Türk ilim ve neşriyat âleminin, evvelce yabancı propagandalar tarafından hazırlanmış, eski, politik iftirâlara kanmaya devam ederek, kötü hükümdar sandığı Sultan Abdülhamîd; bizzat açtığı Meclis-i Meb'ûsan'daki Türk meb'uslarının, ilmî ve fikrî kifayetsizliklerinden doğacak tehlikeyi sezmiş, meclisi kapatmış ve derhal geniş ölçüde bir Maârif faâliyetine girişerek, Türkiye'de çok sayıda ve yüksek dereceli, kaliteli mektepler açtırmıştı. Bu faâliyetin tek gâyesi, mekteplerden tam mânâsıyle münevver mezunlar yetiştirerek memleketi onlar vâsıtasıyle uyandırıp kurtarmak olabilirdi.
Türkçemizin Türkiye topraklarında büyük bir milli estetikle işlenmiş oluşunu titizlikle anlatan Nihad Sâmi Banarlı'nın Türkçe'nin Sırları adlı kitabında yer alan "Sultan Abdülhamîd'in Türkçeciliği" bölümünü alıntılıyoruz.
Nihad Sâmi Banarlı'nın Türkçe'nin Sırları adlı kitabını incelemek ve satın almak için tıklayın…
OSMANLI HÜKÜMDAR AİLESİNİN TÜRKÇECİLİĞİ
Osmanlı hükümdar ailesinin Türkçeciliği mühim ve mes'ud bir târih hâdisesidir. Bu ailenin daha kuruluş anlarından başlayarak orduda, saray çevresinde ve halk içinde Türkçe konuşup Türkçeyi yeniden devlet ve edebiyat dili mevkiine getirdiği bilinir.
Gerçi Türkçe'nin devlet dili olarak kullanılması, daha Anadolu Selçukluları sarayında başlar. Fakat bu sarayda resmî lisan olarak daha çok Arapça ve bilhassa Fârisî kullanılmıştır. Karaman oğlu Mehmed Bey'in 15 Mayıs 1277'de Türkçeyi Konya'da devlet dili ilân etmesi, ancak Fârisî'nin birinci derecedeki ehemmiyetine karşı bir harekettir. Yoksa Prof. Fuad Köprülü'nün, Konya sarayında Türkçe'nin Mehmed Bey'den evvel de kullanıldığı hakkındaki görüşü ve işâreti doğrudur. Anadolu'da Türkçe, Mehmed Bey'den çok evvel Îtibar kazanmaya başlamıştı. Bir misâl olarak, İkinci İzzeddin Keykâvus'un, o devir Anadolu halkı arasında yaygın ve sevilen bir destânî eser olan Dânişmendnâme'yi kendi yazıcısına Türk dili ile yazdırması, Konya Sarayı'nda Türkçeye verilen ehemmiyetin bir ifâdesidir.
Ancak Anadolu Selçuk Devleti dağılıp da yerine Anadolu Beylikleri kurulduğu zaman; çeşitli dînî, millî, içtimaî sebeplerle; bu beyliklerin çoğunda başka dillerin yerini Türk lisânı almış ve Anadolu'da bir Türkçeye Dönüş Hareketi başlamıştı.
Osmanlı Beyliği ise Türk Dili'ne, ayrıca, millî bir şuûr, kıymet ve ehemmiyet veriyordu. Halk arasında daha sonraları teşekkül ederek, Sultan Osman'a atfedilen, hece vezniyle söylenmiş meşhur bir manzûme Osman Bey'in kendi şiiri olmasa bile, şiiri, sâde Türkçe'yle söyleyebilir bir Türk büyüğü olduğuna inanışın vesîkası değerindedir.
"KENDİ MİLLÎ LİSANLARINI YAŞATTILAR"
Gerçek şudur ki öteden beri İran'a giren Türkler Acemceyi, Irak'a hükmeden Türkler de Arapçayı benimseyerek kendi öz dillerini ihmâl etmişlerdir. Buna mukâbil, bilhassa Osmanlı Türkleri'dir ki Bizans'a ve Balkanlara yerleşirken bu topraklarda ilk iş olarak kendi millî lisanlarını yaşatmışlardır. Bu davranış o devirler ve o şartlar içinde başlı başına mühim ve millî bir harekettir.
