"Ben de ancak bir muallim olarak gönderildim."
HZ. MUHAMMED'İN HAYATI
Hz. Muhammed, Hz. İbrâhim'in oğlu İsmâil'e nisbetle İsmâilîler diye de anılan ve iki büyük Arap topluluğundan birini teşkil eden Adnânîler'e (Arab-ı müsta'ribe) mensuptur. Hz. Muhammed, farklı rivayetler arasında genel kabul gören kanaate göre Fil Vak'ası'ndan elli (veya elli beş) gün sonra Rebîülevvel ayının 12'sinde Pazartesi günü Mekke'de dünyaya geldi. Astronomi âlimi Mahmûd Paşa el-Felekî, Hz. Peygamber'in oğlu İbrâhim'in vefatı esnasında vuku bulan güneş tutulmasından hareketle bu tarihi Fil Vak'ası'nın meydana geldiği yılın 9 Rebîülevvel'i (20 Nisan 571 Pazartesi günü) olarak tesbit etmiş, Muhammed Hamîdullah ise Câhiliye dönemi Araplarında cârî olan nesî' uygulamasını göz önüne alarak yaptığı hesaplamada doğum tarihini hicretten önce 53. yılın 12 Rebîülevvel'i (17 Haziran 569 Pazartesi günü) şeklinde belirlemiştir. Peygamberimizin babası Abdullah, annesi Âmine, dedesi Abdülmuttalip, büyük babası Vehb, babaannesi Fatıma, anneannesi ise Berre'dir.
Doğduktan sonra 4 yaşına kadar sütannesi Halime'nin yanında, bundan sonra 2 yıl boyunca da annesi Amine'nin yanında kaldı. 6 yaşında iken annesi onu akrabalarıyla tanıştırmak ve babası Abdullah'ın kabrini ziyaret etmek için Medine'ye götürdü. Ebva denilen yerde hastalanıp vefat etti ve orada toprağa verildi. Bu sırada yolculukta kendileriyle birlikte olan Ümmü Eymen Hz. Peygamber'i Mekke'ye ulaştırdı ve dedesine teslim etti. 6 yaşından 8 yaşına kadar dedesi Abdulmuttalib'in yanında kaldı. O da ölünce, vasiyeti üzerine amcası Ebu Talib'in evine taşındı.
Hz. Muhammed'in, kalabalık bir aileye sahip olan Ebû Tâlib'e yardım için on yaşlarında iken onun veya başkalarının koyunlarını güttüğü bilinmektedir. Nübüvvetten sonra kendisine sorulan bir soru üzerine her peygamberin koyun güttüğünü ifade etmiştir.
EVLİLİĞİNDEN KIRK YAŞINA KADAR GEÇEN HAYATI
Hz. Muhammed yirmi yaşını geçtiği sırada ticarî seyahatlere çıkma teklifleri alıyordu. Hastalandığı için bizzat gidemeyen bir tüccarın mallarını götürüp başarılı bir sonuç elde edince yeni teklifler aldı. Onun Hatice bint Huveylid ile evlenmesi de bu ticarî gelişmelerden sonra gerçekleşti. Nesebi önceki kuşaklarda Hz. Muhammed'in nesebiyle birleşen, iki kocadan dul kalmış olup zengin ve soylu bir hanım olan Hatice tavsiye üzerine Hz. Muhammed'e ortaklık teklifinde bulundu. Yapılan anlaşmadan sonra Hz. Muhammed, Hatice'nin yardımcısı Meysere ile birlikte Suriye'ye gitti ve kârlı bir yolculuğun ardından Mekke'ye döndü. Neticeden memnun kalan Hatice'nin Hz. Muhammed'e güveni arttı ve ona karşı olan takdir hisleri güçlendi. Hatice bizzat kendisi veya Nefîse bint Ümeyye (Münye) adlı bir kadın aracılığıyla Hz. Muhammed'e evlilik teklifinde bulundu, Hz. Muhammed de bu teklifi kabul etti. Amcaları Hatice'yi onun amcası Amr b. Esed'den istediler; evlilik gerçekleşince Hz. Muhammed Ebû Tâlib'in evinden Hatice'nin evine taşındı.
