Kâtip Çelebi'nin asıl adı Mustafa, babasının adı da Abdullah'tır. Kâtip Çelebi'nin kâtipliği muhasebede çalışmasından, çelebi unvanı da ordunun seferlerine muhasebeci olarak katılmasından gelir. Ulema arasında Kâtip Çelebi, Divan-ı Hümayun mensupları arasında Hacı Halife diye tanınır.
Kâtip Çelebi, 1017 Zilkadesinde (Şubat 1609) İstanbul'da doğdu. Hayatına ait orijinal bilgileri bizzat kaleme aldığı otobiyografilerinde ve yeri geldikçe öteki eserlerine serpiştirdiği kısa notlarda bulmak mümkün. Beş yaşında iken babasının özel olarak tuttuğu İsa Halîfe el-Kırımî'den ilk dini bilgileri aldı ve Kur'an'ı kısmen ezberledi. Daha sonra İlyas Hoca'dan dil bilgisi, Böğrü Ahmed Çelebi adlı hattattan yazı dersleri aldı.
CİHÂD-I ASGARDAN CİHÂD-I EKBERE
Ölümünden iki yıl sonra müsveddelerinin ve teliflerinin çoğunu satın alan İzzeti Mehmed Efendi'nin belirttiğine göre Kâtip Çelebi himmet sahibi, iyi huylu, az konuşan, hâkim meşrepli bir zattı. Uşşakizade onu, "rindle rind, zahidle zahid, küçükle küçük, büyükle büyük bir zat" olarak niteler. Vakur bir kişiliği olan Kâtip Çelebi hicivden pek hoşlanmazdı. Çiçek yetiştirmek gibi ince bir zevk ve merakının bulunduğu, hatta katmer, salkımlı mavi sümbüller yetiştirdiği bilinir.
Abaza Paşa isyanını bastırmak için Erzurum'a giden orduyla birlikte babasının yanında Tercan, 1035'te (1626) Bağdat seferlerine katıldı. Her iki seferde de savaşın bütün safhalarına ve sıkıntılarına şahit oldu. Bağdat' ı alamayıp muhasarayı kaldırmak zorunda kalan ordunun geri dönüşü sırasında çekilen kıtlık ve karışıklıklardan oldukça etkilendi.
1635'te Dördüncü Murad'ın Revan Seferi'nde bulundu. Bu sefere ait gözlemlerini oldukça geniş biçimde anlatan Kâtip Çelebi daha sonraki hayatını tamamen ilmi çalışmalara verdi. Kendi ifadesiyle "cihad-ı asgardan cihad-ı ekber" e döndü. Kendisine kalan küçük bir mirası kitaplara yatırdı. Halep'te iken sahaf dükkânlarında gördüğü kitapların isimlerini yazmaya başlamıştı. Daha ziyade tarih, tabakat ve vefeyat türü eserleri okumayı seven Kâtip Çelebi, 1636 yılına gelinceye kadar bu tür kitaplardan birçoğunu okumuş bulunuyordu.
On yıl kadar geceli gündüzlü ilimle uğraşan Kâtip Çelebi bazen kendini tamamen bir kitaba verir, her şeyi unutur, odasında güneşin doğmasına kadar mum yanar ve bundan hiç yorgunluk duymazdı. Ayrıca bazı talebelere ders veren Kâtip Çelebi 1645 Girit seferi münasebetiyle harita yapımıyla da ilgilendi. Bu sıralarda mukabele baş halifesiyle kadro meselesi yüzünden tartışınca memuriyetten ayrıldı. Diğer öğrenciler yanında kendi oğluna da çeşitli konularda ders veren Kâtip Çelebi, hastalığı sırasında tedavi yollarını öğrenmek amacıyla bir yandan tıp kitaplarını okurken bir yandan da manevi çareler aramak için esma ve havas kitaplarını inceledi. Zira temiz bir gönülle edilen duaların şifalı tesirlerinden emindi.