Osmanlı Sultanları'nın, daha Orhan Bey zamanından başlayarak, çevrelerine Türk âlim, şâir ve sofilerini topladıkları mâlûmdur. Bu devirde Türkçe'nin önce tekkelerde sonra saraylarda yaygın bir edebiyat dili olması da şüphesiz Saray'ın isteği ve teşvîki iledir. Fakat Saray'ın, şâirleri Türkçe söylemeğe teşvîkini bize kadar ulaştıran bir vesîka, Yıldırım ve oğlu Emîr Süleyman devri şâiri Ahmedî'nin Cemşîd ü Hurşîd adlı eserindedir. Ahmedî, kendisine, bir Cemşîd ü Hurşîd yazmasını fakat bu eseri mutlaka Türk diliyle yazmasını bizzat Emîr Süleyman'ın teklif ve tavsiye ettiğini, çok açık söyler:
Bizimçün düzesin bir hûb defter
K'olâ Ma'nî vü lâfzı şîr ü şekker
Kitabî k'âdıdur Cemşîd ü Hurşîd
Bu dilde âyıdâsın sen i cemşîd
Ahmedî, bu târihî teklifi ve nâzik emri, Türkçe ve güzel bir Cemşîd ü Hurşîd yazarak yerine getirmiştir. O kadar ki şâir, bu eseri yalnız Türk diliyle değil, dîğer Türk motifleriyle ve Ortaasya Türklüğü'ne âit çizgilerle de süslemiştir.
Osmanlı Sultanlarının, devirlerinin yazarlarına Türkçe hem de sâde Türkçe, açık Türkçe yazmaları hakkında diğer bir teklifleri Fâtih'in babası Sultan İkinci Murad zamanındadır.
Kabûsnâme mütercimi Mercimek Ahmed'in, bu eserin önsözünde bildirdiğine göre Sultan İkinci Murad, kendisine bu kitap hakkında aynen şunları söylemiştir:
"Hoş kitabdur ve içinde çok fâideler ve nasihatler var-dur amma Fârisî dilindedür. Bir kişi Türkî'ye terceme etmiş velî rûşen değül, açuk söylememiş. Eyle olsa hikâyetünden halâvet bulamazuz."
"Ve-lâkin bir kimse olsa ki kitabı terceme etse. Tâ ki mefhûmundan gönüller hazzalsa."
TÜRKÇEYİ BÜTÜN TARİHLERİ BOYUNCA KULLANDILAR
Yine İkinci Murad'dan başlayarak, Osmanlı Sultanlarının, bizzat Türkçe şiirler söyledikleri de çok iyi bilinir.
O kadar ki Osmanlı hükümdarları, sâde Türkçeyi hemen bütün târihleri boyunca hem kendi şiirlerinde kullanmış hem de şâirlerinin böyle bir Türkçe ile şiir söylemelerinden haz duymuşlardır. Sultan İkinci Murad'ın "Gönüller ancak açık Türkçe'den hazzalır." kanâati, bu ailenin bütün lisan anlayışına hâkim bir ifâde sayılabilir.
İkinci Murad'dan sonra, Fâtih'in ve onu tâkîbeden Osmanlı Sultanları'nın şiirlerini, nesirlerini; bu şiir ve nesirlerdeki yer yer çok sâde ifâdeleri burada bir bir belirtmek mevzûumuz hâricindedir. Bizim bu mukaddimemiz, Osmanlı Hükümdar Âilesi'nin, ilk ferdinden son hükümdârına kadar Türkçeye sâdık kaldıkları noktasında toplanır. Asıl bahsimiz ise Türk ilim ve neşriyat âleminin, evvelce yabancı propagandalar tarafından hazırlanmış, eski, politik iftirâlara kanmaya devam ederek, kötü hükümdar sandığı Sultan Abdülhamîd'in Türkçeciliği mevzûundadır.
SULTAN ABDÜLHAMÎD'İN TÜRKÇECİLİĞİ
Sultan Abdülhamîd'in Türkçeciliği hakkında ilk mühim vesîkayı, merhum Prof. Fuad Köprülü neşretmişti. Fuad Köprülü'ye Bursalı Tâhir Bey'in verdiği bu vesîka, 7 Mayıs 1310 (19 Mayıs 1894) tarihlidir. O zaman Manastır idâdisine gönderilmiş bir tâmîm mâhiyetindeki bu vesîkanın, şüphesiz diğer bütün îdâdîlere de gönderilmiş olması lâzım gelir. Yine bu tâmîmin Sultan Abdülhamîd'in re'yi, tasvîbi hattâ emriyle gönderilmiş olması icâb eder. Fuad Bey, bu vesîkayı neşrederken ihtiyatlı davranarak, "Benim bildiğime göre Maârif hayâtında bu hususta yapılmış olan ilk resmî teşebbüs budur. Târihî ehemmiyetine mebnî bu vesîkayı aynen buraya naklediyorum." demiştir.