Hz. Muhammed'in evliliğinden kırk yaşına kadar geçen hayatı hakkında kaynaklarda hemen hiç bilgi bulunmamaktadır. Bunun tek istisnası otuz beş yaşlarında iken üstlendiği önemli görevdir. Milâdî 605 yılında Kâbe Kureyşliler tarafından yeniden inşa edilirken Hacerülesved'in yerine konulması hususunda anlaşmazlık çıkmış ve bu yüzden savaşı bile göze alanlar olmuştu. Kureyş ileri gelenlerinden Ebû Ümeyye b. Mugīre'nin, Benî Şeybe kapısından Kâbe'ye ilk girecek kimsenin vereceği karara uyulması yolundaki teklifi benimsendi. Benî Şeybe kapısından Kâbe'ye giren Hz. Muhammed, Hacerülesved'i bir örtü içine koydu, bütün kabile reislerinin iştirakiyle örtüyü kaldırdı ve taşı kendi eliyle yerine yerleştirdi.
PUTLARA TAPMANIN FAYDASIZLIĞINI ANLAMIŞTI
Kâbe'nin tamirinden sonra Hz. Muhammed'in Allah'a nasıl ibadet edileceğini araştırmaya daha fazla yöneldiği farkedilmekteydi. Mekkeliler'in ve diğer Arap kabilelerinin putlarına hiç ilgi göstermeyen Hz. Muhammed aklı ve hisleriyle putlara tapmanın faydasızlığını anlamıştı. Hz. Muhammed'in Hira'da bulunduğu 610 yılı Ramazan ayının son on günü içinde bir gece, bazı rivayetlere göre pazartesi günü sabaha karşı Cebrâil aslî sûretiyle geldi, okumasını istedi, onun Allah'ın elçisi, kendisinin de Cebrâil olduğunu söyledi. Ardından, "Yaratan rabbinin adıyla oku!" mânasındaki cümle ile başlayan Alak sûresinin ilk beş âyetini ona tebliğ etti. Bu olay üzerine heyecanlanıp korkuya kapılan Hz. Muhammed oradan ayrılarak evine gitti, yatağa girerek Hatice'den üstünü örtmesini istedi ve uyandıktan sonra başından geçenleri anlattı.
Bunun üzerine Hatice, Allah'ın kendisini utandırmayacağını, çünkü onun akrabasını gözettiğini, doğru konuştuğunu, âcizlerin elinden tuttuğunu, yoksullara yardım ettiğini, misafirleri ağırladığını söyleyerek tesellide bulundu ve kendisine inandığını belirtti. Ardından Hz. Peygamber'i kendi amcasının oğlu Varaka b. Nevfel'e götürdü. Varaka onu dinledikten sonra kendisine gelen meleğin bütün peygamberlere vahiy getiren melek olduğunu söyledi.
İLÂHÎ TEBLİĞLERİ
Hz. Peygamber, ilk vahyin tedirginliğinden sonra Cebrâil'in yeniden görünmesini arzulamaya başladı. Bu amaçla sık sık Hira mağarasına gidiyor, fakat günler geçtiği halde melek gelmiyordu. Resûlullah bir gün Hira mağarasından dönerken Cebrâil'i tekrar gördü, yine korku ve heyecanla evine gidip yatağına girdi. Cebrâil evinde karşısına çıkarak Müddessir sûresinin ilk âyetlerini okudu (74/1-5).