HURAFELERİN AKILLA ENGELLENECEĞİNİ SAVUNURDU
Hanefi mezhebinde ve İşraki meşrebinde olduğunu söyleyen Kâtip Çelebi, İşrakiliğin İslami ilimler içinde tasavvuf menzilesinde felsefe ilimlerinden biri sayıldığına işaret ettikten sonra nefs-i natıka için en yüksek mertebenin Allah'ı tanımak olduğunu, bunun için de biri ehl-i nazar ve istidlal, diğeri riyazet, mücahede ve tarikat saliklerinden olmak üzere iki yol bulunduğunu belirtir. Fakat zamanında tekkelerin meczupların ve değersiz kişilerin ziyaretgâhı haline geldiğini söyleyen Kâtip Çelebi ölülerden yardım dilenmenin anlamsızlığını, mezarlara konan mumların ve yakılan kandil yağlarının mumculara ve mezar bekçilerine yarayacağını belirterek bu tür boş inançları eleştirmekten çekinmem iştir. Taassubun her çeşidine karşı çıkmış. Bunun bir iç savaşa yol açacak kadar şiddetlendiği bir devirde gereksiz taassubu hem şeriata hem akla dayanarak önlemeye çalışmıştı.
KİTAP SEVDALISI, OBJEKTİF TARİH YAZICISI
Gerek hayat hikâyesinden gerekse devrinin kaynaklarından aşırı derecede kitaba düşkün olduğu anlaşılan Katib Çelebi en çok tarihi ve biyografik eserlerle meşgul olmuş. Tarihi bir olayı aydınlatmak için birçok kitap karıştırmıştı. Arapça Fezleke'sini yazarken elinden bin 300 eserin geçtiğini belirtmekte. Bunu Takvimü't Tevarih'i için de tekrarlar. Şehrizade Mehmed Said, onun tarih bilgisi ve sahip olduğu tarih kitapları bakımından kendinden önce ve sonra gelen tarihçileri geçtiğini söylediğini nakleder.
Nitekim Katib Çelebi Fezleke'sinin ikinci faslım tarihin lügat ve ıstılah olarak tarifi ne, konusuna ve faydasına ayırmıştır. Savaşlarda serdarların işledikleri hataları onların tarih bilmemesine bağlayan müellif, devlet adamlarının ve iktidarda bulunanların tarih ve coğrafya kumalarının lüzumunda ısrar eder.
Ayrıca tarih yazarken duyguları bir yana bırakıp tarafsızlığa bağlı kalmayı da savunur. Kâtip Çelebi tarihten başka ilimlerle, bu arada coğrafya ile de ilgilenmiş, Batılıların ve Yunanlıların bu alanda İslam coğrafyacılarından ileride olduğunu belirterek bu eksikliği gidermek için Cihannümâ'yı yazmaya karar vermişti.
BATI'DAN TERCÜMELER YAPMIŞTI
Osmanlı Devleti'nde Batı kaynaklarına başvuranların belki de ilki olan Kâtip Çelebi, aşağıda adları verilen tercümelerinden başka Aristo'nun felsefesinin şerhinden Meteora kitabının sekizinci meselesini, Jovans'ın Theatrum orbis terrarum adlı eserini ve Philippus Cluverius'un eski ve yeni coğrafya kitaplarına giriş olmak üzere yazdığı eserini de Türkçe'ye kazandırmıştır. Bu arada faydalandığı eserleri eleştirmekten çekinmemiştir. Zekeriyya el-Kazvînî'nin Aşarü 'l-bilâd'ı, Âlî Mustafa Efendi'nin Künhü'l-ahbâr'ı ve Mir'âtü 'l-avalim'i ile Hadîd'nin manzum Osmanlı tarihi onun tenkit ettiği kitapların başlıcalarıydı. Özellikle biobibliyografik eserlerini kaleme alırken fişler ve bazı kısaltmalar kullandığı anlaşılan Katib Çelebi edebiyat ve üsluptan çok manayı ön planda tutmuş, sözü uzatmaktan kaçınmıştır. Seciye eserlerinde pek az yer vermiş, fakat bazen cinas ve teşbihler kullanmıştır.