Biz, işte burada, bu tamimin bizzat Sultan Abdülhamîd'in emriyle gönderildiğini ve lisânın daha çok Türkçeleşmesi hususunda ısrar edildiğini meydana çıkaran, ikinci bir vesîka neşredeceğiz. Fakat mevzûumuzu bütünlemesi ve aydınlatması bakımından önce birinci tâmîm i buraya (lisânını sâdeleştirerek) naklediyoruz:
*
"Sözün güzel ve doğru söyleme kâidelerine uygun olabilmesi, diğer şartlarla birlikte alışılmamış kelimelerle söylenmeyişine bağlıdır. Yazı dilinde Arabî ve Fârisî kelimelerin hepsi birden kullanılırsa bilinmeyen, alışılmayan birçok kelimeye rastlanmış olur. Mümkün olduğu kadar Türkçe kelimeler kullanılarak açık yazılmış sözler ise merâmı ve maksadı tamâmıyle anlatır. Böyle sözlerde daha ziyâde kolaylık ve akıcılık bulunacağı meydandadır.
Osmanlı müellifleri maksad ve meramlarının kolayca anlaşılması yoluna gitmeyip ne kadar çok Arabî ve Fârisî kelime bildiklerini göstermeği mârifet sanmış meselâ lisânımızda (taş) sözü varken bunun yerine pek çok kimsenin meçhulü olan (senk) veya (hacer) kelimelerini kullanmayı zarâfete daha uygun zannetmişlerdir.
Bu hâl, birçok zararlarıyle birlikte, dilimizde mevcud çok sayıda Türkçe kelimenin terkine ve unutulmasına sebep olmuştur.
Yazı dili için İstanbul ahâlîsinin konuştuğu lisânın esas tutulması; cümleler gayet sâde ve açık yazılarak kullanılan kelimelerin mümkün olduğu kadar Türkçe sözler olması herhalde çok faydalıdır.
Arapça kelimeler Araplar için, Farsça kelimeler İranlılar için me'nûs sözlerdir. Fakat bu sözlerin İstanbul ahâlisince bilinenleri pek azdır. Ahâlînin daha çocukken anne babalarından işitip öğrendikleri kelimeler Türkçede me'nûs ve bunun dışındakiler ise gayr-ı me'nûs sayılmalıdır. Osmanlı mekteplerinde Arapça ve Farsça lüzumlu olduğu için okutulmaktadır. Bu diller, Kur'ân-ı Kerîm'i doğru okumak, bugünkü fen kültürü terimlerini anlayabilmek ve îcâbında bu iki dille yazılmış kitapları okumaya muktedir olmak maksadıyle okutulur. Yoksa bu dillerin okutulması Türkçede Arabî ve Fârisî kelimeler kullanmak için değildir.
Yazı yazmaktan maksad, merâmı yazı ile ve güzelce anlatmaktır. Bu maksada ise kullanılan kelimelerin bilinen sözler olmasıyle varılır. Yabancı kelimeleri okuyan ve dinleyen anlasa bile bunların tesîri pek az olur.
Meselâ babasına "Babacığım!" diyen bir çocuğun şu sâde ve mâsum söyleyişi kalbe tesîr eder. Fakat aynı sözü "peder-i vâlâ-güherim" tâbirine çevirirseniz, bunu babası anlasa bile, tesîri çok az olur.
Bundan başka kitap vesâire gibi faydalı eserler tercümesinde ifâde ne kadar açık ve sâde olursa anlayanların sayısı o kadar artar ve yapılan işin faydası o kadar yaygın olur. İşte bunun için yazı yazarken açık ve sâde bir üslûp kullanılarak alışılmamış lügat kullanmaktan kat'i sûrette kaçınmak lâzımdır.
Şimdiye kadar bu usûle uyulmayıp Arapça, Farsça lügatlerin hemen hepsi yazı dilinde kullanılmış ve bu da Türkçenin vaziyetini güçleştirmiştir. Halbuki başka dillerde hemen bir iki sene tahsilden sonra gazete okuyup anlayacak kadar lisan öğrenildiği halde dilimizin o derece öğrenilmesi çok zaman istemektedir.
