklerde bulunduğunu sanıyordur. Karnı tok, sırtı pektir. Akşam olmuştur. Denizin dibinin kumları gıdıklayıcıdır. Altta, dişi yumurtaları, üstte erkek tohumları sallanıyor, sallanıyor, sallanıyordu. Vücudunu bir şehvet anı sarmıştır… Birden bire dehşetli bir şey gördüm: Balık tuhaf bir şekilde, ağır ağır ağarmağa, rengini atmağa, hem de beyaz kesilmeğe giden bir hal almağa başlamıştı. Acaba bana mı öyle geliyor? Sahiden rengini mi atıyor? Demeğe, dikkatli bakmağa lüzum kalmadan, yanılmadığımı anladım.
Kenarları süsleyen zarların oyunu çabuklaşmağa, balık da, gitgide, saniyeden saniyeye pek belli bir halde beyazlaşmağa başladı. İçimde dülger balığının yüreğini dolduran korkuyu duydum. Bu, hepimizin bildiği bir korku idi: Ölüm korkusu.
Artık her şeyi anlamıştı. Denizlerin dibi âlemi bitmişti. Ne akıntılara yassı vücudunu bırakmak, ne karanlık sulara, koyu yeşil yosunlara gömülmek… Ne sabahları birdenbire, yukarılardan derinlere inen, serin aydınlıkta uyanıvermek, günün mavi ve yeşil oyunları içinde kuyruk oynatmak, habbeler çıkarmak, yüze doğru fırlamak… Ne yosunlara, canlı yosunlara yatmak, ne akıntılarla âletlerini yakamozlara takarak yıkanmak, yıkanmak vardı. Her şey bitmişti:
Dülger balığının ölüm hali uzun sürüyor. Sanki balık şu hava dediğimiz gaz suya alışmağa çalışmaktadır. Hani biraz dişini sıksa, alışması mümkündür gibime geldi.
Bu iki saat süren ölüm halini, dört saate, dört saati sekiz saate, sekiz saati yirmi dörde çıkardık mıydı; dülger balığını aramızda bir işle uğraşırken görüvereceğiz sanıyorum.
Onu atmosferimize, suyumuza alıştırdığımız gün, bayramlar edeceğiz. Elimize görünüşü dehşetli, korkunç, çirkin ama aslında küser huylu, pek sakin, pek korkak, pek hassas, iyi yürekli, tatlı ve korkak bakışlı bir yaratık geçirdiğimizden böbürlenerek onu üzmek için elimizden geleni yapacağız. Şaşıracak, önce katlanacak. Onu şair, küskün, anlaşılmayan biri yapacağız. Bir gün hassaslığını, ertesi gün sevgisini, üçüncü gün korkaklığını, sükûnunu kötüleyecek, canından bezdireceğiz. İçinde ne kadar güzel şey varsa hepsini, birer birer söküp atacak. Acı acı sırıtarak İsa'nın tuttuğu belinin ortasındaki parmak izi yerlerini, mahmuzları, kerpeteni, eğesi, testeresi ve baltasıyla kazıyacak. İlk çağlardaki canavar halini bulacak. Bir kere suyumuza alışmağa görsün. Onu canavar haline getirmek için hiç bir fırsatı kaçırmayacağız.
(Hikaye Tahlilleri - Mehmet Kaplan)