OSMANLI DEVLET VE TOPLUM HAYATINA İLİŞKİN DÜŞÜNCELERİ
"Toplumu meydana getiren varlık olarak her bir insan küçük bir evren gibidir. Yani kâinatta her ne varsa insanda da ondan bir numune bulunur: güneşin ziyası, ayın nuru, gecenin zulmeti, havanın yumuşaklığı, suyun berraklığı, dağların yoğunluğu, aslanın yiğitliği, merkebin sabrı, domuzun hırsı, karganın tedbiri, tilkinin kurnazlığı gibi. İnsan ruh ve bedenden oluşan, kendisine akıl ve dil verilen, dışı beş duyu, içi ise Allah korkusu ile süslü olan bir bütündür. Kendisi hem bitkiye, hem hayvana, hem de meleğe benzer. Gıdalanıp büyümesi yönüyle bitkidir. İşitip hareket etmesi yönüyle hayvandır. Olayların hikmetini ve iç yüzünü bilmesi yönünden de melektir. Hangi yöne ağırlık verirse bunlardan biri olur. İnsanın ruhu beden ülkesini yöneten vali gibidir. Organları bu ülkenin tebaası gibidir. Beden ülkesinin merkezi kalptir. Akıl şefkatli ve iyi nasihat veren vezirdir. Öfke ise görünüşte öğüt veren ama gerçekte aklın galip gelmesini istemeyen münafık bir vezirdir. Hayal etme yeri insan ülkesinin hazinedarıdır ki, beynin ön kısmıdır. Beş duyu habercilerdir. Dil de tercümandır. İyi vezir olan akıl, haberleri doğru bir şekilde hazinedar olan beyne iletir, beyin de ruh valisinin ihtiyacı olduğunda kullanması için bunları saklar."
"İnsan küçük bir evrene benzediği gibi, insanların bir araya gelmesiyle oluşan toplum da küçük bir insana benzer." diyen Kâtip Çelebi toplumu bir insan vücuduna benzetir. "Eski tıp nazariyesine göre; kâinatta dört temel unsur olan anâsır-ı erbaa (hava, su, toprak, ateş) tarzında yaratılan insan vücudu da ahlât-ı erbaa denilen dört karışımdan oluşmaktadır: kan, sevda, balgam, safra. Bedenin sağlığını koruyabilmesi için bu dört unsurun belirli bir denge içinde bulunması gerekir. Birinin çoğalıp diğerlerinin azalması hastalığa yol açar. Toplum da büyük bir insan olduğuna göre o da dört unsurdan oluşmaktadır: Asker, Ulema, Tüccar ve Reaya sınıfı. Toplumun düzeni bu sınıfların dengede olmasına bağlıdır. Her ne kadar bu sınıfların kendi içindeki dengesinde hakiki bir ortalama tasavvur edilemezse de, düzenin bozulmaması için ölçünün belirli bir aralıkta olması gerekir."
Ayrıca, o günden bu güne, hatta gelecekteki zamanlara da toplumsal meselelere dair çözümler ve farklı bakış açıları sunabilen bir düşünce adamı olarak, her konuda aşırılığın zararlı olduğunu ortaya koymuş ve yasaklamaların birey ile toplum ve devlet hayatı bakımdan bir yarar sağlamayacağına vurgu yapmıştı.
Kâtip Çelebi, yeni fikirler veya yenilikler peşinde olan bir düşünür olmaktan çok yaşadığı dönemde veya daha önce ortaya çıkarak Osmanlı devlet ve toplum düzenini sıkıntıya sokan meselelerle uğraşmıştı. Bu meselelere çözümler getirmeye çalışmıştı. Onun düşüncesinin en önemli özelliği, yaşadığı hayatın ve devletin önemini kavrayarak kendi toplumunu ciddiye almasıydı. Bundan dolayı hakkında yazı yazdığı hemen her konu o gün yaşanılan bir sıkıntıya cevap olmak üzere kaleme alınmıştır.
Bu yönden Kâtip Çelebi aynı zamanda yaşadığı döneme şahitlik yapmış bir düşünürdü. Coğrafyaya yönelmesi ve bu alanda özellikle Avrupa'da coğrafi keşifler neticesinde ortaya konulan yeni bilgilerden istifade etmesi onun bu problem şuuru ile alakalı olduğu gibi, muhtelif alanlarda dine rağmen toplumda yaygınlaşmış olan bazı örf ve adetlerle din adına mücadele edilmesine karşı çıkışı da bu tavrı toplumsal birliği bozacak gayretler olarak görmesinden kaynaklanmaktadır.