Eski müelliflerle onların yolunu – tâdîlen – kabul eden yeni müelliflerin eserleri, kullanılan birçok Arapça, Farsça kelime yüzünden yazı dili için hiçbir zaman nümûne ittihâzına lâyık sayılamaz. Bu sebeple talebeye bu kabil eserler gösterilmeyip mümkün olduğu kadar Türkçe açık ibâreler okutturulup yazdırılmahdır. Bu tâmîm, işte bu husûsun kitâbet hocalarına tenbîh edilmesi maksadıyle yazıldı."
*
İLMÎ VE FİKRÎ KİFAYETSİZLİKLERİNDEN DOĞACAK TEHLİKEYİ SEZDİ
Görülüyor ki Sultan Abdülhamîd saltanatının 18 senelik tecrübesinden sonra çıkarılan bu tâmimdeki dil anlayışı, çok şuurlu ve millîdir. Tâmimde öteden beri dilimizde yabancı kalmış Arabî ve Fârisî kelimelerle Türkçeye yeniden sokulmaya çalışılan bu türlü alışılmamış sözlerin bilhassa mekteplerimizde kullanılmaması tavsiye ediliyor. Bunların yerine aynı sözlerin halk dilinde yaşayan Türkçe karşılıklarının konulması isteniyor.
Anlaşılıyor ki bu tedbir, mekteplerimizde okuyan Türk çocuklarının kısa zamanda okuduklarını anlar hâle gelmeleri maksadıyledir.
Bilindiği gibi Sultan Abdülhamîd, bizzat açtığı Meclis-i Meb'ûsan'daki Türk meb'uslarının ilmî ve fikrî kifayetsizliklerinden doğacak tehlikeyi sezmiş, bu meclisi kapatmış ve derhal geniş ölçüde bir Maârif faâliyetine girişerek, Türkiye'de çok sayıda ve yüksek dereceli, kaliteli mektepler açtırmıştı. Bu faâliyetin tek gâyesi, mekteplerden tam mânâsıyle münevver mezûnlar yetiştirerek memleketi onlar vâsıtasıyle uyandırıp kurtarmak olabilirdi.
Nitekim Sultan Hamîd, bu gâyeye varmak için herşeyden önce Türkçenin ıslâhı gerektiğini düşünmüş ve yukarıdaki tâmîminin arkasından, daha da ileri giderek, Türk târihinde ilk defa, halk dilinde yaşayan Türkçe kelimeler'in resmî kanallar vâsıtasıyle toplanması için emir vermiştir.
Bunun için devrin mektep muallimlerini vazîfeli kılmak istemiş ve Babıâli vâsıtasıyle Maârif Nâzırlığı'na bir tebliğ daha yollamıştır.
Bu teblîğin sûreti elimizde yoktur. Fakat verilen emrin ne netice aldığını soruşturan bir sadâret tezkeresine, devrin Maârif Nâzırı Zühdü Paşa'nın verdiği cevâbın müsveddesi şimdi elimizdedir. Zühdü Paşa'nm elyazısını taşıyan bu vesîkada söylenen sözler de şunlardır:
"24 Eylül – 1310: (6 Ekim 1894)
Mâbeyn-i Hümâyûn-ı Mülûkâne Başkitâbet-i Celîlesine:
Lisân-ı Osmânî'nin ıslâhı için Anadolu'nun bâzı mahallelerince müsta'mel ve cihât-ı sâirece mechûl olan elfâzın neşrinde melhuz bulunan muhassenâta mebnî bunların mekâtib muallimleri tarafından birer cedvele kayd ü zaptı ile buraya irsali akdemce Bâbıâli'den Nezâret-i âciziye bildirildiği arz ve iş'âr-ı Sâmî-i Sadâret-penâhîden ma'lûm-ı âli olub ancak cem'iyyet-i ilmiyyeler teşekkül etmeyince ıslâh-ı lisan maddesi husûle gelemeyeceğine nazaran bu babda ne yolda tâlimat verilmiş olduğunun ve vaktiyle ıslâh-ı lisan için öyle bir cemiyet teşekkül etmiş oimasıyle mezkûr cemiyetin ne suretle teşekkül edip ne gibi icrâât ve muâmelâtda bulunduğunun arz-ı hâk-i pây-ı âlî kılınması muktezâ-yı emr ü irâde-i seniyye-i Hazret-i Hılâfet-penâhî'yle mübellağ 18 Eylül 1310 tarihli ve 2738 numaralı tezkere-i husûsıyye-i âsafâneleri mutâlâa-güzâr-ı âcizî oldu.