Bu âyetlerde artık ilâhî tebliğleri insanlara ulaştırma zamanının geldiği belirtilmekte, bu görevi ifa ederken yüce rabbine güvenmesi istenmekte, ayrıca maddî ve mânevî kirlerden uzak durması tâlimatı verilmekteydi. Hz. Peygamber o andan itibaren çevresindeki insanları İslâm'a davet etmeye başladı. Bu davet üç yıl kadar gizlice sürdü. Önce eşi Hatice, ardından yakın dostu Ebû Bekir, Ali b. Ebû Tâlib ve Zeyd b. Hârise, kızları Zeyneb, Rukıyye ve Ümmü Külsûm müslüman oldu. Üç yıllık gizli davet sırasında Hz. Ebû Bekir'in yakın dostları olan Osman b. Affân, Zübeyr b. Avvâm, Abdurrahman b. Avf, Talha b. Ubeydullah, Sa'd b. Ebû Vakkās, Osman b. Maz'ûn, Saîd b. Zeyd, Ayyâş b. Ebû Rebîa ve hanımı Esmâ bint Selâme, Ebû Ubeyde b. Cerrâh, Erkam b. Ebü'l-Erkam, Ebû Seleme, Ca'fer b. Ebû Tâlib ve Ubeyde b. Hâris de Hz. Peygamber'e gelip İslâmiyet'i kabul ettiler…
İSLÂMİYET'İ TEBLİĞ KARARI
Resûl-i Ekrem Safâ tepesine çıkarak bütün Mekkeliler'e İslâmiyet'i tebliğ etmeye karar verdi ve orada toplananlara şunları söyledi: " Ey Kureyşliler! Size şu dağın arkasında bir düşman birliği var desem inanır mısınız?"; "Evet, senin yalan söylediğini hiç görmedik" cevabını alınca konuşmasına şöyle devam etti: "Öyleyse ben büyük bir azaba uğrayacağınızı size haber veriyorum. Allah bana en yakın akrabamı uyarmamı emretti. Allah'tan başka ilâh yoktur demediğiniz sürece size ne bu dünyada ne de âhirette bir faydam dokunur."
Kureyş ileri gelenleri Resûlullah'ın İslâm'a davetine önceleri pek karşı çıkmamışlardı. Ancak puta tapıcılığı eleştiren âyetleri (Yûnus 10/18; el-Enbiyâ 21/98-99; el-Furkān 25/55; el-Ankebût 29/17) okumaya, puta tapanların cehenneme gireceğini söylemeye başlayınca tebliğini büyük bir tehlike olarak görüp davetini engellemek için ellerinden geleni yaptılar. Hz. Peygamber'in gittikçe taraftar topladığını, inanç ve davranışlarını eleştirdiğini gören Kureyşliler onu küçümsemeye ve ona hakaret etmeye başladılar, giderek şiddete başvurdular.
Kureyşliler, Hz. Muhammed'in İslâm'a davet faaliyetlerine engel olması için amcası Ebû Tâlib ile üç defa görüştüler. Ebû Tâlib birinci müracaatı gönül alıcı bazı sözlerle savuşturdu. İkincisinde Kureyşliler tehdit edici ifadeler kullanınca Resûlullah'ı çağırdı ve kabilesine karşı daha fazla direnemeyeceğini söyledi. Amcasının kendisini artık himaye etmeyeceğini düşünen Hz. Peygamber şöyle dedi: "Bu işten vazgeçmem için güneşi sağ elime, ayı da sol elime verseler hiçbir şey değişmez, Allah bu dini üstün kılıncaya kadar çalışacağım veya bu uğurda öleceğim." Bunun üzerine Ebû Tâlib de şunları söyledi: "Git istediğini söyle, Allah'a andolsun ki seni asla onlara teslim etmeyeceğim."
Nübüvvetin 10. yılında Ebû Tâlib ile Hz. Hatice'nin üç gün arayla vefat etmesi (10 Ramazan / 19 Nisan 620) Resûl-i Ekrem'i çok üzmüş ve bu yıla "hüzün yılı" (senetü'l-hüzn, âmü'l-hüzn) denilmiştir…
RESÛLULLAH'IN VEFATININ YAKLAŞTIĞINA İŞARET
Resûl-i Ekrem'in Ramazan aylarında her gece Cebrâil ile buluştuğu ve o zamana kadar nâzil olan âyetleri okuduğu bilinir. Hicretin 10. yılı Ramazan ayında ise (Aralık 631) Cebrâil'in kendisine Kur'ân-ı Kerîm'i iki defa tilâvet ettirdiği ve Resûlullah'ın bunu ecelinin yaklaştığına işaret olarak gördüğü nakledilmiştir. Diğer taraftan her yıl ramazan ayında on gün itikâfa girerken 10. yılın Ramazan ayında yirmi gün itikâfta kalmıştır.