Kâtip Çelebi'nin, esasını ilk tahsili sırasında elde ettiği astronomi ve hikemî ilimlere hayatının olgunluk döneminde yönelmesi de yine bu çerçevede anlam taşıdığı gibi bu alanlarda Osmanlı cemiyetinde bilgi eksikliği olduğunu göstermeye çalışırken bunları fıkhî birer meselenin içinde ve fıkhî meseleler haline getirerek dile getirmesi onun bu hassasiyetiyle alakalı olarak görülebilir.
İlmin toplumsal hayatın devamı açısından ne kadar önemli olduğunu vurgulayan Kâtip Çelebi, dinle hayat arasında sağlıklı bir ilişki kurmanın ancak ilim yoluyla olabileceğini belirtir. İçtimaî hayatın vahdetini sağlamada ve sürdürmede toplumsal vahdetin dayanağı olarak ilimde vahdet fikrine sadıktır. Bu yönden ilim meselesini, mevzular ve meseleler arasındaki farklılıkları muhafaza etmekle birlikte bunları daha esaslı bir noktada birleştiren bir vahdet cihetinden ele almanın gerekliliğini vurgular.
Kâinattaki hakikatleri anlamak hususunda hey' et (astronomi) ilminin önemi üzerinde durmuş, hey' et ve teşrîh (anatomi) bilmeyenin Allah'ı tanımaktan aciz kalacağını bir hadise dayanarak belirtmişti. Kâtip Çelebi, ilgilendiği değişik ilimler hakkındaki düşünceleri yanında toplumun düzeni ve devamı için ilmi vasıta kabul eder, âlimleri toplumun kalbi sayarak bilgiye dair hiçbir şeyin küçük görülmemesi gerektiğini söylerdi.
KÂTİP ÇELEBİ'NİN METAFİZİK DÜŞÜNCESİ
Kâtip Çelebi, Osmanlı-İslam düşüncesinin ilginç ve önemli isimlerinden birisiydi. Onu ilginç kılan özelliklerinin başında, 'ketebe (kalem)'den birisi olarak Osmanlı'da felsefenin Süleyman Han zamanında kaldırıldığını iddia etmesine rağmen, döneminin medrese (aklî ve naklî) ilimlerine kendisinin sahip olması, çalışmalarında Batı düşüncesiyle bağ kurması gelmekteydi. Çelebi'nin felsefe ilimlerinin eğitimiyle ilgili olarak tartışmaya girmesi, her şeyden önce onun felsefe ilimlerinden haberdar olduğunu gösterir.
Kâtip Çelebi, eserlerinde İslam'da felsefenin tarihçesini anlatırken, 'ilm-i Kelam'ın şöhrete ulaşmasının sebebini, felsefe olarak gösterir. Yine Osmanlıda bir din âlimi olarak şöhrete ulaşmanın yolunun da 'felsefe bilmek' olduğunu söyler. Yani meşhur Osmanlı düşünürleri, din ilimlerine ilaveten felsefe ilimlerini bilmeleri durumunda şöhrete ulaşmaktadırlar. Bu hakikate rağmen Çelebi'ye göre İslam düşüncesinde tarihsel bir sorun vardır: Felsefeyi şeriata aykırı görmek.
Çelebi'ye göre felsefe ilimlerinde 'şeriata aykırı' şeyler gören Müslüman düşünürler, tarihsel süreçte felsefeyi kelama taşıyarak inançlarına uygun bir ilim ortaya koymuşlardı. Böylece Kelam ilmi bir İslam felsefesi (hikmet-i İslamiye) olmuş, yani 'ilim' statüsü kazanmıştı. Çünkü Kelama taşınan felsefe yahut Kelamı ilim statüsüne kavuşturan şey, sanıldığının aksine dinle ilgili değil 'fizikle (tabiat), gökyüzüyle (sema) ve madde'yle ilgili şeylerdi. Çelebi'nin ifade ettiği bu hakikat, genel olarak İslam'da, özel olarak Osmanlıdaki felsefe çalışmalarının izini sürmek bakımından önemlidir. Çünkü felsefe ilimlerinin şeriata aykırı olduğuna dair tarihsel iddia, Çelebi'nin döneminde tekrar nüksetti. Çelebi'ye göre bu sefer şeriata aykırılık iddiası, felsefenin kendisine değil mevcut İslam hikmetine, yani Kelam'a yönelmişti.