Buna dâir Nezâret-i âcizî'ye tebliğ olunub bir sûreti melfûfen arz olunan tezkere-i sâmiyyede Lisân-ı Osmânî'nin aslı olan Türkçe'ye mensub ekser lûgât sûret-i umûmiyyede ma'lûm olmadığından bunların bâzılarının yerine Arabî ve yâhud Fârisi'den kelimeler alınmış ve bunların delâlet ettiği mânâyı ifâde için kütüb i lûgaviyyede besâitin fıkdanından dolayı ibâreler ihtiyar edilmekde bulunmuş cihetle vilâyât-ı ma'lûmede bulunan Mekâtib-i Rüşdiyye ve îdâdiyye me'mûrîn ve muallimini taraflarından oralarca müsta'mel olub cihât-ı sâirece mechûl ve lisân-ı Arabî ve Fârisî'den mukabili gayr-i me'huz lûgât-ı Türkiyye'nin bi't-tedkîk neşredilmek üzere hurûf-ı hecâ tertibiyle zabt ü tahrîr olunarak peyderpey Nezâret-i âcizî'ye irsâli hakkında Maârif Müdîrlerine işbu iş'âr-ı sâmî aynen tebliğ kılınmakla bil-iktifâ bu babda ayrıca tâlîmat ve sâir yolda tebligat ilâve olunmamıştır.
Sâye-ı terakkî-vâye-i Hazret-i Zıllulâhîde yevmen feyevmen meşhûd-ı uyûn-ı ibtihâc olmakda bulunan terakkıyât-ı mütevâliyye netîcesi olarak Lisân-ı Osmânî dahî peyderpey ve tabiî olarak kesb-i mükemmeliyyet eylemekde bulunduğundan bir de lisânın ıslâhı için ayrıca cem'iyyet-i ilmiyyeler teşkîliyle bu hususda tevaggule ihtiyâç olmadığı gibi Nazâret-i âcizîce dahî bu yolda hiçbir tasavvur ve teşebbüs mevcûd olmayıb Maârif Müdürlüğüne işbu tebligâtın ifâsından iki ay mürur ettiği halde henüz hiçbir tarafdan bir gûne cevab ve mütalâa zuhur etmemesine nazaran mahallerince de bunun pek de kâbil-i icrâ bir şey olmadığı kestirilerek çokluk nazar-ı ehemmiyet ve itinâya alınmadığı ve binâen-aleyh mâlûmât-ı matlû-benin cem' ü telfîkine teşebbüs olunmadığı anlaşılıyor.
Vaktiyle cem'iyyet-i ilmiyye teşekkül etmiş olması bahsine gelince: 1281 sene-i hicriyyesinde Münif Paşa Hazretleri'nin taht-ı riyâsetinde müteveffâ Pertev Paşa ve sâireden mürekkeb bâ-irâde-i seniyye bir cem'iyyet teşkil olunarak te'lîf ve terceme vazîfeleriyle tavzif olunmuş ise de cem'iyyet-i mebhûseden hiçbir istifâde hâsıl olamamasına mebnî bittabi dağılmış ve muahharen 1286 sene-i hicriyyesinde tanzim ve neşrolunub Düstûr'un ikinci cildinde münderic bulunan Maârif-i umûmiyye nizâmnâmesinin yüz otuz dördüncü maddesi mûcibince Meclis-i Maârifin idâre-i ilmiyyesi mekâtib-i umûmiyyeye muktezî kütüb ve resâil ile lisân-ı Türkîde fünûn-ı mütenevvi'aya dâir lâzım gelen kitapları vakti ile ve sırasıyle te'lîf ve terceme nizâmnâmesi kaleme alınub bâ-irâde-i Seniyye hükmünce kabul olunan âsâr eshâbına i'tâ olunacak mükâfât-ı nakdiyyeye karşılık olarak tahsis olunan mebâliğin müteakiben büdceden tenzili münâsebetiyle bir iki nevî kitaptan başka bir semere meydana gelemeyerek sâlifü'1-arz tel'lîf ve terceme nizâmnâmesi de metruk kalmıştır.