Bu yıl içinde Resûlullah hacca gitmek için hazırlığa başladı ve bütün Müslümanların katılmasını istedi. 26 Zilkade 10 (23 Şubat 632) tarihinde yanında hanımları ve kızı Fâtıma olduğu halde Müslümanlarla beraber Medine'den hareket etti, Zülhuleyfe'de ihrama girdi. Yolda kendisine katılanlarla birlikte 4 Zilhicce'de Mekke'ye ulaştı, umre yaptıktan sonra Ebtah mevkiinde kendisi için kurulan çadırda kaldı. 8 Zilhicce günü Mekke'den ayrılıp Mina'ya gitti. Ertesi gün güneş doğduktan sonra Müzdelife yoluyla Arafat'a yöneldi. Öğle üzeri Arafat vadisinde sayıları 120.000'i aşan ashabına Vedâ hutbesi diye anılan konuşmasını yaptı. Hz. Peygamber, aynı anne ve babadan türeyen bütün insanların eşit olduğunu söyleyerek başladığı hutbesinde genellikle insan hakları üzerinde durdu. Vedâ hutbesinin ardından dinin kemale erip tamamlandığını ve Hakk'ın rızâsına uygun düşen dinin İslâm olduğunu bildiren âyet nâzil oldu (el-Mâide 5/3). Resûlullah haccını tamamlayıp Medine'ye döndü.
AHİRETE GÖÇME ZAMANININ GELDİĞİNİ ANLAMIŞTI
Peygamber Efendimiz veda haccını yapıp Medine'ye geri döndükten bir süre sonra hastalandı. Görevinin sona erdiğini ve bu dünyadan ahrete göçme zamanının geldiğini anlamıştı. Hastalığı günden güne artıyordu. Hasta iken de ezan okuyor ve mescide gidip, namazları kıldırıyordu. Fakat vefatına üç gün kala hastalığı fazla ağırlaştığından mescide çıkamaz olmuştu. Hz. Ebubekir'in cemaate imamlık yapmasına ve onlara namaz kıldırmasını emretmişti. Kızı Hz. Fatıma her gün muhterem babasını ziyaret ediyordu. Efendimiz ölüm döşeğinde iken kızına şu nasihatte bulundu:
''Ey Peygamberin kızı Fatıma! Seni ahiret gününün sorumluluğundan (kendini) kurtaracak hayırlı işler yapmaya bak. Peygamber kızı olman sana bir şey kazandırmaz. Ben seni, o günün dehşetinden kurtaramam.''
Resûlullah vefat etmeden önce, "Lâ ilâhe illallah, ruh teslimi ne zor şeymiş!" dedi ve Hz. Âişe'nin kolları arasında "maa'r-refîkı'l-a'lâ" (en yüce dosta) sözüyle ruhunu teslim etti (13 Rebîülevvel 11 / 8 Haziran 632 Pazartesi).
Kaynakların belirttiğine göre Resûl-i Ekrem'in son nefeslerinde vurguladığı bazı hususlar şöyledir: "Peygamberlerinin kabirlerini secde yeri edinen kişileri Allah kahretsin!" (Buhârî); "Allah hakkında hüsnüzan sahibi olun, hiçbiriniz Cenâb-ı Hakk'a hüsnüzan beslemeden ölmemelidir" (İbn Sa'd, II, 255).