Çelebi'ye göre felsefe ilimlerinde 'şeriata aykırı' şeyler gören Müslüman düşünürler, tarihsel süreçte felsefeyi kelama taşıyarak inançlarına uygun 'bir ilim' ortaya koymuşlardır. Böylece Kelam ilmi bir İslam felsefesi (hikmet-i İslamiye) olmuş, yani 'ilim' statüsü kazanmıştır. Çünkü Kelama taşınan felsefe yahut Kelamı ilim statüsüne kavuşturan şey, sanıldığının aksine dinle ilgili değil 'fizikle (tabiat), gökyüzüyle (sema) ve madde'yle ilgili şeylerdir. Çelebi'nin ifade ettiği bu hakikat, genel olarak İslam'da, özel olarak Osmanlıdaki felsefe çalışmalarının izini sürmek bakımından önemlidir. Çünkü 'felsefe ilimlerinin şeriata aykırı olduğu'na dair tarihsel iddia, Çelebi'nin döneminde tekrar nüksetmiştir. Çelebi'ye göre bu sefer 'şeriata aykırılık' iddiası, felsefenin kendisine değil mevcut İslam hikmetine, yani Kelam'a yönelmiştir.
Kâtip Çelebi, Keşfüzzünun'un üç yerinde felsefe ilimlerinin tasnifini yapar. Birincisi Keşf'in girişinde ilim/bilgi konusunu ele alırken dördüncü faslı bir bütün olarak ilimlerin sınıflamasına ayırır. İkinci ve üçüncü tasnifini daha kısa ve isim olarak Keşfüzzünun'un İlmü'l felsefiyyat, İlmü'l-hikmet maddelerinde yapar.
"Bil ki eşyanın varlığı yazıda, ifadede, zihinlerde ve özlerde (a'yân) olmak üzere dört mertebede bulunur. Onlardan her önceki sonrakinin aracıdır. Çünkü yazı sözlere, söz zihindekilere, zihindekiler özlere delalet eder. Özlerle ilgili varlık asıl gerçek varlıktır (el-vücud el-aynî). Zihni varoluş gerçek midir yoksa mecaz mıdır, ihtilaflıdır. Fakat ilk ikisi kesinlikle mecazî varlıktır. İlk üçüyle ilgili bilgi, pratikle ilgilidir. Özlerle ilgili bilgi, ya teoriktir, ya pratiktir. Pratik bilgi, başkasının ortaya çıkmasında bir araç-amaçtır. Teorik bilgide amaç, kendisidir."
Çelebi teorik (nazari) ve pratik (ameli) bilimleri kaynağı bakımından ikiye ayırır. Yani şeriattan alınan ilim dinî ilim, akıldan alınan ilim felsefî ilimdir (el-ilm el-hikemî). Bunlar, yedi temel (asıl) bilimden oluşur. Çelebi onları yedi ulu ağaca benzetir.
Onlar dalları ve çeşitleriyle 150 çeşide ulaşmaktadır. Çelebi'ye göre a'yanla ilgili ilimler, 'el-ilm el-ilâhî', tabiî, riyazî ilimlerdi. Matematik (riyazi) bilimleri, aritmetik (ilm-i aded), geometri (ilm-i hendese), astronomi (ilm-i heyet) ve musikidir (ilm-i musiki).
Fiziğin alt disiplinlerini Çelebi, ilm-i tıb, ilm-i baytara, ilm-i nebat, ilm-i hayvan, ilm-i fellaha, ilm-i meadin, ilm-i cevahir, ilm-i kevn ve fesad, ilm-i feraset, ilm-i tabir-i rüya, ilm-i ahkâm-ı nücum, ilm-i sihir, ilm-i tılsımat, ilm-i simya, ilm-i kimya olarak belirtir.