O târihten sonra"cemi'yyet-i İlmiyye tarzında başka bir hey'et teşekkül ettiği hakkında bir gûne mâlûmât-ı kaydiyyeye destres olunamadığı misillû bâlâda arz olunduğu veçhile hâliyen dahî o yolda cem'iyyât-ı ilmiyye teşkîli hakkında Nezâret-i âcizîce esâsen bir lüzum ve tasavvur olmadığı muhât-ı ilm-i âlî buyruldukda olbabda emr ü ferman Hazret-i men-le-hü'lemrindir.
Maârif Nâzırı – Zühdü
*
İKİNCİ VESÎKADAN ANLAŞILACAK HAKİKATLER
Birinci vesîka gibi, bir defa da sâdeleştirerek yazmaya lüzum görmediğimiz bu ikinci vesîkadan anlaşılacak hakikatler şöyledir:
1- Sultan Abdülhamîd zamanında ve 1894'den önce Türkiye'de Rüşdiyye ve İdâdî hocalarına, dilimize yabancı kalmış Arabî ve Fârisî kelimelerin yerine konulmak üzere halk dilinde yaşayan Türkçe kelimeleri toplamak vazîfesi verilmiştir.
Bu, bizim bildiğimize göre, Türkiye'de Saray tarafından teşebbüs edilen geniş çapta ilk millî dil hareketidir.
2- Daha mühim olarak Sultan Abdülhamîd, dil işinin ancak ilim cemiyetleri kurulmak suretiyle yürütülebileceğini, kendisinden sonra gelenlerin pek çoklarından daha şuurla idrâk ederek, dilin ıslâhı hususunda evvelce teşekkül etmiş bir cemiyetin nasıl kurulduğu ve ne iş gördüğü hakkında devrin Maârif Nezâreti'nden malûmat istemiştir.
3- 1894'de halk dilinde yaşayan kelimeleri toplama işiyle orta ve lise seviyesindeki bütün mekteplerin muallimlerinin vazîfelendirilmesi için Babıâli'den Maârif Nezâreti'ne gönderilen tezkereye Nezâret, hiçbir teşkilâtlanma, hiçbir program hattâ hiçbir söz ilâve etmeksizin bu tezkereyi vilâyetlere tâmimle iktifa etmiştir.
4- Çünkü devrin Maârif Nâzırı Zühdü Paşa'ya göre esâsen maârifperver bir hükümdar olan Sultan Abdülhamîd devrinde Türk Dili kendiliğinden mükemmelleşmeğe başlamış olup bunun için birtakım yüksek cemiyetler kurmaya lüzum yoktur (!).
Görülüyor ki son asırlar Osmanlı Hükümdarlarının bir ıslâhat talihsizliği daha, bu mevzuda tekerrür etmiştir: Sultan Abdülhamîd'in geniş çapta, millî ve şuurlu bir dil ıslâhına, devrin mektep hocalarından Maârif Nâzırı'na kadar hiç kimse ciddî şekilde sarılmamış ve bu güzel teşebbüs Bâbı-âlî'nin ısrarlı tâmimlerine rağmen bu yüzden akîm kalmıştır.
Herhalde daha ilk pâdişâhlardan başlayarak Osmanlı Hükümdar Âilesi'nin Türk diline verdiği ehemmiyet ve bu hususta gösterdiği millî hassâsiyet son olarak Sultan Abdülhamîd'de tecellî etmiş ve bu hükümdar da Türkçeye hizmet etmek istemiştir.
Fakat son iki asırda hep öyle olduğu gibi, pâdişâhların her türlü yenilik istekleri bir takım dar kafalı adamlar tarafından önlenmiş ve işte bu mühim teşebbüs de aynı şekilde akîm kalmıştır.
Bugün bizim neşrettiğimiz bu vesîka ise bundan 40 yıl önce Prof. Fuad Köprülü'nün neşrettiği ilk vesîkayı onun istediği şekilde bütünlemektedir.
Son olarak bu Zühdü Paşa arîzası'nı, kıymetli târihî evrak içinden ayırarak bize göndermek lûtfunda bulunan muhterem Tevfik Demiroğlu'na burada teşekkürü bir vazife biliyorum.
Nihad Sâmi Banarlı, Türkçenin Sırları, 54. baskı, sayfa: 209-219