HZ. PEYGAMBER'İN MUCİZELERİ
İslam âlimleri Hz. Peygamberin (s.a.s.) nübüvveti esnasında ortaya koyduğu mucizeleri, aklî, hissî ve haberî olmak üzere üç şekilde sınıflandırmıştır. Aklî mucizeye en büyük örnek Kur'an'dır. Çünkü Kur'an her çağdaki akıl sahibi insana hitap eden, akıllara durgunluk veren, başkalarının benzerini meydana getirmekten aciz kaldıkları büyük ve ebedî bir mucizedir. Bu gerçek Kur'an-ı Kerim'de şöyle ifade edilir: "Eğer kulumuza indirdiklerimizden herhangi bir şüpheye düşüyorsanız, haydi onun benzeri bir sûre getirin, eğer iddianızda doğru iseniz, Allah'tan başka şahitlerinizi (yardımcılarınızı) da çağırın." (Bakara, 2/23) Hz. Peygamber (s.a.s.) de Kur'an'ın en büyük mucize olduğunu bir hadisinde şöyle ifade etmiştir: "Bütün peygamberlere, kendi dönemlerinde yaşayan insanların iman edeceği birtakım mucizeler verilmiştir. Hiç şüphesiz bana ihsan edilen en büyük mucize, Allah'ın bana vahyettiği Kur'an'dır." (Buhârî, İ'tisâm, 1)
Kur'an mucizesi yanında hissî mucize olarak Hz. Peygamberin nübüvvet mührü, Ay'ın ikiye bölünmesi, parmaklarının arasından suyun akması, bir ziyafet esnasında zehirlenmek istenince olaydan haberdar olması, bir hurma kütüğünün teessürünü inilti şeklinde duyurması vb. örnek olarak verilebilir.
Haberî mucizelere de Hz. Peygamberin (s.a.s.) Mekke'nin fethi ve meydana gelecek savaşlar hakkında, henüz vuku bulmadan önce verdiği haberler örnek olarak gösterilebilir.
BİR HATİP OLARAK HZ. PEYGAMBER
Her hatibin kendine mahsus bir ifade üslûbunun olduğu muhakkaktır. İnsanlara akıllarının kavrayabileceği ölçüde söz söyleme hususunda mahir olan Hz. Peygamber'in, jest mimiklerinin yanı sıra kılık kıyafet gibi hitabı tesirli kılıcı unsurlara ehemmiyet verdiği malumdur.
Hz. Peygamber'in hassasiyetle hitabetinde önem verdiği unsurları şöyle sıralamak mümkün:
a) Hz. Peygamber'in Fesâhat ve Belâğatı: İlâhî vahyin tebliğ ve teybini Peygamberliğin aslî unsuru olarak görüldüğünde, insanlara ulaşmada "kelâm"ın ne derece önemi haiz olduğu inkâr olunamaz. Nitekim Hz. Musa, Firavun'u imana davetle görevlendirildiğinde, sözlerinin anlaşılmaması endişesiyle, Rabbına niyaz ederek; "Rabbim! dedi, yüreğime genişlik ver. İşimi bana kolaylaştır. Dilimden (şu) bağı çöz. Ki sözümü anlasınlar."
b) Jest ve Mimiklerini Kullanışı: Nebî (a.s.) hitâbetini lüzumu dâhilinde gerekli ölçüde jest ve mimiklerle desteklemiş ve bu sûretle muhataplarının mevzuu daha iyi kavramalarını temin gayesi gütmüştür. Konuyla ilgili olarak şu misalleri sıralayabiliriz:
I. "Cennet kapısının halkasını ilk defa tutan ve çalan ben olacağım" derken, eliyle bir kapı halkasını tutup çalar gibi yapmıştır.
II. Ka'b b. Mâlik (50/670) tövbesinin kabulünü hikâye ederken, Peygamberimizin kendisini sevinçten parlayan bir yüzle karşıladığını ve şöyle dediğini ifade eder: "Anandan doğduğundan beri, senin için en hayırlı bir gün olarak müjdelerim bu günü." Ka'b diyor ki; "Resûlullah (a.s.) sevindiğinde yüzü nurlanır, âdetâ ay parçası gibi olurdu. Bu durumunu biz anlardık."