A'yânla ilgili ilimlerden 'el-ilm el-ilâhî'nin alt disiplinleri, insan psikolojisi ilmi (ilmu marifeti'n-nefsi'l-insaniyye), insan melekesi ilmi (ilmu marifeti'n-nefsi'l-melekiyye), ahiret ilmi eskatoloji (ilmu marifeti'l-mead), peygamberlik (ilmu emarati'n-nübüvve) ve mezhepler ilmidir (ilmu makalâtı'l-fırak).
Metafizikle ilgili bu temel bakış Taşköprüzade'ye aittir. Böylece Çelebi, Taşköprüzade'den hareketle metafiziği, özle (a'yân) ilgili bir ilim olarak ifade eder. Bu husus, Çelebi metafiziğinin ikinci özelliğini oluşturur. Yani İslam'da felsefenin (hikmet) konusu olması bakımından 'a'yân' kavramını vermesi önemlidir.
KÂTİP ÇELEBİNİN ESERLERİNDE MESLEĞİNİN İZLERİ
Osmanlılarda devletin hesap işlerinin kayıt düzeni ile ilgili ilk ciddi yasal düzenlemeler II. Mehmet (Fatih) döneminde. Osmanlı İmparatorluğu'nun kendine özgü mali yapısı, Fatih Sultan Mehmet'ten sonra oluşmaya başlamıştı. İmparatorluk sınırları büyüdükçe idari örgütlenme sürekli değişim göstermiş, mali yapı da bu değişmelere uygun olarak gelişmişti.
Yükselme döneminde genişlemenin etkisi ile gelişen Osmanlı maliye sistemi, devam eden yıllarda birçok değerli bilim adamı yetiştirmişti. Bu dönemde yetişen bilim adamlarından biri de Hacı Halife (Kalfa) adıyla bilinen Kâtip Çelebi'dir. Kâtip Çelebi, gerek tarih kitaplarını gerek coğrafya ve gerekse diğer bilim dalları ile ilgili eserlerini mesleğinin kendisine vermiş olduğu sistemli ve analitik yeteneği sayesinde ortaya koymuştur.
Osmanlı mali teşkilatı bünyesinde istihdam olunan personel, özellikle kâtipler, görev ve sorumluluk şuuru içerisinde hareket etmek zorundaydılar. Kâtiplik mesleği için seçilen elemanlarda mesleğe yatkınlıklarının yanında güvenilirlik, dürüstlük, sır saklama gibi vasıflara haiz olmaları aranır ve mali teşkilatın ekseri yazışmalarında kullanılan ve adına siyakat denilen yazı türüne vukufiyetlerinin tam olması istenirdi.
"BİLGİ AVDIR, YAZI İSE KAYIT. BİLGİLERİNİZİ YAZIYLA KAYDA GEÇİRİN"
Eski zamanlarda muhasebe, defter tutmakla bir tutulmaktaydı. Defter tutmakla başlayan muhasebecilik mesleğinin, günümüz muhasebecilerinin üstlendiği bazı görevleri Osmanlı Devleti'nde kâtipler yerine getirmekteydi.
Kâtip Çelebi on dört yaşına geldiğinde babası ona maaşından 14 dirhem harçlık bağladı ve yanına aldı. Böylece Divan-ı Hümayun kalemlerinden Anadolu Muhasebeciliği Kalemi'ne girerek burada hesap kaidelerini, erkam ve siyakat yazısını öğrendi.
Kâtip Çelebi'nin başarısı ve merakı açısından yöneldiği kalemiye mesleği aslında ona çok elverişli bir ortam sağlamaktaydı. Osmanlı'da kalem mesleğinde yükselmek ve kariyer yapmak için yetenekli ve iyi yetişmiş olmak ilk şarttı. Osmanlı döneminde edebi sahada, idari ve siyasi alanlarda, tarihçilikte en güzel eserleri verenlerin önemli ölçüde kâtipler arasından çıktığı görülmektedir.
