Sosyal bünyenin ve kurum olarak devlet örgütünün en önemli unsuru toprak, sonra halk ve ahlak yapısıdır. Devlet tarifi için eklenen başka unsurlar da var tabii ama toprak, yani vatan olmadan, insanın yaşayacağı bir mekan olmadan hayatiyetini sürdürmesi mümkün değildir. Tıpkı insanın evi olmadan, bütün canlıların yuvaları olmadan yaşamalarının mümkün olmadığı gibi insanın ve toplumun bir toprak parçası ve vatanı olmadan yaşaması da mümkün değildir. Mekân medeniyetin ilk adımı ve ilk meskun yeridir. Toprak kutsaldır ve insana sevimlidir. Unutulamaz, terkedilemez.
Özellikle son yıllarda yakın komşularımız Suriye ve Irak başta olmak üzere, Yemen, Libya ve Mısırlı kardeşlerimizin vatanlarından ayrılıp başka diyarlara özellikle ülkemize hicret etmek zorunda kalmalarından sonra vatanın ne demek olduğunu, bu hicret edip gelen Müslümanların trajedik hikâyelerini dinleyince "Allah kimseyi etmesin vatanından cuda" diye sürekli dua etmeye başladık.
15 Temmuz meş'um günü ülkemizin vatandaşı olup düşmanlarla işbirliği yaparak ülkeyi param parça etmeye kalkışan bir hainin ve adamlarının hıyaneti, Türkiye'yi emperyalistlerin kucağına atıp bizi de Suriyelilerin durumuna düşürmeye ve vatansız bırakmaya kalkışmaları ile felaketin eşiğine sürüklendik. Yıllardır -"bu adama inanmayın bu adam ve cemaati bir gün başımıza felaket getirecek" dediğimizde bizim söylemlerimizi sert bulanlar gidip Türkçe olimpiyatlarda ağlıyorlardı. Onların bu yanlış davranışlarından dolayı bizim de yüreğimiz kan ağlardı, ama o zamanlar onlar ve bu hainlere destek verenler güçlü, biz ise kenarda olan kimseler olduğumuz için sesimizi fazla çıkaramıyorduk.
Şarkı türkü ve danslardan ibaret Gazino konseri mahiyetinde olan Türkçe olimpiyatlarına gidip ağlayanları İmam-Hatiplerin sekiz yıl süren Arapça yarışmalarına ve Arapça etkinliklerine bir gün olsun getiremedik. Bunları hep o yıllarda haykırıp durduk. Ama bu adamlar ülkeyi yıkmaya, yok etmeye kalkıştı. Yetkililere "Bunlara görev veriyorsunuz ama başınıza iş açacaksınız" deyip durduk, kimse bizi dinlemedi. Çünkü benim ne param ve servetim vardı ne de büyük bir siyasi makamda idim, iş adamı olmadığım belli ve futbolcu hiç değildim. Onun için söylediklerime kimse kulak asmadı. Ben bu felaketin geleceğini 2010 yılından itibaren başta bir iki bakan arkadaşımız olmak üzere çok sayıda Milletvekiline ve üst bürokratlara söyleyip durmuştum.
İşte bundan dolayı diyoruz ki bu ülkenin varlığı İslam dünyasının varlığı ve bağımsızlığını koruması demektir. Ülkemiz, İslam dünyasında düşmanlarımıza ve emperyalistlere karşı direnme gücü olan iki üç İslam ülkesinden birisidir. Diğer iki üçten de pek ciddi direniş sesleri gelmediği için tek başımıza direnen bir ülke kalıyoruz. Bu ülke 17-25 Aralık öncesi dönemde hain memur, yönetici, bürokrat ve görevlilere teslim edilince başımıza 15 Temmuz felaketi geldi. Şimdi de Allah muhafaza ülke yönetimi zayıf yönetici ve zayıf iktidarların eline düşerse istiklal ve hürriyetimiz gasp edilmiş olacaktır. Şu andaki güçlü iktidarı ve güçlü Reisini korumak ve yolunu açmamız gerekmektedir. Bundan dolayı da bu ülkenin sistem ve rejiminden daha çok toprağına ve halkına sahip çıkmak zorundayız. Bu toprağa ve halka sahip çıkmak için de iktidarın emin ellerde kalması zaruridir. Bugünkü iktidar 1969'dan beri başlayan ve zaman zaman şekil ve usul değiştirse de bir hareketin başlangıcı ve devamıdır. Bu hareket de Türkiye'yi korumak ve kalkındırmak için yola çıkmış bir hareket olarak ülkeyi son 15-16 yılda bir yerlere taşıdı. 1996 da D8 hareketi ile başlayan ve bir müddet kesintiye uğrasa da 2003 yılında iktidarı tek başına ele alan bir kadronun samimiyetle ve dirençle, aşk ve zevkle çalışıp ülkeyi bir yerlere taşımış olması son derece önemlidir.