III. Usâme b. Zeyd'in (54/674), Kureyş eşrafından hırsızlık yapan bir kadına şefaatçi olması neticesinde de peygamberimizin yüzünün renginin değiştiği rivayet edilir.
c) Kıyafeti: Resûlullah'ın namaz ve hutbe için özel bir giysi kullandığına dair bir rivayete mevcut değil. Bu da göstermektedir ki; o, gündelik elbiseleriyle mihraba geçip namaz kıldırıyor ve minbere çıkıp hutbe irad ediyordu. Giyimindeki temel prensip, sade ve imkân ölçüsünde olanı temiz olarak giyinmekti. Bu hususu Halim Sabit şöyle ifade etmektedir: "Resûlü Ekrem Efendimiz Hazretleri, hutbeye çıktığı esnada, sair vakitlerde giymediği ve ashab-ı kirâm'ın dahi iktisâ i'tiyâdında bulunmadığı elbiseyi giymezdi. Cuma ve hutbeye mahsus olarak başına talîsân bağlamak, uzun ve geniş cübbe...iktisâ eylemek âdât-ı peygamberîden değildi...sair günlerde ne iktisâ buyururlarsa, Cuma ve hutbeye dahi öyle bir elbise ile çıka lardı. Şu kadar var ki, Cumaya çıktıkları esnada elbise-i mu'tâdesinin cedîdini, olmaz ise daha ziyade nazîf, yıkanmış olanını iktisâ buyururlardı."
İbn Sa'd, Hz. Peygamber'in Ammân işi olan bir elbiseyi Cuma ve bayram günlerinde giydiğini, sonrasında ise bunu dürüp kaldırdığını söyler. Ancak bu elbisenin, bâhusus hitâbet için değil de, Cuma ve bayram günleri gibi cemiyet teşkil eden günler için giyildiğini düşünmek daha isabetli olur. Nitekim Peygamberimiz de şöyle buyurmuştur: "Ey Mü'minler! Gönlünüzce yiyip-içiniz, giyininiz ve Allah yolunda sarf ediniz. Ancak israfa veya kibir ve gurura kaçmayınız." (Hikmet Yurdu Düşünce – Yorum Sosyal Bilimler Araştırma Dergisi, Bir Hatip Olarak Hz. Peygamber )
GÜLER YÜZLÜ VE HOŞ SÖZLÜ İDİ
Kur'an-ı Kerim, konuşurken sesin içtenliği kadar, tonuyla, ahengiyle, vurgusu ve konuşma aralığıyla güzel bir üslupla olmasını ister. Söz; maruf, leyyin, sedid olmalı ve güzel söylenmelidir. "Güzel söz söyle.", (İsra, 17/23.) "Sesini de kıs..." (Lokman, 31/19.) ayetleri, güzel bir üsluba sahip olmayı ve sesi yerinde kullanmayı öğütlemektedir. Bu durum ise, söz söylerken duygu ve düşünceleri doğru ve üslûbuna uygun olarak anlatmak için harf ve kelimelerin tenafüründen kaçınmayı, sesin uyum ve ahengini, söylenişini, mimik ve jestleri, alınacak tavırları yerli yerinde ve güzel kullanmayı gerektirir.
Hz. Peygamber'in sesi gürdü, sustuğu zaman vakarlı, konuştuğunda ise heybetli ve yanındakilerden üstündü. Onun konuşması sanki aşağıya doğru süzülüp giden boncuk taneleriydi. Sözleri tatlı, fasılası dengeli, kelimeleri özlü ve anlaşılırdı. O, biriyle konuştuğu zaman onun yüzüne bakar, elini tutmuşsa o bırakmadıkça bırakmaz, karşısındaki yüzünü başka tarafa çevirmedikçe o çevirmezdi. (İbn Sa'd, a.g.e., I, 286.) Müslümanların birbirine güler yüzle bakmasını öğütleyen Hz. Peygamber, yüzünden tebessümü eksik etmezdi. (Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, IV, 191.)
RASULÜLLAH'I DİNLEYENLER İKNA OLURDU
Hz. Muhammed aleyhisselam, diyaloglarında bireysel farklılıklara dikkat etmiştir. Bir konuda yanlış düşünen ve tatmin olmayan birini sabırla dinlemiş, onun anlayacağı dilden konuşmuş ve sonunda onu ikna etmiştir. Eşinin doğurduğu siyah çocuğun kendisinden olmadığı iddiasıyla çocuğunu reddetmek isteyen bir bedevî ile aralarında şöyle bir konuşma geçmiştir:
"- Benim eşim siyah bir çocuk doğurdu. Ben bu çocuğu reddetmek istiyorum."