Büyük Türk bilim adamlarından olan muhasebeci Kâtip Çelebi'yi kimse keyfiyetten yıllarca seferlere katılmasına sağlamamıştır. Aksine onda bulunan üstün hesapsal zekâsı ve yeteneği, onun bu seferlerde görev almasına neden olmuştu. Öyle ki bu zekâ ve yetenek, merak, araştırmacı kimliği sayesinde tarih, coğrafya, maliye ve diğer bilim dallarıyla ilgili eserler bırakmasına sebep olmuştu. Dolayısıyla bu eserlerde yıllarca iç içe olduğu ve yıllarca geçimini sağlamış olduğu mesleğinin izleri doğrudan ya da dolaylı olarak görülür.
ESERLERİ
Fezleketi Akvâlü'l-Ahyâr fi İlmi't-Tarih ve'l-Ahbar
Kâtip Çelebi'nin tarih alanındaki yapıtlarının ilki 1642'de tamamladığı Arapça Fezleke'dir. Dört bölümden oluşan kitapta tarihin anlamı, konusu ve yararı anlatıldıktan sonra bu alandaki temel yapıtların bir bibliyografyası verilmiş, ardından da klasik İslam tarihçiliğine uygun olarak dünyanın yaratılışından 1639'a dek kurulan devletler ve meydana gelen önemli olaylar kısaca sıralanmıştır.
Tuhfet-ül Kibâr fî Esfâr-il Bihâr
Kâtip Çelebi'nin en tanınmış yapıtlarından biri. Osmanlı denizcilik tarihi bakımından önemli bir eser. Osmanlı Devleti zamanındaki deniz savaşlarını ele alır. 1645'te başlayan ve yıllarca süren Girit Seferi münasebetiyle kaleme alınmıştır.
Düsturü'l-Amel li-Islahi'l-Halel
Kâtip Çelebi'nin tarih felsefesini ve toplum görünüşünü açıklaması bakımından önemli olan bir eserdir. Kısa kısa dört bölümden oluşan bu küçük risalede İbn Haldun'un etkisi açıkça görülür.
Takvîm-üt-Tevârîh
Âdem Peygamber'den 1648'e kadar geçen tarihsel olayların bir kronolojisidir. Arapça ve Farsça dillerinde basılmıştır. Esere, Mehmet Şeyhî, İbrahim Müteferrika, Şemadanî-zade, Ali tarafından zeyiller yazılmış ve eser İbrahim Müteferrika tarafından ilk iki zeyli ile birlikte basılmış, Farsça, Arapça ve batı dillerine çevrilmiştir.
Fezleket-üt-Tevârîh
1641 yılına kadar gelen genel bir tarih eserdir. Bir mukaddime, üç usul ve bir son sözden ibaret olan bu eser, varlıkların başlangıcı, peygamberlerin ve hükümdarların tarihi diye özetlenebilecek bir tarih kitabıdır.
Tarih-i Frengi Tercümesi
Johann Carion'un 1548'de Paris'te yayımlanan Chronique de Jean Carrion adlı eserinin tercümesidir. Kâtip Çelebi bu tercümeyi Fransız mühtedisi Mehmed Ihlâsî ile birlikte çevirmişti.
Tarih-i Kostantaniyye ve Kayâsire (Revnaku's-altana)
Frankfurt'ta 1587'de yayımlanan Historia rerum in Oriente gestarum, adlı eserin İstanbul ile ilgili kısımlarının çevirisidir. Eserde İslamiyet'in yayılışından, Bulgar Devleti'nin çöküşünden, Bizanslılar'dan, Selçuklular'dan, Haçlı Seferleri'nden, İstanbul'un su yollarından, yangınlarından, zelzelelerinden vb. söz edilmektedir.
İrşad-ül Hayâfâ ilâ Tarihu'l Yunan ven-Nasârâ (Yunan ve Hristiyan Tarihi Hakkında Doğrulukları Gösterme)
İslâm tarihlerinde Avrupa ülkeleri hakkındaki eksiklik ve yanlışlıkları telâfi için yazılmış küçük bir kitaptır.
(Derlenmiştir.)