İMF'ye borcu olmayan, savunma sanayiini bütün gücüyle oluşturup tamamlamaya çalışan, Çin'den sonra dünyada en büyük büyüme ve kalkınma hızına sahip olan, darbe savmış, topraklarını korumuş bir ülkeyi zayıflatmak ve zayıf kimselere teslim ederek perişan olsun istemiyoruz. Bu hareket ve dava bugüne kadar kolay olarak buralara kadar taşınmadı. Bu dava bizim davamızdır. İslami mücadele davasıdır. Yani İslam ümmetinin kurtuluş mücadelesi ve davasıdır. Bu davanın mensupları ve adamları 50 yıldır destan yazdı, dağları Ferhat misali tırnaklarıyla oydu, deldi geçti, Şirin'ine ulaşmak için çırpındı durdu. Bu gayret ve mücadeleyi sürdürürken birilerinin gelip son anda mal devşirmelerine müsaade edilmemeli, mal devşirenler öne çıkmamalı, önde durmamalı, kritik makamlarda bulunmamalıdırlar.
İktidar partisinin imkânlarından yararlanmak için bu davaya hiç katkısı olmamış insanların menfaat devşirmek ve şöhrete ulaşmak için siyaset yapanların, yolsuzluk peşinde koşanların ortalıkta türememesi gerekir. Burada 50 yıldır bu davaya sahiplenenler var, onlar bu yanlışlıklara engel olmalıdırlar, dava adamlarının kenara çekilmeleri, "ne yapalım" deme hak ve lüksleri yoktur. Bu ülkeye ve toprağına, insanına onlar sahip çıkmalı, bizler sahip çıkmalıyız. Ancak bunu sürdürürken yetkili ve etkililerin bilgi almada ve istişarede niyetleri iyi anlamaları gerekir. Kimin doğru söylediğini ferasetle düşünerek karar vermeleri icap eder. Samimi ve yılların dostuna mı? Yoksa siyaset içinde menfaat devşirmeye çalışanların sesine mi kulak verilir?
Bu davaya 5 Haziran 1967'de Kudüs'ün işgal edildiği günden beri 50 yıldır omuz attık. Tevazu sınırlarını aşsa da bu emeklerimize sahip çıkma adına bunu söylemek zorundayız. Filistin'i ve Mescid-i Aksayı, son zamanlarda Myammar'ı/Arakan'ı, Suriye ve Irak'ı, Yemen'i davamızın mihverinde tuttuk. Bunun için de İslami hassasiyeti koruyarak 50 yıldır devam eden duruşumuz, Kur'an ve Hadis'e kısaca İslam'a olan bağlılığımız tavizsiz ve değişmeden devam ediyor. Bu davaya gönlünü bağışlamış insanlar var, bunlar meçhul asker gibi çalışıyorlar. Görünmezler ama çok iş yaparlar.
İşte bundan dolayı diyoruz ki, bu dava adamlarının gayretleri, samimi yaklaşım ve duruşları varken birilerinin kalkıp bu hareketi kirletmeye hakkı yoktur. Bizim yıllardır çırpınmamızın sebebi budur. Buna rağmen bu dava kucaklayıcı bir davadır, kimseyi asla dışlamaz, kimseyi dışarı atmaz, kimseyi saflarının dışına itmez, ama ehil olmayanları da iş başına getirmemesi gerekir.
Yıllardır Arakanda olan katliamların, Filistin'de Mescid-i Aksa'ya karşı olan Siyonist saldırı, tuzak ve planların, Hicaz için düşünülen hile ve tuzakların önüne geçmek istersek bu ülkenin yönetimini emin ellerde tutmamız ve hakkı hak bilen kimseleri iş başına getirmemiz, helal ve haramı ayırt edenleri görevlendirmemiz gerekir. İl teşkilatlarını, belediyeleri ve paranın döndüğü makamları samimi insanların ellerine teslim etmezsek, borç bataklarına düşmüş olan, hile ve desiselerle iş çevirenler haram yollara başvurup servetlerine servet katanlar gelip bu teşkilatların başında oturursa ceplerini doldurmakla bu davayı zayıflatır ve 2019'a giderken kirletip yarı yola terk ederlerse yazık olur. İş ehline verilir, hak edene verilir. Son olarak işin ehline verilmemesi durumunda "kıyamet saatini (dünyanın sonunu) bekle" uyarısını yapan Resulullah'ın sözlerini hatırlamak zorundayız.
Ahmet AĞIRAKÇA