- Senin develerin var mıdır?
- Evet.
- O develerin renkleri nasıldır?
- Kırmızıdır.
- Bunların içinde beyazı siyaha çalan boz deve var mıdır?
- Evet, onların içinde boz renkli develer elbette vardır.
- Öyleyse bu boz renklerin nereden geldiğini düşünüyorsun?
- Ya Rasulallah! Bu soyunun damarıdır, ona çekmiştir.
- Belki bu oğlun da soyunuzdan birine çekmiştir." (Buhari, İ'tisam, 12.)
Bu yaklaşım ve metotla, Hz. Peygamber bedevinin çocuğunu reddetmesine izin vermemiştir. Hz. Muhammed (s.a.s.) burada, peygamberlik otoritesine dayanarak "Hayır, ben yüce Allah'ın Elçisi olarak söylüyorum, bu senin çocuğundur." dememiş; aksine bedevinin anlayacağı dilden, yaşadığı hayattan bir benzetmeyle onun seviyesini dikkate alarak konuşmuş, muhatabının anlayacağı bir yöntemle problemi çözmüştür.
TEŞBİH İLE ANLATIMI TERCİH EDERDİ
Hz. Peygamber kimi zaman gördüğü bir manzara ya da olayla Müslümanların hâli arasında bir ilişki kurar, etrafındaki insanlara ibret almalarını sağlayacak açıklamalarda bulunurdu.
Ebu Zer (r.a.) şöyle anlatıyor: Hz. Peygamber (s.a.s.) soğuk bir günde dışarı çıktı, ağaçların yaprakları dökülüyordu. Bir ağaçtan iki dal aldı ve yaprakları dökülmeye başladı. Bana:
"Ey Ebu Zer!" dedi. Ben de:
"Buyur, ey Allah'ın Rasulü!" dedim. Bunun üzerine:
"Müslüman bir kul yüce Allah'ın rızasını kastederek namaz kılarsa onun da günahları, tıpkı şu ağacın yapraklarının döküldüğü gibi dökülür." dedi. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, V,179.)
"Kolaylaştırınız, zorlaştırmayınız, müjdeleyiniz nefret ettirmeyiniz." buyuran Hz. Peygamber'in en önemli vasıflarından hatta sünnetlerinden sayılan 'kolaylık' ilkesi, esasen yüce dinimizin de güzelliklerinden biridir. "Allah Teala size kolaylık diler, zorluk dilemez." Hz. Peygamber, dini kendine zorlaştıranlara, hatta namazda başkasına usanç verecek derecede namazı uzatanlara dahi hiç müsamaha göstermemiş, aksine bu işin büyük bir vebal ve fitne olduğunu hatırlatmıştır.
Netice olarak, sureti kadar sireti de güzel olan Hz. Muhammed (s.a.s.), sözü son derece güzel, kıvamında ve yerinde kullandı. Kendi tabiriyle muallim olan Hz. Peygamber'in 23 yıllık risâlet hayatı, insanlara Allah Teâlâ'nın dinini tebliğ ve tebyin ile dopdolu geçti. Her peygamber gibi o da, kelâmın tüm inceliklerini kullandı Günümüz etkin iletişim teknikleri, eğitim ve öğretim yöntemleri gibi akademik alanda ortaya konan araştırma neticelerini, müspet anlamda Hz. Peygamber'in hitabetinde ve hutbelerinde rahatlıkla bulmak mümkündür.
*Sözün kusursuz ve açık olması anlamında belâgat terimi.
Fesahat sözlükte "açık seçik olma, havanın açık ve berrak olması, sütün yüzünü kaplayan köpükten arınıp saf ve halis olması" mânalarına gelir. Bundan hareketle sözün kusurlardan arınmış olmasına fesahat böyle söze veya onu söyleyene de fasîh denilmiştir.
Derlenmiştir.
TDV,İslâmansiklopedisi,Mustafa Fayda